Etiket arşivi: “Altı Ok”

Suay Karaman : CHP’NİN İŞGALİ


CHP’NİN İŞGALİ

portresi

Suay Karaman

‘Occupy Wall Street’ sloganı, ilk kez 2011’de Wall Street eylemleri için kullanılmıştı. Bu eylemlerin başını OTPOR-CANVAS adlı örgütler çekiyordu. Balkanlar’da ortaya çıkan OTPOR, Yugoslavya’yı parçalayan “sivil” direnişleri örgütlemişti. OTPOR’un kurucuları tarafından kurulan CANVAS, Freedom House gibi küresel çetelerin denetimi altındadır. Küresel çetelere bağlı bu örgütler, özgürlük ve demokrasi sözleriyle, turuncu devrimler gerçekleştirmektedirler.

Kendilerine “Occupy CHP” (CHP’yi işgal et) diyen ve sosyal medya üzerinden örgütlenen bir grup genç, 12 Nisan Cumartesi günü, CHP’yi gençleştirmek amacıyla CHP Genel Merkezini işgal etmek için gelmişlerdi. Bu işgalci gençler, Kemal Kılıçdaroğlu ve kimi milletvekilleri tarafından çok iyi karşılandılar.
Bunun anlamı, bu girişimin işgal olmayıp, ‘danışıklı dövüş’ olduğudur.
Bu danışıklı dövüşün ardındaki gerçek ise, yerel seçimlerdeki başarısızlığın gölgelenmek istenmesidir.

“Occupy CHP” eyleminin arkasında da, küresel çetelerin olduğunu anlamamak için saf olmak gerekir. Kimi kendini bilmez ama aydın sınıfından sayılanların, gençlerin CHP’yi işgal girişimlerini 9 Eylül 1923 tarihine yani CHP’nin kuruluşuna dönüş hareketi olarak değerlendirmeleri ve geç kalmış bir
gençlik hareketi olarak nitelendirmeleri saflık ile hainlik arasında kalın bir çizgi oluşturmaktadır.

ABD tarafından kurgulanan, uluslararası para oyuncusu George Soros tarafından desteklenen “Occupy CHP” senaryosunun en önemli aktörü,
yeni CHP’nin genel başkan yardımcısı TR 705 kodlu CIA memurudur. Buradaki amaç, CHP’yi tarihsel köklerinden tümüyle kopartarak,
emperyalizmin dümen suyuna sokmaktır.

Yeni CHP Genel Başkanı bir gazeteye verdiği demeçte, gençlerin bu eyleminden onur ve kıvanç duyduklarını ifade ederek, verdikleri mesajların hepsini aldıklarını vurguladı. Ayrıca gençlere şunları da söyledi:

“CHP’ye oy versin vermesin herkes CHP’yi dönüştürmek için, değişim için gelsinler üye olsunlar hep beraber mücadele edelim. Kapılarımızı sonuna
kadar açtık. Önündeki engelleri ben kaldıracağım buradan söz veriyorum.”

Yeni CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, kurduğu yönetimle, seçtiği milletvekilleriyle, bugüne dek yaptığı eylemlerle ve çelişkili söylemlerle,
CHP’yi değiştirmek için, dönüştürmek için çalışmıştır. Genel başkan olduğundan beri yaptığı gizli işgali, bundan sonra açık işgal olarak sürdürmek istemektedir. Anlaşılan verilen yeni görev budur.

– ”Laiklik tehlikede diyemem, yoksa altını dolduramam”,
– “Fethullah Gülen cemaatinin yargıyı etkilediğini söyleyemem”,
“Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı olduğu gibi kabul edeceğiz”,
“Tunceli adının Dersim olarak değiştirilmesi uygundur”,
“hükümetin yaptığı açılımın sürdürüleceği”,
– “CHP’nin eskiden ırkçı-şoven olduğunu ama artık öyle olmadığı”,
– “ailesinin peygamber soyundan geldiği”…

gibi anlamsız söylemlerde bulunan Kemal Kılıçdaroğlu, bu sözleriyle CHP’yi itibarsızlaştırmaktadır. AKP’nin gerçekleştirdiği sivil darbeyi görmezden gelerek, 27 Mayıs 1960 Devrimi için “bugün yapanlar utanıyor” gibi saçma bir söylemle, asker karşıtlığı yaparak, Orduya olan güveni yok etmeye çalışmaktadır.

Kendi partisinin geçmişini karalayan ilk siyasal parti genel başkanı olarak tarihe geçen Kemal Kılıçdaroğlu ve ekibi, laikliğe karşı eylemlerin odağı olan,
17 Aralık 2013 yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun ardından çatırdamaya başlayan AKP iktidarına seçenek olamadığı gibi, destek olmuştur.
CHP’nin kuruluş felsefesine, amaç ve ilkelerine sürekli ters düşerek,
2010 halkoylamasında, 2011 genel seçimlerinde ve 2014 yerel seçimlerinde alınan sonuçlarla toplumda yılgınlığa neden olanların yeri, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın köklerinden ve Kuvayi Milliye’den gelen CHP değildir.

Hiç kimse CHP’yi, Sorosçuların işgaline, emperyalizmin ve gericiliğin
dümen suyuna sokamayacaktır.

Cumhuriyet Halk Partisi;
– Kemalist İlke ve Devrimlere sahip çıkan,
Altı Ok” u benimseyen,
– emperyalizm karşıtı ve
– tam bağımsızlıkçı kadrolarla zafere ulaşacaktır.

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE : ÇARŞAMBA İĞNELERİ

ÇARŞAMBA İĞNELERİ

Naci_Bestepe_portresi

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

MADALYA
Devlet Madalyalarından Atatürk silüeti ve TC ibaresi kaldırıldı.
O madalyalar, değişiklik yapanların uygun yerlerine takılmalı…
 
YAKIŞTI
Ertuğrul Günay, türbanlı vekil Dalbudak’a “çok yakıştı” dedi.
Döneklik de ona…
 
ÖZGÜRLÜK
RTE’nin açılış yapacağı spor salonuna okullardan zorunlu öğrenci getirtildi.
“Emirle katılım sağlama özgürlüğü” işletildi…
 
İLAHİ
İlahiyatçı yazar Hidayet Şefkatli Tuksal, Sivas katliamı ile ilgili olarak; “Yakmak da mağduriyettir. Biz de Sünniler olarak mağdur olduk”
İlahi ilahiyatçı…
 
SATIŞ
RTE, “Bizzat Mustafa Kemal döneminde yabancılara toprak satıldığını vurgulamak isterim.”
Doğru söylemediği ortaya çıktı, tutturamadı.
Satıcılığını allayıp pullayamadı.
 
İNANMIŞ
Kadir İnanır HDP için, “Türkiye’yi kucaklayan parti” dedi.
Arkasından…
 
HATTA
RTE, “Biz herkesin, hatta Ateistin bile hukukunu koruyacağız” 
Kısacık cümlede iki yanlış;
Siz değil hukuk korur, 
“Bile” demek ayrımcılık olur… 
 
FAZLA
Şehir Plancıları Odası, İ. Melih’ten bir kuruş tazminat kazandı.
O kadar eder mi?
 
SAHİP
ABD’nin Adana Konsolosu Ispinoza, Andımızın kaldırılmasını ve
türbanın Meclise girmesini
desteklemiş.
Kendi projesine ters mi düşecekti…
 
BOYUNSUZ
İçişleri Bakanı Güler, “Türbanlı vali ve kaymakamlar olmasında sakınca yok “
Boyunlarını örterler…
 
TARİHÇİ
Kılıçdaroğlu “Parlamentoda tarihi zafer kazandık.”
Altı Ok‘un tarihe karışmasının tarihi…
 
BORÇ
Nimet Baş, “Şehitlere elbette borcumuz var”
Borcu bırakın, anlamını kavrayın yeter…
 
HAZIMSIZ
RTE; FB seçim sonuçlarını beğenmedi.
Projelere geçit vermemekle tehdit etti.
Kadıköy’den çıkış yok…
 
SÖZCÜ
RTE,” Alçakların, şerefsizlerin cesareti kadar namusluların eğer cesareti olmazsa kaybederiz.” dedi.
Sözcülüğü yanlış adama kim verdi?
 
YEZİD
“Şam’daki Yezid kendi halkına, vatandaşına her gün yerden gökten
ölüm gönderiyor.”
Burada hapse gönderiyorlar…
 
BABA
Suriye’de kafa kesen ÖSO’nun El Faruk Tugayı üyeleri RTE için
“O bizim babamız” dediler.
Keşke “Başbakanımız” da diyebilseydiler…

TÜRK DEVRİMLERİNE CAN VEREN SİHİRLİ SÖZCÜK “LAİKLİK” NEDİR?


TÜRK DEVRİMLERİNE CAN VEREN SİHİRLİ SÖZCÜK “LAİKLİK” NEDİR?

İzzet Polat AROLAT
Atatürkçü Düşünce Derneği
Bilim Danışma ve Yazı Kurulu Üyesi

Atatürk devrimlerinin özü; bağımsızlığını yitirmiş, bilimde, sanatta, teknikte,, ekonomide, yaşamın hiçbir alanında başarı göstermemiş koskoca bir
Osmanlı İmparatorluğu. Okuma-yazma oranı erkeklerde %10, kadınlarda %4.
Yıkılmış viran olmuş bir ülkeden, çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkmış,
halkı mutluluk içinde çağdaş bir ulus yaratmaktır.

Durumu kısaca özetlemek gerekirse; yükselme dönemi dahil, yönetim padişahların elindeydi, yasaları o koyardı. Dünya işlerine vezirler, din işlerine şeyhülislam bakardı. Hilafetin kabulü ile (1517) ve sonraki yıllarda din yönetim içinde gittikçe ağırlık kazandı. Bilim ve teknikten gittikçe uzaklaşıldı. Devlet din kurallarına göre yönetilmeye başlandı.
Oysa Batı toplumları, Rönesans ve Reform hareketleriyle Ortaçağ karanlığından kurtuldular. Bilim ve akıl tek yol gösterici olarak kabul edildi. Din giderek dünya işlerinden elini çekti. İnsanların vicdanlarında yüce yerini aldı. Aklın ve bilimin yol göstericiliği, beraberinde, bilimde, teknikte, sanatta, ekonomide yeni ufuklar açtı. Derebeyliklerin, imparatorlukların yerini cumhuriyetler aldı. Demokrasiye giden yolun önü açıldı.

Osmanlı Devletinde ise; matbaa 1450’li yıllarda icat edildiği halde Osmanlı Devletine 278 yıl sonra ancak girebildi. Osmanlı tebası Rumlar ve Ermeniler, kendi matbaalarını kurdular. İncil’i ve Tevrat’ı kendi dillerine çevirdiler. Kuran-ı Kerim 1931 yılında Atatürk’ün sayesinde Türkçe’ye çevrilebildi. Ezan halen Arapça okunuyor.
1450’li yıllarda İtalya’da üniversite kuruldu.

Fatih Sultan Mehmet ise Ali Kuşçu ve Molla Hüsrev’i medrese kurmakla görevlendirdi.
Yani 1500’lü yıllardan başlayarak Batı, din ve devlet işlerini ayırırken, aklı ve bilimi yaşamın bütün alanlarında yol gösterici olarak kabul ederken, bizim toplumumuz giderek taassubun pençesinde geriledi, durakladı, parçalandı.
Sanayide hiçbir başarı gösteremedi. Ticaret büyük ölçüde Rum ve Ermeni tüccarların elindeydi. Para ve güç Galata bankerlerinin eline geçmişti.
Devlet dış borçların faizini bile ödeyemez durumuna düşmüş,
vergilerini Duyun-u Umumiye aracılığı ile topluyordu.

Emperyalist ülkeler çökmüş devleti soymakla yetinmiyor, topraklarını da elerlinden alarak Türkleri Anadolu’dan sürmek istiyorlardı.

Birinci Dünya Paylaşım Savaşından yenik çıkmıştık. Sıra topraklarımızın paylaşılmasına gelmişti. İşte tam bu sırada Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal ortaya çıktı. Paşalar ve Türk halkı O’nun arkasındaydı. Dünyanın ilk Kurtuluş Savaşı kazanılmış, Lozan’da sınırları çizilmiş bağımsız bir Türk Devleti kurulmuştu.
Sıra daha büyük, daha zor bir savaşa gelmişti. Çağdaş dünya milletlerinin eşit, çağdaş, saygın bir üyesi olmak.

Bu hedef daha büyük Devrimi gerçekleştiriyordu.
Büyük Atatürk işte bu devrimi gerçekleştirdi.

Batı toplumu Rönesans ve reform hareketleriyle sürekli ve hızlı bir değişim sürecine girmiştir. Derebeylikler yıkılmış, Kilisenin dinci taassubu, yani ortaçağ karanlığı yerini Aydınlanma devrimine bırakmıştır. İmparatorluklar Cumhuriyet’e giderek Demokrasiyle yönetilen Devletlere dönüşmüştür.

Bilimde, sanatta, teknikte hızlı bir gelişme olmuş kıtalar keşfedilmiş, deniz ticareti
başta olmak üzere, ekonomide büyük gelişmeler olmuştur.

1789 Fransız İhtilali kardeşlik – eşitlik – özgürlük hareketlerinin ateşleyicisi olmuştur.

Fakat bütün bu gelişmeler yıllarca süren savaşları da beraberinde getirmiştir. Yüzbinlerce insanın ölümüne neden olmuştur.
Eşitlik ve özgürlük sloganıyla başlayan aydınlanma hareketi,
aynı zamanda sömürgeciliği de beraberinde getirmiştir.

Ancak hiçbir bilgi birikimi olmayan yanmış yıkılmış bir imparatorluğun küllerinden çağdaş uygarlık düzeyine erişmiş bir ülke kurma girişimi gerçekçi olabilir miydi?
Yukarıda işaret ettiğimiz gibi Batı’nın 500 yıla yakın sürede on binlerce insanın ölümüyle sonuçlanan, bilim, sanat adamlarının ağır bedeller ödeyerek gerçekleştirdiği aydınlanma devrimini başarmak olanaklı olabilecek miydi?

  • Halk bilerek, isteyerek cahil bırakılmıştı.

Medreseler, tekkeler, zaviyeler elinde insanlar köleleşmişti. 13 milyon olan nüfusun yaklaşık yarısı sıtma, verem gibi salgın hastalıkların pençesine düşmüştü.
Genç nüfus büyük ölçüde savaş meydanlarında ölmüştü.
Nüfus çocuklar, yaşlılar ve kadınlardan oluşuyordu.

Kalkınmanın önündeki en büyük engel Saltanat kaldırılmıştı. Cumhuriyet ilan edilmişti.

Fakat en büyük hedef olan çağdaşlaşma nasıl gerçekleşecekti?
Kalkınmanın eşitlik ve özgürlük hedefini gerçekleştirecek sihirli sözcük “Laiklik” ti.
Cumhuriyet’in ayakta kalması beklenen amaçlara ulaşmada akıl ve bilim yol gösterici olacaktı ama sağlıklı kararlar verebilmek için kör inançlardan kurtularak,
aklın özgürleşmesi gerekiyordu.

İşte bu özgürleşmenin sigortası Laiklik olabilirdi.

Din işleriyle dünya işlerinin ayrılması, dinin insan vicdanındaki yüce yerini alması
ve dünya işlerini ise akıl ve bilimin yol göstericiliğiyle çözmek gerekiyordu.

400 yıl hilafetle yönetilmiş, geri kalmış yoksulluğun yazgı gibi kabul edildiği bir toplumda, aklı ve bilimi yol gösterici olarak kabul etmek pek de kolay değildi.
Toplumun yarısını oluşturan kadınların %4’ü okuma yazma biliyor ve sofradaki yeri öküzden sonra geliyordu. Çok kadınla evlilik, mirastan 1/2 oranında pay alma
yasal olmakla birlikte kadınların mirastan pay almaması dinin buyruğu algılanıyordu.

Kadınları yasa karşısında eşit duruma getiren Medeni Kanun kabul edilmişti. Mecelle’nin kaldırılarak İsviçre’den alınan medeni kanunun kabulü
çok büyük bir değişimdi.

Ekonomik kalkınma büyük başarıyla sürüyordu. Gerici ve bölücü güçlerin desteklediği başkaldırılar Devrimin kararlı yaptırımı ile önleniyordu.

Latin harflerinin kabulü Kültür Devrimi’nin dev adımlarından biriydi.
Kılık kıyafette yapılan değişiklikler bile gerici dirençle karşılanıyordu.
Fesin kaldırılmasında bile güçlükler çıkarılmıştı.

Takvim değişti. Ağırlık ölçüleri, çağdaş milletlerle aynı oldu.

  • Devrimin aydınlatma feneri laiklik, 1931’de Altı Ok‘un önemli bir ilkesi oldu.

Laiklik yalnız, din ve devlet işlerinin ayrılması değildir.
Aynı zamanda inanç özgürlüğünün bir güvencesidir.
Ayrıca tüm yaşamı kapsayan bir yaşam biçimidir.
Sanatta, bilimde özgürlüktür.
Sosyal yaşamda ayatta yol gösterici akıl ve bilimin dayandığı temel ilkedir.
Şeriata karşı Medeni Yasadır. Padişahlığa karşı Cumhuriyet, ümmete karşı millettir. Sosyal yaşamda kadın erkek eşitliğidir.
Kulluğa karşı, bireyin özgürlüğüdür.

Yani insanı insan yapan tüm girdilerin ana kaynağı, besleyicisidir.

Ulus olmanın olmazsa olmazıdır.
Laik olmadan bir ülke bağımsız olabilir mi?
Laik bir toplum mutlaka bağımsızdır.

Demokrasi, her anlamda gelişmiş toplumların yönetim biçimidir.
Bir ülke laikliği tüm bireyleriyle içselleştirmemişse o ülkede Demokrasiden
söz edilemez. Toplum ümmetten millete geçememişse o tür toplumlarda demokrasi olamaz.

Demokrasi fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür insanlar ister.

Özgür insan da ancak laik bir toplumda gelişir.

  • Ülkeyi yeniden ortaçağ karanlığına sürüklemek isteyenlerin, en çok saldırdıkları, Devrimin laiklik ilkesidir.

Laik düşünce toplumda egemen değilse o toplum her türlü gerici akımın cirit attığı bir ortam oluşturur.

Cumhuriyet’in, Devrimciliğin, Halkçılığın, Milliyetçiliğin, Demokrasi’nin yaslandığı temel ilke Laikliktir.

Laiklik, İslam dinin yücelmesinin de temel ögelerinden biridir.
Atatürk, 1 Mart 1924’te TBMM’nin 2. dönem 1. toplanma yılını açarken,
sözü dine getirerek, bunun gibi mensubu olmakla içimizin rahat olduğu ve
mutlu olduğumuz İslam dinini, yüzyıllardan beri olabildiği gibi bir siyasa aracı olmaktan kurtarmak ve yüceltmenin gerekli olduğu gerçeğini işlediğini gözlemliyoruz.

Büyük Atatürk hurafeler elinde tutsak olmuş bir ümmet toplumundan;
medeni, çağdaş bir ulus yaratmak istiyordu. Kendi kararlarını kendilerinin verdiği,
özgür bireylerden oluşan bir toplum, elbette ki çağdaş ulus olmanın önkoşulu
laik eğitimden geçer. Şeyhler dervişler ülkesinde çağdaşlıktan söz edilemez.
Onun içindir ki, 29 Ekim Cumhuriyet’in ilanından dört ay sonra Tevhid-i Tedrisat adlı Öğretimin Birleştirilmesi yasasını çıkarmıştır.

Öğretimde birliği sağlamak amacıyla, daha sonra gerici kültür kaynakları medreseler, tekkeler, zaviyeler kapatılmıştır. Bu yolla çağdaşlaşmanın önündeki engeller kaldırılmıştır.

Din işlerine bakmak üzere Diyanet İşleri Başkanlığı durulmuştur.

Sonraki yıllarda Latin harflerinin kabulü ile okuma ve yazma kolaylaştırılmış,
geniş halk kitlelerine ulaşma olanağı doğmuştur.

Devrimlerin hemen hepsi dikkatle incelendiğinde, demokrasiye giden hedef
mutlaka görülecektir.

Demokrasi ise, başka girdilerle birlikte Laiklik ilkesine yaslanmaktadır.
Bir ülkede laiklik ilkesi içselleştirilmeden uygulanan demokrasi eksiklidir.
Giderek sömürge demokrasisine dönüşür.

Laiklik; her türlü inanç, gelenek ve toplumsal baskıdan kurtulmak ve
özgür davranmak demektir.

Her türlü gelişmenin büyülü anahtarı Devrimlerle birlikte Laiklik ilkesidir.

FECİ BİR DURUM


FECİ BİR DURUM

Görsel

 FECİ BİR DURUM

Ceyhun BALCI

Ceyhun_Balci_portresi

CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu,
ABD Büyükelçisi ile bir otelde görüştü!” (Gazeteler)

Yukarıdaki tümcede “bir otelde” sözcükleri yer almasaydı üzerinde durmaya değmezdi. Muhalefet partileri de
tıpkı iktidardakiler gibi büyükleçilerle ve başka yabancı yetkililerle görüşebilirler. Hiç kuşkusuz görüşmenin
içeriği de bir  o kadar önemlidir.

Ancak, bu görüşmenin bir otelde gerçekleşmesi öncelikle sorgulanacak konudur.

Bu görüşme CHP Genel Merkezi ya da ona eşdeğer bir yerde  yapılmalıydı!

ABD’ye göbekten bağımlılığı gün gibi ortada olan iktidar partisi bile
böyle bir hataya düşmemektedir.

CHP, ambleminde bu ülkenin kuruluşundaki temel ilkeleri simgeleyen “Altı Ok”un
Partisidir.

Ülkeyi kuran Atatürk CHP’nin de kurucusudur!

Atatürk sonrasının Milli Şef’i İsmet İnönü CHP’nin ikinci önderidir.

Öte yandan, görüşmeye bir çevirmenden başka hiçbir yetkilinin katılmadığı bilgisi alınıyor. Bu da eleştiri konusudur! Ama, öncelikle görüşmenin gerçekleştiği yerle ilgili kabul edilemezliğin hesabı sorulmalıdır!

Ana muhalefet partisi CHP iktidarda olmamasına karşın bu yaşamsal hatasıyla Türkiye’yi bağlayan bir yanlışın altına imza atmıştır. Bu yanlışın hesabının yaklaşmakta olan seçimlerde siyasal karşıtlarca sorulacağından kuşku duyulmasın!

Buna fırsat verilmeden; bu feci durum irdelenmeli ve gereği yapılmalıdır!

Prof. Dr. Türkkaya ATAÖV : Doksanıncı Yılında LOZAN

Dostlar,

Türkiye Cumhuriyeti’ni var eden, Sevr’i yırtıp atan görkemli Lozan Antlaşması’nın
90. yılındayız..

Ciddi sorunlarımız var.. ama umtlarımız ve birikimimiz de!
Örn. Halk direnişi – ayaklanması artık gündemdedir ve belirleyici olacaktır.

Lozan bağlamında biz de geçen yıl 14 sayfalık kapsamlı bir rapor yazmıştık.
Konuya özel ilgimiz nedeniyle.. Lozan’da Prof. Dr. Veli SALTIK,
Başdelege İnönü‘nün danışmanıydı..

90. Yılında Lozan Antlaşması ve Türkiye’nin Geleceği
(The Lausanne Treaty at the 90th year and future of Turkey)

(http://ahmetsaltik.net/89-yilinda-lozan-antlasmasi-ve-turkiyenin-gelecegi-the-lausanne-treaty-at-the-89th-year-and-future-of-turkey/, 24.7.13)

  • Lozan Antlaşması ülkemizin hem tapusu hem de tabusudur!

Bu bağlamda, yetkin bilim insanı ve katıksız Atatürkçü – Kemalist Sayın
Prof. Dr. Türkkaya ATAÖV’ün  9 sayfalık kapsamlı makalesine yer vermek istiyoruz.
(Yazı ADD webinde de yayımlanmıştır, pdf olarak da okunabilir :
90._Yilinda_Lozan, 24.7.13)

Sevgi ve saygı ile.
24.7.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

 ======================================

Doksanıncı Yılında LOZAN

türkaya ataöv

 


Prof. Dr. TÜRKKAYA ATAÖV

 

 

Yaklaşık on beş yıl önce 1. Dünya Savaşı bağlaşığımız Macaristan’ın başkenti Budapeşte’yken, Kapu (Türkçede “Kapı”) dergisi yöneticisi bana büyük bir coşku içinde şu soruyu sormuştu:

“1914-18 Savaşında Almanya, Avusturya, Macaristan, Osmanlı devleti ve Bulgaristan olarak topluca yenildik ve kazananlar her birimize hiç de haklı olmayan birer antlaşmayı (Versailles, St. Germain, Neuilly, Trianon ve Sèvres) zorla imzalattırdılar.
Bunlar arasında yalnız siz Sevr’i reddedip onun yerine Lozan’ı kabul ettirebildiniz.
Koca Almanya bile hiçbir şey yapamazken, bu mucizeyi nasıl başardınız?
Bunu hemen yazıp basılmak üzere bize yollayabilir misiniz?”

Ankara’ya döner dönmez (sanırım 16 sayfalık) bir yazı hazırlayıp gönderdim.
Bir Balkan dergisinde basıldığını sonra gördüm.

Mucizenin sırrı çok kısa olarak şuydu:

İstanbul’daki hükümet işgâlcilerle işbirliğini sürdüre dursun, Ankara yönetimi (1) bir yandan yöresel başkaldırmalar, silâh sağlama zorlukları, parasal engeller ve Çerkez Ethem ihaneti gibi sınırlamalara karşın muntazam orduyu kuruyor, (2) öte yandan
önce geçmişte on üç kez savaşmış olan Rusya’nın yeni iktidarıyla ve Sakarya zaferinden sonra da eski düşmanlarından Fransa ile antlaşmalar yapıyor, (3)
Yunan ordusunu da savaş alanlarında art arda yenilgilere uğratıyordu. Bu mucize olağanüstü bir önderin başı çekmesiyle halkın, askerin ve diplomasinin uyumlu bir zaferiydi. Dünyanın ve Sultan-Halife çevresinin beklemediği, giderek istemediği
bu başarının baş mimarı Mustafa Kemâl İstanbul’a askerlikten istifa mektubunu yolladığında, gerçekte halkın desteğine ve kendinin örgütçülük yeteneğine güveniyordu. Anadolu’ya geçenlerin tümü O’nun önderliğine inanmışlardı. Örneğin, “On beşinci Kolordumla emrinizdeyim” diyen Kâzım Karabekir de, Hamidiye kruvazörünün unutulmaz kahramanı Rauf Orbay da, O’nun en son başbakanı, sonra Demokrat Parti kurucularından ve kendi anı kitabında “O olmasaydı hiçbirimiz başaramazdık” anlamında yargısını açıkça söyleyen Celâl Bayar

Halkımızın ona olan inancına verilebilecek örnekler de uçsuz, bucaksızdır.
Ben başkalarının bilmeyeceği bir örneğin kısaca sözünü etmek istiyorum.
Ünlü ressamımız Feyhaman Duran’ın eşi (gene ressam) Güzin Hanımı o seksen beş yaşındayken tanıdım. 1920’lerde nasıl evlendiğini anlatırken, Feyhaman Bey’in ailesiyle konuşmaya geldiğinde, babasının damat adayından işini, gelirini araştırmayıp yalnız “Ankara hükümetini kurmuş olan Mustafa Kemâl’e ne dersin?” diye sorduğunu,
“çok beğenirim, desteklerim, umut O’ndadır” diye yanıtladığından, “Öyle diyorsan, kızımı verdim..” diye konuşmayı bitirdiğini aktarmıştı.

Yunan askeri emperyalizmin bayraktarı Britanya’nın desteğiyle İzmir’e çıktığında, kimi Osmanlı kabine üyeleri yalnız “Allah, Allah!” diyebilmişlerdi. Sultan-Halife bu işgâle karşı çıkan Ankara’daki Meclis’in ve onun ordusunun cezalandırılmasından yanaydı. İzmir’e değin her yeri kurtarış Mustafa Kemâl’in 17 arkadaşıyla Samsun’daki üç iskeleden en küçüğüne ayak basmasıyla başlar. Bu anlamda, Samsun yalnız bir kent ya da bir il değil, şanlı bir geleceğin ilk basamağı, uzun bir yolun birinci büyük kilometre taşıydı. Samsun’dan, Erzurum’a, Sıvas’a, Ankara’ya, Afyon’a, İzmir’e ve Lozan’a. Bu gurur dolu olayları, içine onlarla bağlantılı kendi anılarımı da yer yer katarak, burada çok kısa biçimde özetlemek istiyorum.

O günlerde, önemsiz bir kukla olan Sultan-Halife bir yana, Anadolucular içinde bile kimi kafalar iki seçenekten birini düşlüyorlardı: ya Amerikan mandası ya da her bölgenin kendi başının çaresine bakması. İlki toptan ölüm, öteki parça parça ölüm. Gömütlüğü andıran anayurtta yetenekli bir ulusun barındığını gözlemlemiş olan Samsun yolcusu yalnız halkımıza güvenerek topluca kurtulma kararındaydı. Bu istenç emperyalizmi sallayan ve sonunda dize getiren karardır.

Sovyet önderine ilk mektubu yazan Mustafa Kemâl’dir. O mektubu ilk kez fakültemin
(AÜ SBF) bilim dergisinde ben yayınlamıştım. Başka devlet temsilcilerini ihmal etmeyen de O’ydu. Art arda zaferlerin başkomutanı da O. Örneğin, Sakarya’da bir ulusun egemenlik düşüncesiyle başka bir ulusun istilâ ve yağma düşüncesi 21 gün, 21 gece (22 Ağustos – 12 Eylül 1921) birbiriyle boğuştu. Bu zaferin haberi Asya’ya ulaşınca, Bangla dilinin büyük ozanı Nazrul İslâm, on beş gün içinde “Kemâl Paşamız” başlıklı (kitap boyutunda) uzun bir şiir yazıp Kalküta’da bastırmıştı.
Ölüm-kalım savaşımı içinde olduğumuz 1921 yılında bizim bundan haberimiz bile olmamıştı. Ben ozanı ve şiirini Türkiye’de ilk kez 1953’deki bir yazımla duyurdum.

Mustafa Kemâl bir ulusu ölüm döşeğinden kaldırıp dinçleştirdi. Kadere boyun eğmeye alışkın insanları yüreklendirdi, çatırdayan yurdu onlarla birlikte uçurumun kıyısından çekip çıkardı. Lozan’la taçlanan bu mucize üç anakaranın sömürgelerine ve yarı-sömürgelerine örnek oldu. Tarihsel oluşum kurtuluş davasının önderliğini bize vermişti; Curzon’a, Mussolini’ye, Mikado’ya, hattâ henüz Hind’e, Çin’e, Mısır’a, Cezayir’e ya da Vietnam’a değil. Ulusal kurtuluş akımları tarihsel kökenleri yönünden, uluslararası bir çelişkinin, yani sömürgeci ülkelerle sömürge ve yarı-sömürgeler arasındaki ekonomik ve siyasal çatışmanın sonucudur. Ulusal kurtuluş akımları bu çelişkiyi yok etme amacındadır. Bu nedenledir ki, yüzlerce, binlerce Asyalı yeni doğan çocuklarına “Mustafa Kemâl” adını verdiler; ben “Mustafa Kemal Paşa” adlı (“Paşa”sıyla birlikte) Hindistan’da bir bakan ve Britanya’da bir sosyal bilimler profesörü tanıdım.
Bu anılarımı Türkiye’de bir dergide ve Londra’da bir kitapta yayımladım.

Ankara Hükümeti’nin Ulusal Kurtuluş Savaşı yıllarındaki diplomasi atılımları başlı başına akılcı ve becerikli dış siyaset örnekleriyle doludur. Eski ön yargıları bir yana koyup
yeni Rusya’ya elini uzatarak Doğu cephesinin güvenliğini sağlayan Mustafa Kemâl’di.
16 Mart 1921 Antlaşması Ankara’ya çok şeyler kazandırdı. Orada büyükelçiliğe atanan Ali Fuat Paşa (Cebesoy) anı kitabında bu ilişkilerin türlü yönlerini ilk elden anlatır.
Türk Heyeti Moskova’dayken Afganistan’la 1 Martta yapılan antlaşma da Ankara yönetiminin uluslararası sahnede ilk tanınmasıdır. Sakarya zaferi bize Fransa gibi bir Avrupa devletiyle ikinci büyük antlaşmayı (20 Ekim 1921) kazandırdı. İtalya da 2. İnönü zaferinden sonra Anadolu’dan çekilip gitmişti (5 Temmuz 1921).

Ankara Meclisinin orduları İzmir’e girince, onların başkomutanı halkın karşısına sivil giysiyle çıktı. Mudanya Antlaşmasıyla (11 Ekim 1922) savaş bitmiş, siyasal döneme geçilmişti. Son Osmanlı Sultanı Türk ordusu İstanbul’a girerken Britanya zırhlısıyla kaçmış, İstanbul yönetimi böylece ortadan kalkmış, çifte iktidar sona ermişti.
Türkiye’yi, bundan böyle, yalnız Ankara temsil edecekti. Lozan’da da öyle oldu.
Türkiye orada bütün devletlere ve bir tarihe karşı savaşacaktı. Bunu yapacak olan
Türk heyetinin başkanını seçmek önemliydi. Gazi Mustafa Kemâl Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa’nın Mudanya Konferansı‘nı nasıl yönettiğini görmüş ve kararını vermişti. Emperyalizm Osmanlı pazarını yitip gitmiş sayamıyor, onu yeniden ele geçirme umudunu besliyordu. Dış dünya Türklere ilişkin düşüncelerini değiştirme yanlısı değildi.

Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı Britanya’da Lloyd George’u iktidardan yuvarlamıştı.
Ama şakakları bile viski sarısı terleyen Kedleston Lordu George Nathaniel Curzon hâlâ kendi heyetinin başkanıydı. Lozan’a gelmeden önce Paris’e uğramış, (birkaç kez başbakan ve cumhurbaşkanı olan) Fransız Raymond Poincaré ve (1922’de İtalya’ya faşist iktidarı getirmiş bulunan) Benito Mussolini ile ortak eylem kararlaştırmıştı.
Ünlü romancımız, büyükelçilikten emekli ve 1930-33 yıllarında Türk Devrimi’nin kuramsallaştırılmasını üstlenmiş olan Kadro dergisinin yazarı Yakup Kadri Karaosmanoğlu bana bir gün evinde “Osmanlı döneminde bir ‘düvel-i muazzama’ sözü vardı, ağzına alan tir tir titrerdi; Mustafa Kemâl dönemi bu kavramı yok etti,” demişti.

Nitekim, ayları kapsayan Lozan tartışmaları sırasında İsmet Paşa’nın direnmesiyle Avrupa’nın kodamanları düş görmekte olduklarını anlayacak, Lozan Konferansının ikinci aşamasına Curzon’un yerine boynu eğilmiş bir Sir Horace Rumbold, Fransız Camille Barrère’in yerine de Maurice Bompard gelecekti. Emperyalizm cephelerde de, diplomasi salonlarında da yelkenlerini suya indirdi.

Ancak, hele başında taraflar birbirinden o denli uzaktı ki, Türk ve Britanya heyetleri ayrı ayrı otellerde kaldılar. Türkler kendilerini, haklı olarak, muzaffer taraf olarak görüyorlardı. Lozan’a ülkenin itibar kazanmasını sağlamak ve bunu belgelemek için gittiler.
Türklerin son sözü hep ilk sözü oldu: Tam bağımsızlık! Lozan’da temelde iki kamp vardı: Anadolu’da Ulusal Kurtuluş Savaşının yengini Ankara Hükümeti ve onun karşısındakiler. Yeni Türk iktidarı kapitülâsyonları, dış borçların dizginlerini ellerinde tutanları ve gümrük köleliğini topraklarımızdan çıkarmağa kararlıydı.
Var olma savaşımını barış masasında da kabul ettirecekti.

İsmet Paşa Lozan’a herkesten önce vardı, bir basın toplantısı yaptı ve “beni barış için çağırdılar, geldim, onlar daha gelmediler” dedi. Arada Poincaré ile görüşmek için Paris’e gitti, orada da basın toplantısı yaptı. Daha açılış gününde (21 Kasım) Türk heyeti için ayrılan ikincil yerlere oturmayı kabul etmedi; Curzon gibileri için hazırlanmış oturma yerlerinin aynını istedi. Toplantıyı usulen İsviçre Devlet Başkanı açacak, ardından Lord Curzon konuşacaktı. İsmet Paşa, onun kişiliğinde Türkiye arka plâna itiliyordu. İsmet Paşa Poincaré’nin ricasına karşın, Curzon sözünü bitirirken kürsüye doğru yürüdü ve daha ilk anda ön sıraya geçti. Zeki, azimli ve cesurdu. Başkalarının çok kötü bir havadan korkarak yerlerini iptal ettirdikleri bir gün Bern’den Lozan’a uçakla gelmişti. Sovyet Büyükelçisi Vatslav V. Vorovski orada Rusya’daki yeni düzenin düşmanı (Konradi adlı) biri tarafından öldürüldüğünde, otomobilinden Türk bayrağını indirtmedi. Lozan’a kimi Ermenilerin, ayrıca Çerkez Ethem yanlılarının da geldikleri kuşkusu vardı.

Sinir sataşmalarında soğukkanlı bilinen İngilizler karşısında bile İsmet Paşa kazandı. Lord Curzon o nefis İngilizcesiyle yaptığı uzun konuşmalarını İsmet Paşa’nın hiç umursamadığını hayretle görüyordu. Kimi zaman iyi işitmediğini ileri sürerek, birtakım sözlere aldırış etmiyor, yanıt bile vermeğe değer görmüyordu. Sık sık danışmanlarıyla konuşmak istediğini söylüyor, Ankara’yla özellikle Mustafa Kemâl’le temasını hep sürdürüyordu. Mustafa Kemâl çok iyi zamanlama ustasıydı ve yabancıların zaaflarından da yararlanıyordu. Yeni Türkiye’nin baş temsilcisi karşısına çıkanları yordu, yıprattı, tüketti. Şunu da anımsattı: “Ben Mondros’tan değil, Mudanya’dan geldim.”
Köprünün altından çok sular (ve kanlar) akmıştı.

Eski Osmanlı görüşmecileri kendilerini öteki devletlerle eşit düzeyde görmezlerdi. Meşrutiyet döneminin değerli bir devlet adamı olan Rıfat Paşa Lozan’da İsmet Paşa’nın tavrını değerlendirirken, “biz bunların yüzde-birini bile yapamazdık!” demiştir.
Lozan’da heyetimizin başında koşulsuz egemenlik isteğimizi korkusuz savunabilecek biri bulunmalıydı; Bu kişi Mustafa Kemâl olmayacaksa, İsmet Paşa olacaktı. Kulağının iyi işitmediğini söylemesine ilişkin olarak, İsmet Paşa’nın eşinin yakın akrabası gazeteci Şinasi Nahit Berker’den dinlediğim bir olayı bu bağlamda özetlemek isterim.

2. Dünya Savaşının son yıllarına doğru başkentimize Britanya’dan gelen resmî kişiler ve gazeteciler, bir akşam yemeği davetinde, uzun masanın en başında oturan o zamanki Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye Türkiye’nin savaşa Müttefikler yanında ne zaman gireceğini birkaç kez sormuş olmalarına karşın, “işitemedim, ne diyorlar?” biçiminde tepki göstermiş. Aynı masanın uzak öteki ucunda karşı karşıya oturan iki Türk gazetecisinden Şinasi Nahit arkadaşına usulca masa üstündeki içki şişelerinden birini kimseye belli etmeden iki bacağının arasına yere koyduğunu ve oradan çıkışta odalarında içmeyi sürdürebileceklerini söylemiş. İngilizlerin hemen yanında oturup savaşa girme konusunu işitmediğini söyleyen İnönü ta uzaktaki bu fısıltıyı anlayarak, gazeteciye seslenmiş. “Şinasi, burada içtiklerin yetmedi mi?”

Lozan’a dönelim..

Yabancıların ele geçirip 400 yıldır pekiştirdikleri kapitülâsyonlar
en çetin konularının birincisiydi. Eski düzende vergiyi Türkler verecek, askere onlar gidecek, cephelerde onlar ölecek, ama kazanç damarlarının üstüne yabancılar tüneyecekti. Demiryolları, madenler, bankalar ve kamu hizmetlerinden kazançlar
onların denetimi altındaydı. Lozan’da karşımıza dikilenler alıştıkları ayrıcalıklarda
ısrar ettiklerinde, İsmet Paşa “Je ne peux pas!” (Yapamam) diyordu. O kadar ki, antlaşma bir ara imzalanmadan kaldı. Görüşmeler 21 Kasım 1922’de başlayıp
24 Temmuz 1923 değin sekiz ay sürdü. Arada 4 Şubat’ta kesildi, 23 Nisan’da yeniden başladı.

  • Kapitülâsyonların tümünü onlardan kan akıtarak ve diplomasiyle aldık.

Lozan’a tümü temelde Türklere karşı birleşme ortak paydasında gelmişlerdi.
Türk heyeti ise, bu türlü yabancı müdahalesinin Osmanlı devletinin gelirlerine
el konması ve parçalanmasında başlıca neden olduğunun bilincindeydi.
Heyetimiz bu konuda ne pazarlık, ne ödün kabul etti.

İsmet Paşa, bir ara Amerikan gözlemcisi Büyükelçi Joseph Clark Grew ile de yedi saat konuştu, O’na Türk görüşlerini anlattı. Roderic H. Davison, “Diplomatlar” adlı kitabının bir bölümünde (s. 199-209) kendine pek güvenen Curzon’un taktiklerinin yarar sağlamadığını belirtiyor. Britanya Heyetinden Sir William Tyrrell de yazanağında
diyor ki:

  • “İki türlü Türk biliyorduk. Eskiler ve Jön Türkler. İkisi de sahneden silindi. Bu üçüncüsü hiçbirine benzemiyor. Kişiliği toplantıyı çok etkiledi. Şimdi, buranın ağır basan kişisi bu.” 

Bir ara Ankara’ya dönmüş olan İsmet Paşa Lozan’a bir daha gidişinde, Curzon ayrılmış, yerine Rumbold gelmişti. Türkiye gene çok iyi hazırlıklıydı. Her iki taraf da savaş istemediğine göre, anlaşma oldu. Gündemdeki dizelge uzundur. Örneğin: Türk devletinin Trakya, Irak, Suriye ve Ege Denizi’ndeki sınırları; ulusal sınırlar ötesinde Türkiye’nin Mısır, Trablusgarp ve Kıbrıs Adası gibi yerlerden hukuken de çekilmesi; Rum, Ermeni ve Yahudi azınlıkları; Patrikhanenin konumu; kapitülâsyonların tümden sona erdirilmesi; Türk Boğazlarında sınırlı açıklık; Boğazlar Komisyonu; Düyunu Umumiye, özel borçlar ve sigorta borçları; ahali değiş-tokuşu; savaş tutsakları; gömütlükler…

Türk heyeti TBMM’nin kendine verdiği 14 genel hükmün hemen hemen tümünü yerine getirdi. Ekonomi yalnız Türk yasalarına bağlı olacaktı. Kapitülâsyonların tümü ve tazminat kaldırıldı, borçlar ileri tarihe atıldı, Musul sorunu ile Türk Boğazlarının yalnız Türk askerinin denetimi altında olması sorunları ertelendi. Britanya Türklerin de bulunduğu Musul ve çevresini ateş-kes antlaşmasından sonra, yani imzasını çiğneyerek ve hukuk-dışı olarak işgâl etmişti. O zaman Suriye cephesinde komutan olan Mustafa Kemâl’in Sadrazam İzzet Paşa’ya bu konuda protestolar yağdırdığı bu bağlamda anımsanabilir. Britanya emperyalizmi oradaki petrolün peşindeydi. Londra Musul’a
el koyuşunu, 1925’de Anadolu’nun güney-doğusunda kimi Kürtlerin başkaldırmasıyla birleştirerek kendi yararına sonuçlandırdı. Türk Boğazlarına Türk askeri 1936 Montreux Antlaşmasıyla girecek ve oradaki Uluslararası Komisyon ortadan kaldırılacaktı.

Lozan’da, böylece, yeni Türkiye ile yedi devlet arasında 24 Temmuz 1923’de
çok önemli bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşma emperyalist devletler koalisyonuna karşı 20’nci yüzyılın ilk Ulusal Kurtuluş Savaşını başarıyla sonuçlandırmış olan Türkiye’nin var olma istencini barış masasında da kabul ettirmesidir. Sonraki yılların İstanbul Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Cemil Bilsel Lozan adlı iki ciltlik kitabında der ki:

  • “Türk milleti istiklâlini kendi aldı. Bunun bir safhası (aşaması) Lozan’dır.”

Atatürk de 15 Ocak 1923’de:

“Lozan Konferansı basit bir meseleyi hâl ile iştigâl etmiyor (çözümle ğraşmıyor)…
Asârın terekküm-ü mesâilini (yüzyılların sorunlarının birikimini) bizden soruyorlar.”

Nutuk’da da diyor ki:

  • “Lozan Barış Antlaşması Türk Ulusu’nun yüzyıllardan beri hazırlanmış ve Sèvres Antlaşması ile tamamlandığı sanılmış, ‘büyük bir suikastın inhidâmını (yıkılışını) ifade eder’ bir belgedir. Osmanlı tarihinde benzeri görülmemiş bir ‘siyasal zafer’ yapıtıdır. 

Lozan için dışarıda da genel kanı şudur:

  • “Antlaşma Türkler için eşine ender rastlanan bir zaferdir.”

İsmet İnönü yıllar sonra birkaç televizyon ve bir Türk Tarih Kurumu konuşmasında, ayrıca 1966’da evindeki bir konuşmamızda bana da şunu söylemişti:

Lord Curzon’un şu vurgusunu hiç unutmadım. Toplantıda dedi ki:

  • ‘İstediklerimizi yeni Türkiye’yi temsil ettiğinizi söyleyerek hep geri çeviriyorsunuz. Hiçbirini kabul etmemeniz üzerine, bunları artık işe yaramıyor diye, çöp tenekesine attığımızı sanmayınız. Her birini gene cebine koyuyorum…’

Lord Curzon’un bu uyarısını hiç aklımdan çıkarmadım.”

Lozan görüşmeleri yeni Türkiye’nin içte ve dışta dilediği yönde gelişmesi için gerekli altyapının kendine bırakılmasını güvence altına alarak sona erdi. Toplumların egemenlik çabaları sonunda bir çelişkiden ötekine sürüklenmemeleri için, yüksek teknik ve büyük ekonomik kuruluşlar toplumun denetimi altında olmalıdır. Ulusal kurtuluş akımlarının bir tarihsel işlevi ulus yapısında feodal ilişkileri ve Orta Çağ kurumlarının enkazını yok etmektir. Bunun bir ikiz işlevi de yeni sanayinin genişlemesiyle oluşacak işçi ve sermaye sınıfları çatışmasının kanlı aşamalara dönüşmesini önlemektir.
Bu çerçevede Türk Ulusal Kurtuluş Akımının nesnel konusu hem ulus içinde, hem uluslararası düzeyde çelişkilerin ortadan kaldırılmasıyla, özgür ve ayrıcalıksız bir
ulus yaratmaktır. Bu akım ulusun bağımsızlığını hedef tutar, ama yalnızca onun kazanılmasını değil, korunması ve sürdürülmesi için de ulusal birliği zedeleyen zümreci ve sınıfçı baskılara da karşı çıkar.

Ankara Hükümeti önce dışla hesaplaştı, sonra içe yöneldi. Yabancı sorunu çözülmeden içe bakmak olası değildi. Ancak, içte de temel değişiklikler olmadıkça, dıştaki kazanımlar da boşa çıkardı. Dışa ilişkin adımı bir bayrak gibi hemen açanlar
“Altı Ok”da simgelenen ilkeler toplamını uygulamaya koyuldular.

Mustafa Kemâl Cumhuriyet daha ilân edilmeden İzmir’de toplanan iktisat kongresinde (17 Şubat – 4 Mart 1923) kalkınmanın yol haritasını doğru olarak çiziyordu.
“Köylü milletin efendisidir” sözleri yalnız bir slogan değil, âşârın kaldırılması, devletçe sağlanacak tarım makineleri, tohum ve ilâç, yeni ziraat okulları, Ziraat Bankası kredileri ve köy enstitüleri gibi okullarda eğitim görecek (eski köy çocukları) öğretmenlerle dört-dörtlük bir kalkınma siyasetiydi. Tarım ürünlerini satın alınan ya da yeni yapılan çok sayıda demiryolu tüketim noktalarına taşıyacak, bu sermaye birimiyle fabrikalar yapılacaktı. Ülkemizde üretilen demiryolu raylarının Almanya’dakinden dört kat daha sağlam ve güvenilir olduğuna ilişkin uzman değerlendirmeleri geldi. Bilim rehber oldu, çağ-dışı düşünceler yerine lâiklik anayasaya girdi. İktidar önce karma, ardından devletçi bir ekonomi siyaseti izledi. Tüm siyasal ortam halkçıydı. Avrupa’da faşizmden kaçanlar aydınların ve sıradan kişilerin ilk tercihi ileri Türkiye Cumhuriyeti’ydi. İnönü’nün gene bana (1966’da) bir kez söylediği gibi, Atatürk ona birlikte iktidarı bırakıp devrimlere karşı çıkmayacak bir muhalefet partisi kurma önerisinde de bulunmuştu. Bütün bunları yaparken, “damarlardaki soylu kan” dediği anlayış gerçekte Türk ulusumuzun daha da zenginleştireceği kendi gizilgücüydü. Sürekli olarak bir kültür devrimcisi olduğundan, yeni toplumu yapıları ve içeriğiyle Türk Gençliğine, yani gelecek kuşaklara bıraktı.
“Ne mutlu Türküm diyene!” sözcükleri de ulusuna inancının bir ifadesidir.
Onun yeteneklerine inanan ve bu yaratıcılığı bizzat harekete geçirip kanıtlamış önder olarak Türklere kendine güven verme çabasıydı.

Bütün bunlar için “yurtta barış, dünyada barış” içtenlikle gerekli olduğundan,
bu eksendeki sözleri de yalnız güzel bir slogan değildi. (Türkiye’yi Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya ile bir araya getiren) Balkan (1934) ve (gene Türkiye’yi Irak, İran ve Afganistan’la aynı safta buluşturan) Sadaabad (1937) Paktlarında Türkiye’nin öncüğünün anlamı budur. Gerçek tehlikenin büyük devletlerden geldiğini bilen Atatürk Avrupa ve Asya komşularımızı bir araya getirmenin en doğru dış siyaset olduğunu biliyordu. Onun başarılı Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras 1970’lerde bana “2. Dünya Savaşı öncesi ve sonrasının olayları Atatürk’ün dış siyaset çizgisinin ve uygulamasının ne denli doğru olduğunu kanıtladı” demişti.

Atatürk’ün öncülüğündeki devrim kasırgasına ilk büyük darbe 1944’de Köylüyü Topraklandırma Yasa Tasarısının geri çekilmesini ve Köy Enstitülerinin kapatılmasını isteyen büyük toprak ağaları ve onların sözcüleri vurdular. İkinci Dünya Savaşının sona ermesiyle ortaya çıkan yeni denge özellikle 1990’lardan sonra yeni-sömürgeciliğin çağdaş biçimi olan küreselleşme ve özelleştirmeye yol açtı.

2. Dünya Savaşının sona ermesinden iki yıl sonra (1947) başladığı kabul edilen
Soğuk Savaş ortamında, yengin devletlerden biri, giderek birincisi olan ABD etki alanını Doğu Yarı-küresinin dışına taşırıp Eski Dünya’da da söz sahibi olmak için yeni fırsatlar kolladı. Bu konumda Sovyet Blokuyla açıkça, ama kendi bağlaşıklarıyla da üstü kapalı olarak yarışıyordu. Sermayesi ve askeriyle genişleme önderliğini Britanya’nın elinden aldı. Yaklaşık kırk yıl süren “çift kutuplu” (kimilerine göre, “Üç Kutuplu”) dünya düzeni 1980’lerin sonunda ya da SSCB’nin dağılmasıyla (1991) tek bir süper gücün egemenliğine indirgendi. Şimdi, “G7” ya da (Rusya’nın eklenmesiyle) “G8” diye anılan endüstrileşmiş büyük uluslar topluluğunu kendine birçok yönden bağlamış sayılır.
ABD silâhlı kuvvetlerinin bütçesi geri kalanların toplam askerî harcamalarına neredeyse eşittir. Ham madde, ucuz emek ve geniş tüketim pazarı olan her yere “ticarette özgürlük” adına giren çok-uluslu şirketlerde ağırlık ondadır. Dünya iletişim ağı üstünde egemendir. Belirli kilise örgütlerinin desteğini kazanmıştır, kendi siyasi partileri ya bir din partisi olmuş ya da Orta Çağ karanlığıyla flört eden bu gerçek karşısında susmaktadır. Kültür emperyalizminin ustası durumuna gelmiş, “yumuşak propaganda” iklimini yaratmıştır. Petrol ve doğal gaz gibi yaşamsal ham maddelerin olduğu yerlerde açık
ya da gizli müdahaleler yapmaktadır. Örneğin, Sudan’ın bölünmesi din değil, temelde petrol nedeniyledir. Asya, Afrika ve Lâtin Amerika anakaralarını yapısal değişikliklere zorlamıştır.

Küreyle ilgili tüm önemli kararların kimi devlet adamları, para dünyasının devleri ve benzeri seçkinlerin 1954’den bu yana oluşturdukları (ve ilk toplantı yerinden ötürü) “Bilderberg Grubu” diye bilinen bir küme tarafından alınıp uygulandığı gerçekçi ama az bilinen bir yorumdur. Ana hedef özelleştirme temelinde küreselleşmedir. Batı’nın önde gelen siyasetçileri, ister iktidarda, ister muhalefet görünümünde olsunlar, tepeden inme bu dar çevrenin ürünüdürler, konumlarını onun onayıyla sürdürürler. Yalnız Rockefeller benzeri büyük para-babaları değil, savunma ve dışişleri gibi önemli kuruluşların başlarındaki kişiler de ‘icazetlerini’ aynı kaynaktan alırlar.

Merkezleri Vaşington’da olan Dünya Bankası ve IMF gibi sözde ‘uluslararası’ ya da
Nev York’ta üstlenmiş olan Dış İlişkiler Konseyi gibi Amerikan kuruluşları bu eksenin uygulayıcılarıdır. Bu kuruluşlar yoksulları daha da yoksullaştıran ve eşitsizliği büyüten çağdaş yeni-sömürgecilik araçlarıdır. Kullandıkları yöntem “Havuç ya da Sopa”,
yani 3. Dünya ülkelerinin seçkinlerini küresel ceza ya da armağan düzeni içinde tutsak durumda tutmaktır.

Birleşmiş Milletler’in de (BM) bir tür bağlayıcı kararlar vermekle yetkili Güvenlik Kurulu bile çoğunlukla beş sürekli üyenin bir tanesinin buyruğu altındadır. Bu örgütün 1945’de San Francisco’da kuruluşundan bu yana altmış sekiz yıl geçmiş olmasına karşın, artık eskimiş antlaşma metninin değiştirilmesi ellinci yılında (1995) bile gündeme alınmamıştır. Oysa, (benim de araştırma düzeyinde katkılarımla) BM merkezlerinden biri olan Viyana’da basılmış olan ve daha demokratik bir dünya düzeni için hazırladığımız kitaplarımız ve içindeki öneriler dikkate alınmamıştır. 2. Dünya Savaşı sonunda yazılmış olan eski metin iki maddesinde Almanya ile Japonya’dan hâlâ “düşman” devletler diye söz etmekte, ancak ABD’ye katılmadığı her kararı veto etme ayrıcalığı tanımaktadır.

Avrupa Birliği gibi birleşmeler de bu genel tasarının parçalarıdır. Tekelci sermayenin dilediği yönde birleşme bir yana, yalnız SSCB ve Yugoslavya gibi federal yapılar değil, Irak, Suriye ve Sudan benzeri ulus-devletler de bölünme yolundadır. Çok-uluslu şirketler ulusal sınırlara saygı duymuyor. Bu yaklaşımın bir parçası olarak,
kendi bölgemizin de “Büyük Orta Doğu Projesi” (BOP) kapsamında değiştirilmesi de emperyalizmin gündemindedir. Genel sahnede özellikle Amerikan emperyalizminin en yakın bağlaşıkları baskıcı düzenlerdir.

Berlin Duvarı yıkılıp Sovyetler Birliği dağılınca, silâh üretimi ve haber alma eylemini durdurmak istemeyen savaşçı çevreler Kosova, Afganistan, Irak ve Suriye gibi yeni hedefler bulma peşine düştüler. Aynı merkezlerin denetimi altında olan dünya iletişim ağı bir yanlış bilgilendirme yumağıdır. Sıradan yurttaşın bilgi kaynağı
Rupert Murdock ya da CNN gibi medya ağalarının gerçekleri gizleyen ahtapot kollarıdır. Hıristiyan dininin Evangelistler, Pentakosteller ve İsa’nın Tanıkları gibi mezhepleri, sırtlarını sözde Tanrı’ya dayayarak ‘Allah’ın Oğlu’ dedikleri İsa’nın yeryüzüne gene geleceğini, kuracağı sözde ‘Tanrı’nın Ordusu’nun başkomutanı olarak kendinden olmayanları Orta Doğu’daki son ‘kıyamet’ çatışmasında perişan edeceğini ileri sürmektedirler. Korkunç bir çocuk masalı ya da deli saçması gibi gelen bu kitapların Amerika’da 65 milyonu aşan sayılarda alıcı bulduklarını Viyana’da ve Penang’da (Malezya) ayrı ayrı basılmış olan kitaplarımda ayrıntılarıyla anlatmıştım.
Ülkemiz de bir süredir bu askerli, şirketli, mezhepli, medyalı ve akademik genel saldırının hedefleri içindedir. Devletimizin karar yerlerinde sözlerini dinleten ve kürsülerimize çağrılan sözcüleri Atatürk’ü artık unutmamızı, bölgemiz sınırlarının artık değişeceğini, IMF reçetelerini bağlı kalmamızı ve özelleştirme ile küreselleşmeye karşı ve ulus-devlet konumunda direnen başka iktidarları devirmede yardımcı olmamızı önermektedirler.

Cumhuriyet düzeni terkedilip “ılımlı” yaftasıyla sultanlığa ve halifeliğe, hattâ Amerika’da da iyi işlemeyen başkanlık düzenine özenmenin gereği yoktur. Amerika’da bağımsızlıktan önce de “devletler” (states) bulunduğu için federasyona şemsiyesi ister istemez seçilmiştir. Okyanusya’da aralarında binlerce kilometre olan adalar arasındaki federasyonlar da bu nedenle kaçınılmazdır. “Gerçek yol gösterici olarak bilim”in belirlendiği Atatürk yıllarında devletin dini terk etmediğinin hem Kemâlizmin felsefesini bildiğim, hem de o yılları yaşadığımdan ötürü biliyorum. Özel girişimi yasaklamayan devletçiliğin ülkemize kısa sürede neler kazandırdığının sayılarla bilincindeyim. Ulusçulukta ırkçılık değil, haklı bir gururlanma görüyorum. Öte yandan, emperyalizmin kendi amaçları uğruna desteklediği ayrılıkçılığın bir ulusal kurtuluş akımı olamayacağını başka ülkelerdeki örneklerle de, ona ilişkin kuramlarla da iyi bilmekteyim.
Halkçılığın oy avcılığı değil, erkek-kadın eşitliğini sağlamak, onlara hizmet etmek için fabrika, demiryolu, ücretsiz sağlık ve eğitim götürmek olduğunu anlamalıyız.

  • İnsan ve ham madde kaynaklarımızı yabancıların buyruğuna vermek, bizi Lozan’dan önceki döneme götürür.
  • Topraklarımızı ve Türk Devriminin bize kazandırdıklarını tartışmaya açamayız. Hiçbir iktidar bunu yapmağa yetkili değildir.
  • Prof. Seha L. Meray’ın sekiz cilt olarak Türkçeye çevirdiği Lozan tutanakları ve belgeleri tavrımızın ne denli ödünsüz olduğunun kanıtlarıdır.

Prof. Dr. TÜRKKAYA ATAÖV
24 Temmuz 2013

Atatürk devrimi devam ediyor..


Atatürk devrimi devam ediyor!

portresi

 

Afet ILGAZ
YENİÇAĞ
, 5.6.13

 

 

Bir şey bekliyordum ama bu kadar çabuk olacağını sanmıyordum. Hatta bundan önceki yazımda Münevver Ayaşlı’nın kitabından bir hatıra anlatmıştım, isteyen bakar.
Bizler, tecrübe sahibi aydınlarız. Bazı şeyleri görebiliyoruz, ama işi yapanlar gençler. Resimlere bakıyorum da güzel kızlar, yakışıklı çocuklar; hepsinin ellerinde bayraklar, dimdikler.

***

Sökülmüş ağaçları kucaklayarak yerine koymaya çalışanlar ve
sökülmesinler diye ağaç gövdelerine sarılanlar da onlardı. Hayırlı bir başlangıçtı,
hayırla devam ediyor.

Üzüntüm;

– beyninden kurşun çıkarılamayan OSTİM’li işçi,
– TOMA altında kalan sendikacı,
– göz ameliyatı olan 3 kişi.

Daha çok olduğu söyleniyor ama teyit edilmiş bir bilgi yok.

Halkımızın gücünden hiç ümidimi kesmedim, zekasından da.
Pankartlarda ne espriler yapıyorlar. Bir tanesi çok hoşuma gitti:

  • “Tayyip’i yıkalım yerine AVM yapalım…”

– Atatürk devrimleri bitti diyenler,
– Cumhuriyet eskidi diyenler,
– “Altı Ok”un bir hükmü yoktur diyenler,
– T.C.’yi tabelalardan kaldıranlar,
– milli bayramları yasaklayanlar,
– 10. Yıl Marşı yerine Mehter Marşı koyalım diyenler (ki Mehter Marşı’nın kökeni de Hun Türklerine dayanır),
– Öcalan ile pazarlık edenler, federasyon, bölücü Anayasa yapanlar,
Atatürk’ün anıtlarına çelenk koymayı bile yasak edenler,
– Meclisin askerlerini değiştirip yerine polis koyanlar,
– TSK üniformalarını Suriyeli katillere giydirenler;
– subayları, gazetecileri, milletvekillerini Silivri’ye tıkanlar,
– Reyhanlı faciasını Suriyeli katilleri korumak için ört bas edenler,
– sınırlarımızı delik deşik edenler,
– vatanını korumaktan başka derdi olmayan Esad’a çemkirenler,
ayyaş benzetmeleri,
– tarihi sinemaları yıkanlar, AKM’yi de yıkacağız diye meydan okuyanlar,
– başları sıkıldıkça cami yaptırmaya kalkanlar, camilerde siyaset yapanlar,
– kul hakkı yedikleri halde alnı secdeli diye halkın oyunu çalanlar,
– limanlarımızı, havaalanlarımızı, madenlerimizi, yabancılara peşkeş çekenler, 
– fabrikalarımızı kapatanlar, kotalar koyarak, tarımımızı mahvedenler,
– topraklarımızı türlü numaralarla satanlar ve kiraya verenler…

  • İyi bilsinler ki Atatürk Devrimi kaldığı yerden başlamıştır. 

Artık orada Cumhuriyet’in ilk yıllarında olduğu gibi tam bağımsız, başı dik, çalışkan
ve üretken bir Türkiye oluşmaya başlayacaktır. O kadar biber gazına, gaz bombalarına, 4 günlük yorgunluğa rağmen ertesi gün dimdik meydanlara koşan Türk halkına
ve gençliğine güveneceğiz.

***

Ben Cerrahpaşa’da oturuyorum, burası sessiz, sakin, dindar insanların çoğunlukta olduğu bir semttir. Hadiselerin başladığı ilk gece pencereden baktım, sokakta in cin
top oynuyor. İkinci gece tanıdık sesler gelmeye başladı, tencere, tava sesleri ve yürüyen kadınlarla erkekler. Fındıkzade taraflarından daha yoğun bir gürültü geliyordu.
Bir saat sonra bir de baktım ki daha başka sesler geliyor, meğer liseli, olduklarını sandığım genç çocuklar sıra olmuşlar

“Mustafa Kemal’in askerleriyiz” diye tempo tutarak yürüyorlar.

Oysa buralarda en çok asker uğurlarken ve maç kazanılınca bağırışırlardı.
Bayraklarla hoplar, zıplar arabalara doluşur geçerlerdi. Bu vesile ile bayrağımıza yeniden kavuştuğumuzu söylemek isterim. Artık o, oradan buradan indirilen, üstü örtülen bir şey olmaktan çıktı. Akif’in ‘Nazlı Hilal’i olarak çok şükür nazlı nazlı dalgalanıyor. Akif ’in dediği gibi hiddetlenmiyor, celallenmiyor, çehresini çatmıyor.

http://www.yg.yenicaggazetesi.com.tr/yazargoster.php?haber=27008, 5.6.13