Etiket arşivi: AKP = Erdoğan

‘Yeni Türkiye’den notlar

‘Yeni Türkiye’den notlar

Ergin Yıldızoğlu

Cumhuriyet, 09 Ekim 2018

 

(AS : Bizim katkımız yazının altındadır..)

Yeni Türkiye”nin, ekonomisinden ve siyasetinden gelen sinyaller, adeta, bir Çin bedduasının gerçekleşmesindeki gibi, “ilginç zamanlarda” yaşadığımızı doğruluyor. 

Enflasyon verileri krizin (artık diyebiliriz, çünkü Cumhurbaşkanı krizi fırsata çevirmekten söz etti) derinleşmekte olduğunu gösteriyor. Buna karşılık, krizin nasıl hangi modele dayanılarak yönetileceği hâlâ belirsiz. Cumhurbaşkanı “Biz bize yeteriz” dedikten sonra McKinsey ile yapılan anlaşmanın kaderi de artık belli değil. Siyasetin ufku da karanlık. Cumhurbaşkanı AKP’ye muhalefetin “vatan hainliği” olacağını; medyanın, demokrasinin işleyişi açısından gereksiz olduğunu savunuyor.

Kriz yönetimi 

Merkez Bankası, YTL’nin değer kaybetme eğilimine karşı döviz işlemlerinin yanı sıra faizleri de artırmıştı. YTL kısa bir toparlanmadan sonra yeniden gerilemeye başladı. Faiz artışının etkisini yitirdiği düşünülürken gelen enflasyon verileri, krizin sanılandan daha ağır olduğunu gösterdi. Üretici fiyatlarındaki enflasyonun, tüketici fiyatlarındaki enflasyonun iki katına yakınlaşması, enflasyonun artmaya devam edeceğini gösteriyor. Bunu ekonomik yavaşlamayla birleştirince, bir stagflasyon alanına girildiğini söylemek gerekiyor. Bu “alanda” para ve maliye politikalarının etkilerinin zayıfladığını düşünürsek, ilginç zamanların daha da ilginçleşmesini bekleyebiliriz.

Uluslararası koşullar da kriz yönetimine yardımı olacak gibi görünmüyor. Jeopolitik riskler bir yana, YTL dolar karşısında değer yitirirken, dünya ekonomisinde, dolar üzerinden oluşan petrol, doğalgaz fiyatları artıyor. Türkiye’nin enerji tedarikinde iki önemli kaynağı Rusya ve İran’dan yerel paralarla ithalat yapması söz konusu olsa bile, fiyatların dünya piyasalarında dolar üzerinden oluşan düzeyde şekillenmesi kaçınılmaz. YTL ile yapılacak dış ticareti karşılamak için YTL üretilirse bunun enflasyonist baskısının döviz işlemleri alanında elde edilecek avantajları yok edebileceğini de düşünmek gerekiyor. 

ABD Merkez Bankası faizleri artırdı; bu yıl bir kez daha artırması bekleniyor. Bu gelişmenin, dolarla borçlanmış yükselen piyasaların dış dengelerinde, Türkiye’nin de borçlanma kapasitesi üzerinde olumsuz etki yapması kaçınılmaz. 

AKP yönetimi, 15 yılı borçlanmaya dayanan bir ekonomik büyümeyle (Özel sektör ve hane halkı borçları, sırasıyla 10 kat ve 83 kat artmış) yalnızca erteleyerek değil, aynı zamanda inşaat sektöründeki aşırı büyümeyle, mega projelerle, bir rantiye ekonomisi üzerinde derinleştirerek geçirdi.

Buradan nereye?

Saray rejiminin izlediği toplumsal politikalara bakınca, “hayırlı bir yere doğru değil”… Geçen hafta, iki haberin gösterdiği gibi, kaynakların, siyasal İslamın rejim inşa etme sürecinde, AKP iktidarına “siyasi-kültürel sermaye” (Bourdieu) üretecek, ancak ekonomik olarak en iyi ifade ile anlamsız, ideolojik aygıtlara, kurumlara dağıtılmış olması krize yol açan dinamikleri daha da ağırlaştırdı. Örneğin 2017’de Diyanet İşleri’ne ayrılan 7.8 milyar YTL ile siyasal İslamın, dernek, vakıf, birlik, kurum, kuruluş, sandık gibi taban örgütlerine aktarılan 3.7 milyarın toplamı, 2018 bütçesinde öngörülen savunma harcamalarının %19.3’üne, eğitime ayrılan kaynağın %11.4’üne, Sağlık Bakanlığı bütçesinin %28’ine karşılık geliyor. 

  • Stagflasyon içinde, “pastanın” küçülmesine paralel, siyasal İslamın tabanında, genel olarak halk arasında hoşnutsuzluğun artması kaçınılmaz.
  • Bu koşullarda Saray yönetiminin muhalefeti baskı altında tutmaya özellikle özen göstereceğini kolaylıkla söyleyebiliriz. Bunun işaretlerini daha şimdiden, sosyal medyayı susturma çabalarında, Cumhurbaşkanı’nın en yakın danışmanlarının ifadelerinde görebiliyoruz.

Cumhurbaşkanı’nın “Allah korusun AK Parti’nin yıkılması, Türkiye için felaket olacaktır” sözleri, herkesin AKP’yi desteklemesi gerektiğini, desteklemeyenlerin Türkiye’nin yıkılmasından yana olduğunu söylüyor. 

“Halk varsa demokrasi var, yoksa yoktur. Medya ile falan demokrasi olmaz” ifadeleriyse, “ben bir kez seçildikten sonra, icraatımın demokrasi adına sorgulanmasını kabul edemem” anlamına geliyor. 

Siyasal baskı, fiyat denetimleri muhalefeti bir ölçüde bastırabilir, ama yeni kaynak yaratmaz.
Cumhurbaşkanı’nın, bunun ayırdında olan danışmanlarının birinin 

  • “Türkiye ekonomisindeki en önemli sorunlardan birinin tekelci-oligopol,rekabetten uzak yapılanmalar ve bunların çarpık fiyatlaması…” olarak saptaması,

siyasal İslamı destekleyen burjuvazisinin dışında kalan holding yapılarının elindeki kaynakların hedef alınacağını düşündürüyor.

Gerçekten ilginç zamanlarda yaşıyoruz…
===========================================
Dostlar,

Sayın Ergin Yıldızoğlu gerçekten “sıra dışı” makaleler yazarak ufkumuz açıyor ve Türkiye’ye yol gösteriyor. O’nu dikkatle izlemek gerek. Özellikle Saray danışmanlarının, ekonomiden sorumlu olanların..

Sn. Yıldızoğlu bu seçkin makalesini “Gerçekten ilginç zamanlarda yaşıyoruz…” tümcesiyle bağlamış. Tümcedeki “ilginç” sözcüğünün gerçekte “çooook zor” olması belki daha uygun. Çünkü AKP = Erdoğan, akıl almaz biçimde, demokrasinin temel kuramını bir yana iterek  medyayı dışlamakla kalmadı; bir de “moderniteye- modernliğe” karşı çıktı geçen hafta!

Cami cemaatının sayıca azaldığını ve yaşlandığını belirtti ve bunu “moderniteye- modernliğe” bağladı; reddetti ve buyruğunu da net olarak verdi :

  • Daha çok cami merkezli – odaklı bir yaşam…

16 yıldır baştan ayağa yeşile boyanan, İslamileştirilen, laik – seküler yapı ve dokunun çok ağır biçimde zedelendiği ve içinin boşaltıldığı yetmiyormuş gibi…

4 bin imam – hatip okulu ve birkaç milyona varan mezunu yetmiyormuş gibi..

Tüm akıl – hukuk ve insanlık zorlamalara karşın bu yıl bu okullar doldurulamadı..

Çünkü dayatma zamanın ruhuna aykırı..

Bir saptama daha yapmak gerek hatta zorunlu :

Köşeye sıkışma ve çaresizliği algılama çoook daha tehlikeli – irrasyonel davranışlara sürüklemesin dileriz iktidarı..

  • AKP = Erdoğan zamanın yeldeğirmenlerine saldırmıyor mu sizce??
  • Aman sağduyu, aman akl-ı selim, aman teenni, aman bizzat Erdoğan’ın Türkiye’den istediği gibi “sabır”… En küçük yanlışı kaldıracak yedek gücümüz yok; bu sakın ama sakın unutulmasın..

Sevgi ve saygı ile. 10 Ekim 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

 

 

McKinsey’e Kaç para ödendi?

CHP ile AKP arasında sözleşme polemiği: Kaç para ödendi?

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)
CHP, “Bu şirkete para ödendi mi? Ödendiyse geri alınacak mı?”

[Haber görseli]Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın ABD’li danışmanlık şirketi McKinsey ile çalışılmayacağını açıklamasının ardından CHP, “Bu şirkete para ödendi mi? Ödendiyse geri alınacak mı?” sorularını yöneltti.

CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Faik Öztrak, “Bundan sonraki süreçte sorular şunlar: Bu şirkete para ödendi mi? Bu şirkete danışılmayacaksa, eğer ödendiyse paralar ne olacak, geri istenecek mi?. Bu süreçte özellikle damadın vermiş olduğu beyanlar var. Karşı çıkanlar hakkında ‘cehalet’ ifadelerini kullandı. Bu şirkete denetleme görevi verilmesinin gündemden kalkması, şirketin Türkiye’nin ekonomiyle ilgili kozmik odalarına girmemesi nedeniyle önemli bir gelişmedir” dedi.

Öztrak “Zaten baştan bir Amerikan şirketinin ya da yabancı bir şirketin kredibilitesinin arkasına sığınarak yabancıları Türkiye’ye çekme stratejisi yanlıştı. Burada 3 ana başlık var:

1) Bunlardan birincisi demokrasi ve hukukun üstünlüğü,
2) ikincisi ekonomide Türkiye’nin dünyada yarışma gücünü artıracak, istikrarı sağlayacak yapısal reformlar.
3) Üçüncüsü de saydamlık ve hesap verilebilirlik.

Bu üçünü bir araya getirip dünyanın önüne güven uyandıran bir program konulması gerekiyor.

Albayrak ‘ihanet’ demişti

Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak, eylül ayı sonunda, BM zirvesi için gittiği New York’ta yaptığı açıklamada, “Yeni program bünyesinde kurulan Maliyet ve Dönüşüm Ofisi için uluslararası yönetim şirketi McKinsey ile çalışmaya karar verdik. 16 bakanlıktan temsilcilerin bulunduğu bu ofis, tüm hedeflerimizi ve sonuçlarımızı her çeyrekte kontrol edecek” demişti. Açıklama kamuoyunda tartışma yaratınca Albayrak, “Ortadaki spekülatif söylemler cehaletten değilse ihanettendir” açıklamasını yaptı.

“Albayrak’tan alınsın”

Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay’ın yazılı olarak yanıtlaması istemiyle soru önergesi veren CHP’li Murat Emir, McKinsey firmasıyla yapılan sözleşmenin tek taraflı iptali sonucunda çıkacak tazminatın, kim tarafından ödeneceğini sordu. CHP’li Emir, sözleşmeden cayma bedelinin kim tarafından ödeneceğinin belirsiz olduğunu, ödenecek bu bedelin Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak’a rücu edilmesini önerdi. (Cumhuriyet internet, 7.10.18)

*****
Dostlar,

Hazin savruluşlar kumkuması içinde iktidar partisi..
Tüm nobranlık ve dağlarca kibire karşın, kamuoyunun kapsamlı isyanı AKP’ye geri adım attırdı..
Yapılan –küresel finans kapitalin şatolarından McKinsey ile anlaşma– öyle basit bir imtiyaz sözleşmesi değildi; açıkça KAPİTÜLASYON idi ve Lozan Andlaşmasına da aykırı idi.
Ne var ki, iktidar öylesine çaresiz ki; mutlaka her yıl 240 milyar dolar dolayında sıcak para girişini sağlamak zorunda. Ayda ortalama 20 milyar $! Katar, bedeli çoook ağır olabilecek 15 milyar $ getirdi / getirecek diyelim; hangi dişin kovuğunu dolduracak?? Sonra??

  • Erdoğan Küresel finans kapital ile aşık atabilir mi??

Güldürmeyin insanı.. susuz götürür susuz getirirler, hem de 40 kez ve ayakta uyutarak..

Yapılacaklar belli :

1)Demokrasi ve hukukun üstünlüğüne derhal dönmek
2) Ekonomide Türkiye’nin dünyada yarışma gücünü artıracak, istikrarı sağlayacak yapısal reformları yapmak.
3) Saydamlık ve hesap verilebilirlik.

  • Damadı kenara çekin,
  • Hanedan saltanatına son verin,
  • Başta TBMM, kurumlar çalışsın ve
  • Ödünsüz liyakat işlesin.

    Başka hiçbir ama hiçbir kurtuluş – çıkar yol yok AKP = Erdoğan, anlaşıldı mı?
    Önünde sonunda buraya geleceksiniz..
    Oyalandıkça batıyor ve Türkiye’yi de yakıyorsunuz!

Sevgi ve saygı ile. 07 Ekim 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

YENİ HAVALİMANI

YENİ HAVALİMANI

Suay Karaman

Suay Karaman

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

İstanbul’da bugün kullanılan havaalanı, 1912 yılında askeri havaalanı olarak Yeşilköy’de açılmıştır. 1944 yılında uluslararası havaalanına dönüştürülmesine karar verilmiş, uzun süren çalışmalar sonucunda 1 Ağustos 1953’te tamamlanarak Yeşilköy Havalimanı adıyla hizmete açılmıştır. Yeşilköy Havalimanı, zamanla yeni pistler, yolcu terminalleri ve kimi tesisler eklenerek bugünkü durumuna getirilmiştir. 29 Temmuz 1985’te adı, Atatürk Havalimanı olarak değiştirilmiştir.

Günümüzde İstanbul Atatürk Havalimanı’nın yetersiz kaldığı gerekçesiyle kapasitesinin artırılması gündeme getirilmiş ve siyasi iktidar eskisinin kapatılarak, yeni bir havalimanı yapılması için çalışmalara başlamıştır. Bu durumda belki yeni bir havalimanına gereksinim olabilir ama bu bir taşınma, bir yer değişikliğidir; yeni bir ad aramak yersizdir. İşte bu yüzden 29 Ekim 2018’de açılması planlanan havalimanının adının ne olacağı merakla beklenmektedir.

Aslında meraka hiç gerek yoktur, Atatürk Havalimanı kapatılacaksa, ülkemizin yapılacak yeni ve en büyük havalimanının adının da Atatürk Havalimanı olması gerekmektedir. Ancak bu konuda alınan bilgiler farklıdır. Atatürk adına alerjisi olanlar ve rahatsızlık duyanlar tarafından yeni yapılan havalimanına, 34. Osmanlı padişahı 2. Abdülhamit’in adının verileceği dillendirmektedir. 2. Abdülhamit ülkede tek adam rejimini güçlendiren, vatanseverleri sürgüne gönderen, imparatorluğun çok fazla toprak yitirmesine neden olan baskıcı bir kişiliktir. Atatürk silinince, altından Abdülhamit’in çıkması doğaldır. Adları almak kolaydır ama taşımak zordur.

Yeni havalimanı yapım ihalesini alan ortak şirketlerin genel müdürü yaptığı açıklamada şunları söyledi:

“Yeni havalimanının isim konusu, yönetim kurulu üyelerimizin dünya genelinde yaptıkları araştırma çalışmaları ve ilgili mercilerle yapılacak değerlendirmeler sonucu alınacak kararla belirlenecek.”  

Tabii bu sözler inandırıcı değildir, olamaz da. Çünkü siyasal iktidar Atatürk adını silebilmek için sürekli çalışmalar yapmaktadır. Bu yüzden Atatürk adı olan birçok stat ve spor kuruluşu yıkılmış, yerlerine yapılanlara Atatürk adı verilmemiştir.

İstanbul’un kuzeyinde, Karadeniz’in kıyısında yapılan yeni havalimanının yer seçimi de yanlıştır. Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporunda heyelan alanı olduğu belirtilen bölgede ormanların yok olacağı, su kaynaklarının kurutulacağı ifade edilmiştir.

  • Deniz doldurularak yapılan yeni havalimanı görünmez tehlikelere açıktır.

Projeyle kuşların yuvaları yıkılmış, içinde yaşayan hayvanlar sürülmüş, kıyısındaki ağaçlar kesilmiş ve göletler doldurulmuştur. Bunların dışında havalimanı inşaatında çalışan işçiler, aylardır ödenmeyen aylıklarının verilmesini ve yeme – içme – barınma gibi temel gereksinimlerinin sağlıklı koşullarda karşılanmasını isteyerek, şu anda eylem yapmaya başlamışlardır. Ancak eylem yapan işçilere biber gazıyla müdahale edilmiş ve birçoğu gözaltına alınmıştır. İşçilerin haklı ve insani direnişi baskı altındadır, tam da Abdülhamit dönemini andıran bir durumla karşı karşıyayız.

Yeni havalimanının adı ile ilgili tartışma çok geç başlamıştır. 3 Temmuz 2013’te yeni havalimanının ihalesi yapılırken, 19 Kasım 2013’te sözleşme imzalanırken, 7 Haziran 2014’te temel atılırken, yeni havalimanına Atatürk adının verilmesi gündeme getirilmeli ve çeşitli eylemlerde bulunulmalıydı. Muhalefetteki uyuşukluk ve uyumuşluk, toplumu da uyutmuş ve zamanında tepki veremez duruma getirmiştir. Kaçak sarayda da aynısı yaşanmıştır. Büyük önderimiz Atatürk, bizlere yalnızca toprağımızda ve denizimizde değil, gökyüzümüzde de özgür ve bağımsız yaşamamızı armağan etmişti.

Bu nedenle “istikbal göklerdedir” diyen eşsiz liderimiz Atatürk’ümüzün adının yeni havalimanına verilmesi gerekir.

  • Çünkü Atatürk Türkiye’dir, Türkiye Atatürk’tür.
    ==========================================

    Dostlar,

Yerel seçimler yaklaşırken AKP yönetimi taşra örgütlerine genelge çıkararak Atatürk posterinin mutlaka tüm birimlerde asılmasını emir buyurdu…

Seçim kazanmak zor dostum zor..

Takiyye sınır tanımadan sürüyor.

AKP = Erdoğan‘ın yeni havaalanına ATATÜRK adını vermek istemediğinden kesin olarak eminiz. “Bir umut” yerel seçimlerin yaklaşması. Havaalanının açılışının 29 Ekim’e yetişmeyip 31 Aralık’a kalması, Mart 2019 seçimlerine daha da yaklaşılması..

Bu olay AKP’nin sınavıdır. Hata yapmaması her şeyden önce kendi yararınadır.

Zerrece aklı, vefası ve Atatürk’e saygısı varsa, yeni havalanna çooooooooook doğallıkla ATATÜRK adı verilmelidir, verilecektir.

Sevgi ve saygı ile. 23 Eylül 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BS
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Faiz Artırımı Niçin Çözüm Olmuyor?

Faiz Artırımı Niçin Çözüm Olmuyor?

Mahfi EĞİLMEZ, PhD
http://www.mahfiegilmez.com

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır.)

Son zamanlarda yaygın bir akıl yürütme söz konusu: “Faizi artırdık ama kurlar düşmedi, demek ki faizi artırmak işe yaramıyormuş.” Akıl yürütme Sherlock Holmes’in bir konuda sonuca varmak için kullandığı oldukça yararlı ve basit bir yöntem. Yalnız biraz tehlikelidir. Çünkü neden – sonuç ilişkilerini etkileyecek ögeler dikkate alınmazsa tümüyle ters sonuçlara varılmasına yol açabilir. O nedenle bu yöntemi kullanırken çok dikkatli ve titiz olunması, hiçbir ayrıntının atlanmaması gerekir.

Gerçekten faiz artırımı işe yaramıyor mu?

  • Faiz artırımı tek başına çözüm getirmez, mutlaka ardından asıl çözümlerin onu izlemesi gerekir.

Faiz artırımı kanamalı bir hastanın kanamasını durdurmaya benzer. Kanama durdurulmakla hastanın sorunu çözülmüş olmaz ama hastanın kan kaybından ölmesi önlenmiş olur. Asıl derdin ne olduğunu teşhis edip onu tedavi etmek için gerekli işlemleri yapmak şarttır. Bunların hepsi doğru ama faiz artırımı da öyle “hiçbir işe yaramıyormuş” diye kenara atılacak bir şey değil. Çünkü kısa vadede ciddi biçimde işe yarayan bir önlemdir.

Madem faiz artırımı işe yarıyor, madem biz faizi enflasyona neden olan kur artışını tersine çevirsin diye yapıyoruz o halde niçin artırımdan kısa bir süre sonra başladığımız yere geliyoruz, niçin kurlar önce düşse de tekrar artarak aynı noktalara geliyor? Bunun 2 nedeni var.

İlk neden faiz artırımının ardından gereken adımların atılmamasıdır. Türkiye’nin bugün ciddi yapısal reformlara ihtiyacı var. Yargının ve eğitimin siyasallaştığı, demokrasinin ahbap çavuş demokrasisine, kapitalizmin ahbap çavuş kapitalizmine dönüştüğü bir yerde bunları düzeltecek adımlar atılmadıkça faiz artışı çözüm getiremez. Üretimin ithalata bağımlılığı artarak sürerken, tarım ve hayvancılık sektörleri üretip ihraç eden alanlar olmaktan çıkıp ithalatçı olmaya dönmüşken faiz tek başına çözüm getiremez. O halde faiz artırımından gereken etkiyi alamamanın ilk nedeni, faiz artışının yapısal reformlarla desteklenmemesidir. Faiz artışı bir çeşit ek önlemdir. Asıl olanlar bu yapısal reformlardır. Ek önlem, asıl önlemlerin yerini dolduramaz.

İkinci neden faiz artırımının “kerhen” yapılıyor olmasıdır. Kerhen yapılan hiçbir işten hayır gelmez. Faizi artırıp ardından faizin kötü bir şey olduğu, bunu artırmak değil aslında indirmek gerektiği söylenir, bankaların piyasa değerlerini düşürecek açıklamalar yapılırsa faiz artırımının hiçbir etkisi kalmaz. Faiz artırımı, yükselen risklerin bedelidir. Yeni risk artışlarına yol açacak yeni tartışmalar açıldığında faiz artırımının etkisi sıfırlanır.

Eylül ayı başlarında 550’yi aşmış olan CDS primi, 13 Eylül’de Merkez Bankasının yaptığı sert faiz artırımının ardından hızlı bir düşüş sergiledi. Sonrasında tekrar yükseldi. Bu düşüşü izleyen yükselişler 13 Eylül’den hemen sonra risk artırıcı gelişmeler olduğunu ortaya koyuyor. 13 Eylül’den sonra neler olduğuna bir bakalım:

(1) Faizin aslında düşürülmesi gerektiğine ilişkin açıklamalar.

(2) Bazı banka hisselerinin Hazineye devredilmesi gerektiğine ilişkin söylemler.

(3) Türk Parasının Kıymetini Koruma düzenlemeleri (döviz ile yapılan sözleşmelerin TL’ye çevrilmesi.)

(4) İDLİB gelişmeleri.

Bunlardan sonuncusu dışında tamamı Türkiye’den kaynaklanıyor ve tümü riskleri artırıcı gelişmeler. Soruna böyle baktığımızda faiz artırımının işe yaramasının zaten olanaksız olduğunu görmek mümkün.

Riskleri artırmayı sürdüreceksek, o zaman faizi artırmanın bir anlamı yok. (19.9.18)
=========================================
Dostlar,

Teşekkürler Mülkiyeli dostumuz Sn. Dr. Mahfi Eğilmez’e..
Türkiye’ye yol gösteren çok ciddi yazılar bunlar..

Sayın Eğilmez,

  • http://www.mahfiegilmez.com adresli web sitesinde ülkemize ışık tutuyor.

Yılların emeği ve birikimi ile olgunlaşmış, damıtılmış bilimsel irdelemeler yayınlıyor..
Ülkemizin en saygın ve en seçkin kurumlarından birinde, Mülkiye – SBF‘de eğitilmiş..

AKP = Erdoğan ve sadık (ama liyakatli??) kadrolarının (kullarının??!!) mutlaka kulak kabartması ve öğrenerek yararlanması gereken içerikler..

  • Aklın inançtan, bilimin de dinden özgürleşmesi temel koşul; yoksa insanlaşmak olanaksız!

İşin şakası yok!

  • Türkiye’ye “ateşten gömlek giydirilmiş” durumda AKP = Erdoğan‘ın 16 yıldır sürdüregeldiği irrasyonel yağma – talan politikalarının kaçınılmaz sonucu; ülke yangın yeri!

Üstelik Hanedan kokuşması eklendi 9 Temmuz 2018’den bu yana..
Biz utanıyoruz Devletin Hazine + Maliyesi’nin damada emanet edilmiş olmasından.
Tek başına bu tablo bile, çok ağır bunalımdan çıkabilmede ciddi bir engel..

https://i2.wp.com/www.yenicaggazetesi.com.tr/d/news/254173.jpg?w=660

 

Sevgi ve saygı ile. 23 Eylül 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BS
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Kıbrıs’ta Garantörlüğümüzün Müzakere Edilebileceği Yolundaki Haberlere Tepkiler

Kıbrıs’ta Garantörlüğümüzün Müzakere Edilebileceği Yolundaki Haberlere Tepkiler

Onur ÖYMEN

(AS: Bizim katkımız yazının altındadır..)

Basında yer alan bilgilere göre  Yunanistan Dışişleri Bakanı Nicos Kocias yaptığı bir konuşmada “Kıbrıs’ta müzakere masasında artık güvenlik ve garantiler konusu var. Bunu, BM Genel Sekreter’i de İsviçre’deki müzakerelerde kabul etti. Dolayısıyla daha öncekine göre çok daha iyi pozisyondan başlayacağız.” demiş. Geçen yıl İsviçre’nin Crans Montana şehrinde yapılan görüşmelerin başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra, BM Genel Sekreteri Guterrez, hazırladığı raporda, garantiler sisteminin sürdürülemez olduğu görüşünü dile getirmişti. Türkiye ise daima garantiler konusunun müzakereye açık olmadığını vurgulamıştı. Buna karşılık KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın müzakerelerin Guterrez prensipleri üzerinden sürdürülebileceği yolunda bir açıklama yapması, Türk tarafının garantiler konusunu görüşmeye hazır olduğu izlenimi yaratmış ve bu Türkiye’de tepkiyle karşılanmıştı. 

Nicos Kocias’ın bu kez yaptığı açıklama sanki iki taraf arasında garantilerin görüşülebileceği konusunda bir ön uzlaşmaya varıldığı izlenimi vermektedir. 

Bu konuda Yeniçağ gazetesine verdiğim demeçte özetle şunları söyledim:

Türkiye’nin Londra ve Zürih antlaşmalarından kaynaklanan güvenlik ve garanti hakları müzakere edilemez.Kıbrıs sorununun özünde bu yatıyor. Türkiye, 1974 yılında  Londra ve Zürih antlaşmalarındaki garanti hakkına dayanarak müdahalede bulunmuştur. Garantilerden vazgeçmek demek Kıbrıs’ı Girit gibi teslim etmek demektir. Toprak, garantiler ve oradaki askerlerimizin varlığı, bizim kırmızı çizgilerimizdir. Aksi takdirde Kıbrıs Türklerinin güvenliğini sağlayamayız. Umut ediyorum ki, Türkiye bunu kabul etmeyecektir. KKTC Başkanlığının böyle eğilimleri olduğu yolunda basında haberler çıkıyor. Ancak Türkiye’nin böyle bir çizgiyi kabul etmesi son derece sakıncalıdır. Garantilerden vazgeçilmesi Kıbrıs’ın tümüyle teslim edilmesi anlamına gelir. Bu Rumların ve Yunanistan’ın istemiydi ve BM Genel Sekterinin raporunda da garantilerin müzakere edilebileceği yönünde görüşler vardı ve biz ona çok tepki göstermiştik. 

“ Bu yaklaşım kabul edilirse Kıbrıs’tan asker çekilmesi de gündeme gelebilecektir. O zaman da geriye gerçekten fazla bir şey kalmayacaktır. Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’ta yaşayan yüzbinlerce soydaşımıza karşı tarihi bir sorumluluğu vardır. Kıbrıs harekatını yapan Bülent Ecevit‘e, ayrıca Rauf Denktaş‘a karşı da manevi sorumluluğumuz var. En kötü durumlarında bile devletler kimi temel çıkarlarından fedakarlıkta bulunamazlar. Yunanistan Dışişleri Bakanının sözlerini sanki Türkiye garantiler konusunu müzakere etmeyi kabul etmiş gibi değerlendirmek yanlış olur. Bu olacak şey değildir. Türkiye’nin bunu kabul ettiğine ilişkin bir işaret henüz yoktur. Umarım ki hiç olmaz. Türkiye’nin böyle bir vahim hatayı yapabileceğine ben ihtimal vermek istemiyorum.”

=====================================
Dostlar,

Çooooooooook kritik koşullar içindeyiz.

Türkiye çok ağır bir iç – dış borç bunalımı içinde AKP = Erdoğan’ın mutlak sorumluluğu ile.
Değil Demirel’in 1965’lerde itiraf ettiği “70 Cent’e muhtacız”; “1 Cent’e” muhtaç durumda..

Böylesi zamanlar Batı emperyalizminin özellikle kurguladığı ortamlardır ve olağan koşullarda ileri süremedikleri her türlü  ağır – kabul edilemez istemlerini masaya koyarlar. Büyük olasılıkla, AKP = Erdoğan ile perde gerisinde “dış kredi” karşılığında böylesine kabul edilemez pazarlıklar yapılıyordur ki; durup dururken kamuoyuna bu haberler sızdırılarak hem kamuoyunun tepkisi ölçülüyor hem de alıştırılıyor..

Dolayısıyla, 16 yıldır ülkeyi Batı ve dinci rantiye adına yağma ve talan eden iktidar; şimdi bunun çok ağır bedelini, iktidarda kalma adına, hayal bile edilemeyecek ödünleri vererek ödemek / ülkemize ödetmek isteyebilir.. Bu çok tehlikeli bir durumdur.

  • Hem AKP iktidarı = Erdoğan‘ı bu kumardan – ihanetten kesin olarak kaçınmaya çağırır,
    hem de tüm Türkiye’yi bu bağlamda son derece uyanık olmaya davet ederiz..

Sayın Öymen’in uyarısını bütünüyle paylaşıyor, destekliyor ve kendisine teşekkür ediyoruz.

Sevgi ve saygı ile. 22 Eylül 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK MD, MSc, BS
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Ankara Tabip Odası’ndan Şarbon Paneli

Ankara Tabip Odası’ndan Şarbon Paneli


Bizim de üyesi olduğumuz Ankara Tabip Odası / Halk Sağlığı Komisyonu‘nun etkinliği önemli.. Ağırbaşlılıkla, bilimsel sorumlulukla ve yetkin uzmanlarınca tartışılacak.

  • Ne yazık ki siyasal iktidar Anayasa ve yasalardan kaynaklanan halkın sağlığını koruma görevini yerine getirmiyor / getiremiyor.. Anayasa md. 56 ile 5. madde ve İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi md. 25 en başta olmak üzere..

Birçok nedeni var ama sonuç ciddi ve ağır..

  • Türkiye’de gıda güvencesi ve güvenliği de ne yazık ki kalmadı.

16 yıllık tek parti iktidarı, Türkiye’yi her bakımdan perişan etti..

Kamu kurumları görevlerini yap(a)madıkları gibi, halkın doğru bilgi alma hakkını bile engelliyor hatta yanıltıyor!

Basın özgürlüğü de ciddi ve sıkı sansür altında; haber alamıyoruz!

Bunlar suçtur.. İnsan haklarına aykırıdır.. Giderek örtük faşizmin açık faşizme dönüşmesidir ki, bu da ayrıca Anayasayı ihlal suçudur. (TCK md. 309)

Geriye, nefes alabileceğimiz namuslu – bilimsel meslek örgütleri kalıyor. İyi kötü Anayasa md. 135 üzerinden ayrı ayrı yasaları sayesinde..

Bu kurumları kollamak boynumuzun borcu..

Ankara dışında olmasa idik mutlaka katılırdık bu önemli toplantıya.

Emek veren ve vereceklere teşekkür ederiz..

Şarbon ile ilgili güvenilir tıbbi bilgiler başlıca 2 kaynakta :

1. WHO / DSÖ, Dünya Sağlık Örgütü
2. CDC, ABD

Bağımsız – özerk bilimsel kurumların vazgeçilmez önemi bir kez daha görülüyor sanırız..

AKP = Erdoğan hepsini bilerek ve isteyerek sistematik olarak yok etti, parlamentolu – anayasalı bir HÜKÜMDARLIK kurdu.. Hatta Hanedan.. Devletin Hazine ve Maliyesi damada emanet.. Oğul Bilal, hiçbir yasal konumu olmadan uluslararası resmi toplantılarda babasıyla aynı masada.. Hem suç hem çok utandırıcı.. Türkiye dünyaya rezil oluyor..

21. yy’da sürdürülebilir mi; kuramsal olarak HAYIR!
Ama pratikte, gittiği yere dek kâr sayılıyor..
16 yıl az mı?? Her köşe başında imam eğitimi almış kamu görevlileri..
Liyakat tu kaka, mutlak sadakat temel koşul..

  • Ülke talan edildi ve ekonomik – demokratik – hukuksal – ahlaki… çöküntüye sürüklendi.. 

Yaşanan somut sorunların, örtülmeye çalışılan ŞARBON salgını da elbette dahil, temel / kök nedeni bu olgudur.

  • Neo-liberal vahşi piyasa kapitalizmi; serbest piyasa dini!

Salt bilimsel – teknik savaşım yetmez, örgütlü politik savaşım zorunludur ve belirleyici olan da budur!

Halkı, yaşadıkları somut gerçekler üzerinden, olguları ilişkilendirerek aydınlatmak koşuldur.

Sevgi ve saygı ile. 11 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

ERDOĞAN’IN DIŞ POLİTİKASI DA ÇÖKTÜ

ERDOĞAN’IN
DIŞ POLİTİKASI DA ÇÖKTÜ


Ahmet Kılıçaslan Aytar

08.09.2018, Özgür Gündem

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

07 Eylül’de 2 Suriye ve 3 Rus uçağı ile Suriye topçusu İdlib’in güneyindeki  mevzilerinde  İslamcı terör örgütlerini vurdu. O sırada teröristerin tabutuna son çiviyi takmakta kararlı görünen Rusya Devlet Başkanı V. Putin ve İran Cumhurbaşkanı H. Rouhani, bir saldırı halinde ne yapacağı öngörülemeyen Erdoğan ile birlikte, Suriye ihtilafını sona erdirmek ya da İdlib’in Suriye rejimi kontrolüne geçmesi ardından “Suriye Savaşı’nın galibi olarak Beşar Esad‘ı” ilan etmek için; düzenlenen Tahran Zirvesi başlamak üzereydi…
*
Rusya ve  İran, Şam’ın başlıca müttefikleri olarak hükümetin lehine yedi yıllık savaşın dengesini sağladılar. Türkiye hükümeti ise hâlâ Şam rejimini devirmek isteyen isyancıları destekliyor.

Türkiye ancak 2016 sonundan bu yana, Suriye’deki denklemden dışlanan Suudi Arabistan ve Katar’ın kaderinden kaçınmak, esasen Osmanlı’nın eski toprakları olan bu coğrafyada ağırlıklı olarak İslam din ve gelenekleri ile uyumlu bir ekonomik ve siyasi düzeni oluşturarak bölgede ekonomik kaynaklar üzerinde egemen olacağı bir stratejiyi yürütmek için Rusya ve İran ile yakın bir şekilde çalışıyor.
*
Türkiye İdlib de-eskalasyon bölgesindeki görevini, görünürde Suriye toprak bütünlüğü ve bölgedeki nüfusunun artacak olmasıyla sağlanabileceği öngörüsünde bir strateji ile yürüttü. Yani Türkiye bu görevi aldığı andan itibaren (AS: başlayarak) bölgeye çok sayıda Sünni Arap taşıyacağını ve yeni bir demografik yapı oluşturacağı bildirdi! Ama esas stratejisi, bu bölgede Türkiye’ye  ile uyumlu bir ekonomik ve siyasi düzeni oluşturmaya dayanıyordu. Şimdi Türkiye, bölgeye bizzat taşıdığı Sünni Arap nüfusun yol açacağı büyük mülteci akınından korkuyor!
*
Üstelik Türkiye, İdlib’deki isyancı ve İslami Cihad milislerinin çoğunu, Esad rejimi ile müzakere etmek ve her iki tarafın da kabul ettiği bir barış anlaşmasını destekleyerek silahların bırakılmasını sağlamak üzere eğitmiş ve donatmıştır!Öyle ki, Türkiye; İdlib’i işgal altında tutan El Kaideci Hayet Tahrir el-Şam (HTS) örgütünü daha 3 gün önce terör listesine aldı! Ama şimdi İdlib’teki isyancılarda ve teröristlerde patronları tarafından terk edilmeyeceklerine ilişkin pekişmiş  bir inanç vardır! Bu noktada İdlib’deki terörist varlığının, sivil halka olabildiğince az zarar gelecek şekilde yok edilmesine yönelik çabalar konusunda; Rus ve Türk yetkililer ile Suriye’de yerlerinden edilmiş olan mültecilerin geri dönüşü ya da teröristlerin Türkiye sınırlarından girmelerinin önüne geçilmesi de dahil olmak üzere birçok detay (AS: ayrıntı) görüşülüyor.
*
Ahh İdlib! Zavallı kentin gerçeği Türkiye’nin kuzeybatı Suriye’nin kontrolünü ele geçirme konusundaki işbu riskli yatırımlarından kaynaklanıyor…. Erdoğan’ın bugün tamamıyla çökmüş dış politikası, Türkiye’nin durumunu özetliyor… Bu yüzden Suriye, Rusya ve İran’ın İdlib’e  saldırılarının başlaması,Türkiye’nin ne yapacağı konusunu gündeme taşımıştır.. Çünkü Ankara’nın İdlib’in devrilmesine izin vermesi tehlikeli bir örnek teşkil edecek; bu kez Suriye rejimi kuzey Suriye’deki diğer bölgeleri yeniden ele geçirmek için bir saldırı kampanyası açacaktır… Halbuki Türkiye, Suriye’de halihazırda kontrolü altında bulunan bölgeleri “kırmızı çizgisi” olarak ilan etmiştir! Ama bu bölgeleri ne kadar kırmızı gördüğü konusu tartışmalıdır…
*
Üstelik Türkiye bu senaryoyu desteklemek için Kürt YPG’yi denklemin merkezine yerleştirmiştir. Ama Suriye rejimi şu sıralarda YPG’nin liderliğindeki Suriye Demokratik Konseyi ile başlattığı resmi diyalogda; Kürtlerin taleplerinin (AS: istemlerinin) karşılanmasını, aynı zamanda bölünmeyi engelleyecek önlemleri garanti etmek üzere  yönetimsel ve kültürel otonomiyi tartışıyor…

Üniter desantralize” sistemi müzakere ediliyor. Bu yüzden YPG’nin de İdlib’deki bir rejim kampanyasına yardım etmeye istekli olma olasılığı; Türkiye’nini affedersiniz Erdoğan’ın çıkarlarını daha da yükseltmesine neden oluyor… Bu nedenlerle Türkiye, rejimin saldırılarına başlamasını engellemek için olağanüstü riskler almaya istekli olabilir! Hatta Türkiye’nin İdlib’e yapılacak hava saldırılarına karşı taşınabilir hava savunma sistemleri kullanabileceği dahi (AS: bile) öngörülüyor. Rusya’nın  bu hususu iyi bildiği ve hava varlıklarına yönelik herhangi bir tehdite karşı büyük ölçüde duyarlı olmanın hazırlığını yaptığı da bildiriliyor.
*
Türkiye, kuzeybatıdaki silahlı grup birleşmeleri için yeni yoğunlaştırılmış müzakereler düzenliyor. “Esed’e Hayır, Erdoğan’a evet” kampanyaları doludizgin düzenleniyor. Bölgeye yoğun olarak askeri takviyeler yapılıyor. İdlib’deki gözlem mevkilerine yapılan yapısal ve savunmacı gelişmeler de Türkiye’nin ısrarını  gösteriyor. Bu durumda Türkiye, İdlib’te kırmızı çizgisi tehdit altına girerse, bölgedeki isyancı silahlı grup vekillerine tam destek vermeye devam edecek ve Astana sürecinden tamamen çekileceği yönünde bir görüntü vermekteydi ki; Türkiye’nin bu çerçevede katıldığı Tahran Zirvesi’nde yayınlanan ortak bildiride;

Astana formatının devam ettiği: Suriye’nin egemenliği, bağımsızlığı, birliği ve toprak bütünlüğünün teyid edilmesi: Üçlü eşgüdümün devamı: BM’in terörist olarak tanımladığı IŞİD, Nusra Cephesi ile El Kaide veya DEAŞ‘la bağlantılı tüm diğer bireyler, gruplar, teşebbüsler ve oluşumların tamamen (AS: tümüyle) ortadan kaldırılmasında işbirliği : Suriye ihtilafının yalnızca müzakere edilen bir siyasi süreçle çözülebileceği: Anayasa Komisyonun kurulmasının desteklenmesi: Sivillerin korunması ve insani yardımlara ilişkin maddeler yer aldı.
*
Sonuçta Tahran Zirvesi’nde İdlib İhtilafı ile ilgili şu sonuç çıktı:

Erdoğan, “Türkiye baştan beri Suriye’de akan kanın durması için mücadele etti. Büyük çileler çekmiş İdlib halkının yeni felaketlere maruz kalmasını asla arzu etmeyiz. Bugün burada bulunma sebebimiz yaşanan insani drama son vermenin yollarını aramaktır. Şu anda atacağımız adım, birlikte İdlib’te olabilecek göçü engellemektir. Bunun için de terörle mücadelede başarılı olmamız lazım. Özellikle silahların bırakılmasını sağlamaya yönelik buradan çıkan mesaj, terör gruplarına da çok kararlı bir duruşun ifadesi olacaktır.. Bunu başarmamız gerekiyor. ” dedi.
*
Ama İran Cumhurbaşkanı H. Rouhani‘nin, “Bölgedeki bazı ülkelerin terörizmle ilgili endişelerini anlıyoruz. Ama bu endişeler için en iyi çare Suriye hükümetiyle organize olmaktır. Suriye’nin geleceği için her türlü rol Suriye’ye aittir. Suriye krizinde işbirliğimiz bölgedeki diğer krizlerin çözülmesi için rol oynayabilir.” ifadesi;

Rusya Devlet Başkanı V. Putin‘in ise “Koşulsuz önceliğimiz, Suriye’de terörizmin bitirilmesidir. Şu anda en önemli olansa, İdlib’deki militanların buradan kovulmasıdır. İdlib’de diyalog kurmak isteyenlerle barış anlaşması yapılması imkanı değerlendiriliyor. Sivilleri korumak bahanesiyle teröristlerin saldırılardan kurtarmak istenmesi bizim için kabul edilemez. Silahlı muhaliflerin teröristlerle mücadeleye dahil edilmesi, Suriye’deki çatışmanın tarafları arasında güven seviyesinin artmasına yardımcı olacaktır. Suriye hükümeti 1 milyon göçmenin ayrımcılık yapılmadan ülkelerine geri dönmesi için gereken koşullar oluşturduğuna ilişkin garanti vermiştir.” ifadesi;
*
Zirvede ortaya çıkan iyi ile kötüyü dünya kamuoyu aklı ve vicdanı önüne serdi…
Erdoğan’ın başka ne politikaları vardı?
======================================
Dostlar,

TAHRAN DORUĞUNDA ERDOĞAN’ın TÜKENİŞİ

İçeride çok ağır ekonomik bunalımla boğuşurken, can – mal – hukuk… güvenliği bırakılmamışken, bir de ŞARBON belasıyla Ulusun gıda güvenliği – güvencesi ağır yara aldı.

  • Sanırız uygarlık tarihinde Türkiye’nin son 16 yılında olduğu gibi kötü hatta berbat yönetilen bir ülke örneği daha gösterilemez. Bunca ağır çelişki birikimi, eytişimsel (diyalektik) bakımdan sonu yaklaştırsa da, fatura olağanüstü ağır ve acılıdır.

Öte yandan, Tahran’daki 3’lü doruk toplantısı tam bir fiyasko Türk dış politikası bakımından!

Binlerce yıllık devlet geleneği, birikimi, ağırlığı ve terbiyesi olan Türkiye bu duruma mı düşecekti! Karşınızda asla hafife alınamayacak 2 dev uygarlığın, Pers ve Rus uygarlıklarının temsilcileri var.. Bir kez bu gerçekliği aklınızdan çıkarmayacaksınız. İkincisi, Mart 2011’den bu yana 7,5 yıldır süren Suriye politikasındaki hatalar zincirinden, gelgitlerinizden… ders çıkaracaktınız.

Ülkemizin uzun yüzyıllarda yetişen değerli Dışişleri kadrolarını ‘monşer‘ diyerek dışlayıp, nepotizm batağında liyakatsizlik hastalığı ile badem bıyıklı – çember sakallı güruh ile doldurmayacaksınız.. Ve de nefsinizin – egonuzun kölesi – tutsağı olmaktan mutlaka çıkacak ve Türkiye’nin – ulusumuzun yüksek çıkarlarını birincil tutacaksınız.. Emperyalizm adına uydu – maşa politikalar ve vekaleten savaşlarla (proxy wars) varacağınız yer çok yönlü çaresizlik ve teslimiyettir; tam da yaşadığımız gibi..

AKP = Erdoğan‘ın tüm bu vahim – çıplak gerçeklere karşın rasyonaliteye döneceklerine ilişkin ne yazık ki, en küçük bile olsa bir ipucu gözükmüyor.

Öte yandan İran – Rusya karşısında çaresiz kalıp engellenmişlik psikolojisine kapılınması durumunda, AKP = Erdoğan‘ın göze alamayacağı şey –benzersiz narsisistik kişilik yapısı nedeniyle– yoktur..

Asıl tehlike budur ve dileriz başta AKP kâmilleri olmak üzere dış alem bu olasılığı değerlendirmekte ve önlem almaktadırlar.. Üstelik Atlantik ötesinin böylesi bir çılgınlığı özendirme – hatta teşvik etme riski ortadayken.

AKP = Erdoğan, kendi kozasını ördü göz göre göre ancak, algı körleşmesi yaşayan ranta tutsak müritlerin biat kültürü acı sona engel olamadı.. Çare parti içi demokrasi ve özgür tartışma idi.. ne gezer! Dağlarca kibir hepsini dışladı.

Bir cambazın 2 ipte birden oynayamayacağı çırılçıplak gerçekliği bile görülemedi!?

  • Yoksa kimi ‘rasyonel’ AKP’liler ve dış uzantıları ‘böylesini‘ mi daha ‘hayırlı’ gördü!??

Sevgi ve saygı ile. 08 Eylül 2018, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Not : Ne yazık ki, başta TRT, yandaş basın bu hazin tabloda bile, ‘.. Tahran doruğuna Erdoğan’ın sözleri damga vurdu…’ gibisinden gerçek dışı algı yönetimiyle halkı kandırmayı sürdürüyor..

CHP KONGRESİNDE İNCE ŞOV ve DEVAMI..

CHP KONGRESİNDE İNCE ŞOV ve DEVAMI..
-GEÇ KALMIŞ BİR YAZI MI ACABA?-

Konuk yazar : 
Mustafa AYDINLI
11.08.2018, Çorlu

CHP’nin 36. Olağan Kurultayını izledik (3-4 Şubat 2018). Aslında kurultay tartışmaları aylar öncesinden başlamıştı. Birçok TV kanalında açık oturumlar, tartışmalar, yorumların ardı arkası kesilmiyordu. CHP açısından bu boyutta tartışılıyor olmanın yadırganacak bir yanı olamaz. Ne var ki izleyenler bilir, tartışmaların hemen hemen % 90’ı CHP’yi yerden yere vuruyor, Parti içindeki muhaliflere çağrı yapıyor. CHP’ye inananları nasıl dumura uğratırız çabası içindeler. Bununla bitiyor mu? Hayır! Kongre sürecinde ve sonrasında da aynı koro devam ediyor. Sanırsınız CHP iktidar partisi ve ülkede kötü giden her şeyin sorumlusu bu parti. Hiç iyi giden bir şeyde katkısı yok!? Ne garip, yandaşlaş(tırıl)mış medya CHP’ye eleştirisinin, % 10’unu iktidar partisine yöneltse, ülkede sorun kalmayacak neredeyse!.

Tüm bunlar bir yana, izlediğim kongreyi ve kongre sürecinde olup bitenleri,  gözlemlerimi 6 ay sonra serinkanlılıkla aktarmak ve günümüze bağlamak istiyorum:

İyi hazırlanmış, çok emek verilmiş ve yoğun ilginin olduğu coşkulu, güzel bir kongreydi. 10 400 kişilik Ankara Spor Salonu hınca hınç dolu, bir o kadar insan da salon dışında, içeride ayakta duracak yer bile yok. Genel Başkan Sayın Kılıçdaroğlu söz aldı ve gündemi değerlendiren bir konuşma yaptı. Ağırbaşlı, vakur, konusuna egemen, güven veren, asil bir görüntü sergiledi. Liderliği de, güvenilirliği de, sorunlara egemenliği ve gelişmeleri irdelemesi, tam bir devlet adamı ciddiyetinde, güven veren, yol gösteren, ilkeleri olan, ufuk açan..  bir konuşmaydı kesinlikle. Hak ettiği coşkulu alkışı da salondan aldı.

Sonra Sayın Muharrem İnce söz aldı. İnce her ne denli Partide özgürlük ve adalet yok dese de, beş dakikalık bütçe üzerine konuşmak üzere söz aldı, ama Örgütün ve rakiplerinin hoşgörüsüyle tam 70 dakika konuştu. Daha doğrusu bana göre tam bir görsel şov yaptı.  Sayın İnce’nin konuşmasında ilkesel bir program göremedik, yalnızca “Ben başaracağım.., bir de beni deneyin..” falan, filan. Güvencesi ne başarı vaadinin? Sözü döndürüp dolaştırıp,   “..ben daha çok bağırıyorum..” demeye getirdi. Ses tonunu giderek yükselterek, tam bir görüntülü şova dönüştürdü. Görselliğe dikkat çekmek için, pehlivanvari ceket çıkartıp atmalar.. vs.. Oysa yakınındaki bir genç ceketi almak için elini uzatıyor ama O, dikkat çekmek için artistik pozlarla ceketini yere atıyor… Sonra gömleğinin kollarını geri kıvırmalar.. güreş tutacak sanki.

Sayın İnce öğretmenlikten gelen ders anlatım becerisi ile görselliği öne alıyor ama bu gösteriyi (şovu) sınıfta yapsa, öğrenciler sanırım gülmekten yere yıkılırdı. Oysa sayın İnce, AKP’nin ferasetine güvendiği cahillere hitap etmiyor; eğitimden, politik bilinçten payını almış CHP kitlesi karşısında. Tümüyle tribünlere oynadı. Kongreyi bir şova, sirke dönüştürdü. Salonun bir ucundan öbür başına artistik yürüyüşler, sahne sanatçısı benzeriydi. Elindeki mikrofon ve ses sistemi nefes alışverişini salonun her köşesine eksiksiz duyuruyor. Fizik hocası olarak bunu kendisi de biliyor kuşkusuz ancak politik şov böyle gerektiriyordu (!)

Sayın İnce’ye göre Kılıçdaroğlu Alevilerin hakkını savunamıyormuş. “Ben daha iyi savunurum..” demeye getiriyor. Peki, nasıl olacak o iş? Açıkça mezhepler üzerine ince ince dikkat çekiyor. Güldürmeyin adamı Sayın İnce, bu halk o devri çoktan geçti, gülünç söylemlerle uğraşmayın. O sizin dediğinizi AKP genel başkanı her gün yapıyor zaten. Aslı varken sezin teziniz silik kalıyor.

Kongrede Sn. Kılıçdaroğlu salonla birlikte Türkiye’ye hitap etti, milyonları hedef aldı. Sn. İnce ise salt salona (delegelere!) hitap etti.. Kılıçdaroğlu AKP ve iktidara yüklendi, İnce’nin ise tek derdi Kılıçdaroğlu idi.

Sayın İnce’ye şu soruyu soruyoruz : 447 oy aldınız, bunu nasıl başardıysanız, gerekli güveni verip çalışasaydınız, 847 oy da alabilirdiniz. Kimse sizin ve delegelerin elini tutmadı. Neden sonuca razı ve saygılı olmuyor, partiyi ve değerli genel başkanını kırıp döküyorsunuz? AKP bile CHP’ye sizin verdiğiniz zararın yarısını veremezdi. Genel başkanınızı yuhalatmayı bile başardınız, o asil insan Kılıçdaroğlu, bu halinizi acı bir tebessümle izledi. Hatta ortamı germemek için yanıt bile vermedi. Evet “yuh” seslerini susturdunuz ama kapalı kapılar ardında parti liderine o hakaretin yapılabileceği cesaretini vermiş olmalısınız ki, kötü yakalandınız. Açığa düştünüz Muharrem bey… Bu taktiğiniz, sizin partili yoldaşlarınızı gerçekte sevemediğinizi ancak her şeyi kişisel çıkarınıza dönük tasarladığınızı kanıtlıyor. Politik ikbaliniz adına neleri neleri göze alabileceğinizi ibretle sergiliyor.

Çok dikkatle ve yakından izledim; salonun sağına – solunda 25’şer kişi ayakta, merdivenlere yerleştirilmiş, toplamda saymaca elli kişi. Bunlar açıkça amigoluk yapıyor. Amigoluk diyoruz çünkü genel başkanını yuhalatan – yuhalayan bir kitleye ne denebilir ki? Amigoların koro halinde ses dalgası mikrofona ulaşıyor ve güçlenerek tüm salonda yankılanıyor. Yandaş medya da bu sahneyi evire çevire, büyük başarınız olarak sunuyor. Yuhalatma kurgularınıza karşın Kılıçdaroğlu’nu destekleyen kesimlerin gençlerinden tık çıkmaması, her şeye karşın oradaki topluluğa ve parti disiplinine saygı sorumluluğudur.

Ayrıca 49 imza olayı.. Neymiş efendim, O, lütuf istemezmiş. Vermeseniz adaletsizlik deniyor, verince lütuf istemiyor Beyefendi.. Peki nasıl olacak? İnce’ye göre şov olsun da, şamata olsun da.. nasıl olursa olsun. Derdi, kendince salonda psikolojik üstünlüğe ele geçirmek. Doğru söylediği şeyler yok mu? Elbette var. Bu düşünceler doğallıkla alınır ve parti yararına kullanılır. Kırıp dökmeden yapılan eleştiriye de saygı duyulur. Ne var ki, son çözümlemede çıkan sonucu, üzüm yemekten çok bağcıyı dövme niyetini üzülerek gözledik..

Sayın İnce’yi önceleri, kimi söylemleri nedeni ile sever ve sayardık. Üzülerek ifade edelim ki, bu kurultayda değindiğimiz olumlu yargılarımızdan iz bırakmadınız. Ayrıca ülkeyi yönetme birikiminiz yok, ilkeleriniz yok, ürettiğiniz yeni bir söylem – politika önermesi yok. Idı dıdı, vıdı vıdı..  Ülke ajitasyonla, bağırıp çağırarak yönetilmez. Şovla, sirk oyunculuğu ile hiç olmaz. Bütünsel bir program ve uyumlu – yetenekli kadrolar vazgeçilmezdir. Bunlar yok?

Doğrusu burnumuza pis kokular geliyor. Bu Parti neler neler görmedi ki. Genel sekreterliğine dek yükselenleri AKP’de Bakan olarak bile gördük. Kılıçdaroğlu’na güveniyoruz, birikimleri ve ilkeleri var. İdealleri var, deneyimli ve  kritik olaylar karşısındaki güven veren duruşu test edildi. İktidarın 4 koldan saldırısı boşuna değil. Silaha, yumruğa varan saldırılar boşuna değil. Artvin’de az kalsın kim vurduya kurban edilecekti! AKP = Erdoğan için kanıta dayalı söyledikleri için bile, “sayın yargımız” tarafından 1 milyon TL’ye varan maddi tazminata mahkum edildi. AKP iktidarının DP’den devşirme İçişleri Bakanı, hiç sıkılmadan “Şimdi seni zıplatayım mı Kılıçdaroğlu?!” diyebildi ve yeniden Bakan yapıldı.

Sayın Kılıçdaroğlu’nun Sputnik’te yayınlanan (27.7.18) şu demeci çok uyarıcı :

  • “..Mümkün değil çünkü işler bildiğiniz gibi değil, çok büyük bir kumpas var. Muharrem İnce’yi partinin başına getirmek isteyen derin devlet!
    Ben buna asla müsaade etmeyeceğim.”

CHP salt bir lider partisi değil, kadro ve program partisidir. Başarı da başarısızlık da tüm kadroların ve programın sorumluluğundadır. “Ben CHP’liyim” diyen herkes, -öne alınmazsa- 2019 yerel seçim hesaplaşmasına, kafasının arkasındaki tüm planları bir yana bırakıp, ülkenin kurtuluşu için bütün gücüyle enerjisini CHP’yi yerel yönetimlerde güçlenerek iktidar yapmaya yöneltmelidir. Ülkesine ve insanlığa karşı her partili yurtseverin öncelikli görevidir, borcudur bu çaba.

Türkiye son günlerde muazzam bir ekonomik çöküş yaşıyor ve siz, Partinizin kurumsal açıklamasını yapmasından beklemeden, 10 Ağustos 2018 günü, doğrudan Cumhurbaşkanına dönük ilginç bir söylemle, “tavsiye yerine istirhamla”, sözde ülke adına özveride bulunup alttan alarak 4 maddelik öneriler sundunuz. Partinizde hiçbir yönetsel ve temsil yetkiniz yokken ve milletvekili bile değilken. 16 yıl vekillik yapan birisinin, Parti geleneklerine, disiplinine ve siyaset etiğine sığmayan böylesi bir davranışı bile gündemde kalma adına sergileyebildiniz.. Bu gün de (11 Ağustos 2018) CHP, İstanbul’da bir basın toplantısı ile, tüm ağırbaşlılığı ile 13 maddelik bir program sundu. Sizin önerilerinize ve Partinin kurumsal önerilerine bakıldığında ne denli cılız – içeriksiz önermeleriniz oldu, dönüp bakar mısınız? Keşke kişisel hırs – ihtirasınız ile yetenek ve birikimlerinizi dengeleyebilseniz.

Bu yazıyı yazmak istemezdik, Kurultayın üzerinden 6 ay geçti ancak Sn. İnce’nin kişisel ve sekter, üstelik CHP’nin kurumsal kimliğine zarar veren sorumsuz davranışlarının sürmesi nedeniyle kamuoyuyla paylaşmak istedik. Önceleri, kendisini Cumhurbaşkanlığına aday gösteren, kendisinden 15 yaş daha büyük ağabeyi konumunda olan Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’na “vefasızlık etmeyeceğini, edemeyeceğini” kamuoyu önünde açıklayan Sayın İnce’yi yönlendiren (manüple eden) kimler ve hangi güçler acaba?

Ülke bir yangının içinde, tek sorumlu AKP= Erdoğan, CHP 13 maddelik akılcı – bilimsel bir politika demeti sunuyor; ancak Erdoğan her zamanki gibi Kılıçdaroğlu’na, dikkat, CHP’ye değil Sn. Kılıçdaroğlu’na olmadık biçimde yüklenerek “..avcunu yalarsın..” diyebiliyor. Hemen ardından AKP sözcüsü Ünal devamla, yine CHP’ye değil Kılıçdaroğlu’na olmadık biçimde saldırıyor. Siz de açık – örtük benzer tutum ve davranış içindesiniz. Niçin ve zamanı mı?

SGK’ye denetim çağrısı: Saydamlığı sağlamak şart!

SGK’ye denetim çağrısı:
Saydamlığı sağlamak şart!

(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)
SGK; geliri 288, gideri 312 milyar TL. Anne karnına düşmüş çocuktan emekliye herkesten sorumlu. Yapılması gereken Kurumu denetim dışına çıkarmak değil, saydamlığını sağlamak. (Cumhuriyet internet, 21 Temmuz 2018)

[Haber görseli]

Önce haber oldu ardından çeşitli köşelere konu. Ülkedeki yeni doğan çocuktan yaşlıya, çalışandan emekliye 79.7 milyon kişinin sosyal güvenliğinden sorumlu kurum, bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile Sayıştay denetimi dışına çıkarıldı.

Kurumun büyüklüğü ve görevi, ülkede yeterli bir sosyal güvenlik isteyen tüm duyarlı yurttaşlar gibi işi gereği bu alanda bulunanları, bu konuda kafa yormaya itti. Bunlardan ikisi de İzmir Tabip Odası Üyesi Dr. Ergün Demir ile İstanbul Tabip Odası Yönetim Kurulu üyesi Dr. Güray Kılıç. Yaptıkları çalışma bir dizi veri içeriyor.

Ancak veriler kadar vahim olan başka konular da var. Sayıştay’ın son denetim raporu ve kurumun 2016 yılı Düzenlilik Denetim Raporu verilerinden yararlanılmış çalışmaya göre, SGK’nin mali rapor ve tabloları güvenilir bilgi içermiyor ve mali saydamlığı yok.

Oysa kurumun geçen yılki toplam geleri 288 milyar 559 milyon lira. Toplam gideri 312 milyar 734 milyon lira. Arada 24 milyar liralık bir açık söz konusu. Görünün o ki, bir dizi iş yapılırken bir dizi suistimal, hata, mükerrer işlem gündeme gelmiş. Kurum zarara sokulmuş. Hasta ve emekli yurttaşların güvencesi olması gereken Kurum, bir yandan aktüeryal denge yetersizliği bir yandan da bu usulsuz işlemlerle ciddi zafiyete uğratılmış. Hâl böyle olunca, 4 numaralı kararnameyi çıkaranlara sormak gerekiyor :

  • .. Şimdi yapılması gereken SGK’yı denetim dışına iterek Kurumu daha da zayıflatmak mı yoksa, SGKyı daha saydam hale getirerek, sağlıklı bir yapıya kavuşturmak mı?

[Haber görseli]

Ölmüş kişilere de hizmet

Sayıştay SGK düzenlilik (mali ve uygunluk) denetim raporlarında belirlenen suiistimal ve usulsüzlük bulgularından kimi örnekler özetle şöyle;

  • Denetim raporunda “ölmüş” kişilere sağlık hizmeti verilmiş gibi faturalandırmaları yapan Şanlıurfa’da 40, Adıyaman, Mardin, Şırnak ve Kırşehir’de 1 adet olmak üzere 44 sağlık kuruluşu söz konusu.
  • Bu sağlık kuruluşlarından 30’unun geçen yıl da ölü kişiler adına fatura düzenlediği ve bu konu SGK’ya iletilmesine karşın Kurum, bu kuruluşlarla sözleşme yapmaya devam ediyor. (Sosyal Güvenlik Kurumu 2015 yılı Sayıştay Denetim Raporu sayfa 129)

Bu reçete çok farklı!

  • 45 sağlık hizmet sunucusu, ölen hekimler adına 24.729 işlem yapıyor, reçete yazıyor.
  • Maharetli hastaneler, kimi hastaları aynı tarihte iki hastanede yatarak tedavi etmeyi başarıyor.
  • Kurum, ölen 4.315 kişiye genel sağlık sigortası primi tahakkuk ettiriyor.

İsteyene indirim

  • Ek istihdam koşulunu sağlamayan işveren, prim teşvikinden yararlanıyor; 3.206 işyerine yersiz prim indirimi uygulanıyor.
  • Genel Sağlık Sigortası prim gelirleri, sağlık hizmetlerini karşılıyor. Hatta, 2016’da 16.4 milyar TL fazla gerçekleşiyor. Genel sağlık sigortası fonunda kalması gereken bu para, yasaya aykırı olarak Sosyal Sigorta Fonu giderleri için kullanılıyor.
    ========================================
    Dostlar,

SGK İÇİN NE YAPMALI, NE YAPMAMALI?

SGK’yı sitemizde, önemi nedeniyle zaman zaman işliyoruz. Son derece önemli bir kurum.
AKP iktidarıyla birlikte çok parçalı sosyal güvenlik sistemi, Batılı kurumların – sermaye çevrelerinin de (AB, OECD, IMF, DB) istemiyle bütünleştirildi ve şemsiye Kurum olarak SGK 5502 sayılı yasa ile kuruldu. (Sosyal Güvenlik Kurumuna İlişkin Bazı Düzenlemeler Hakkında Kanun; RG 20/5/2006 s. 26173). 1 ay kadar sonra da 5510 s. yasa çıkarılarak (Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu; RG 16/6/2006, s. 26200) Türkiye’de zorunlu Genel Sağlık Sigortası rejimine geçildi.

Artık vergi karşılığı sağlık hizmeti  yok! Sosyalleştirme ve 224 saylı yasa rafa kaldırıldı.
Sağlık dışı sosyal güvenlik zaten çok daha önceleri prim = ek vergi tabanlı idi.

SGK işlevinde kurum – kuruluşlar zorunlu, çünkü Anayasa’nın 60. maddesi “Herkes sosyal güvenlik hakkına sahiptir.” içeriğinde buyurucu kural koymuş durumda. Ayrıca 2. maddede devletin temel nitelikleri sayılırken “sosyal, hukuk devleti” nitemleri (sıfatları) de yer alıyor.

  • Dolayısıyla yasa zoru ile SGK’ye PRİM ÖDEMEK ZO-RUN-LU!

Ödemeyenlere hizmet verilmediği gibi, 6183 s. Kamu (Amme) Alacaklarının Tahsili Hk.Yasa gereğince zor işlemi yapılıyor.. Devlet sopalı tahsildargibi! Sık sık prim afları zaten olağan’ Bir de 16 Nisan 2017 Anayasa halkoylaması öncesinde bir popülist rüşvet : Ayda 53 TL’ye sigorta!

Ne var ki, yukarıdaki şemada da görüyoruz, 8 128 410 kişi SGK primini ödeyemiyor yoksulluğu nedeniyle. Buna karar veren de SGK’nın kendisi. Başvuranlar inceleniyor ve bürüt asgari ücretin 1/3’ünden az aylık geliri olanlar “SGK yoksulu” sayılıp onlardan “prim” alınmıyor. Bu sınır 2018 için 680 TL.. Böylelikle damgalanan “SGK yoksullarının” primlerini Maliye SGK’ya aktarıyor.

SGK haliyle çok sorunları olan devasa bir kurum.. Yönettiği fonlar Türkiye merkezi yönetim bütçesinin yarısına yakın.. (2018’de 312 / 762 milyar TL) Bütçeden Hazine ve Maliye’ye ayrılan toplam fonlardan daha büyük (2018 bütçesinde Maliye Bakanlığına 177,4 milyar; Hazine Müsteşarlığı 97,9 milyar TL ayrıldı).

SGK 2017 sonunda 24 milyar TL açık verdi. Bu tutar, 2017 genel bütçe açığı olan 47 milyar TL’nin yarısını aşkın. Dolayısıyla SGK açığı, Devletin borçlanması sonucunu doğuruyor.

İzmir Tabip Odasından Dr. Ergün Demir ile İstanbul Tabip Odasından Dr. Güray Kılıç meslektaşlarımızın çalışması önemlidir. SGK Sağlık primleri havuzunun 16 milyar TL fazlalık verdiği ve öbür sigorta kollarının açığını kapatmaya ayrıldığı belirtilmekte. Ancak bu tablo sağlıklı değildir. SGK, sağlık hizmet sunucularına ve bir ölçüde eczanelere gerçek bedellerinin altında geri ödeme yapmaktadır. Bu durum ilgili sağlık kuruluşlarını akçal (mali) bakımdan zorlamakta ve ne yazık ki kimi (hatta epey!?) etik – ahlak – yasa dışı durumlar yaşanmaktadır. Ayrıca SGK, geriödeme yaptığı ilaç – tıbbi gereç ve sağlık hizmeti kapsamını sürekli daraltmakta, artan cepten ödemelere insanları zorlamaktadır.

SGK’nın Aktüaryal dengesini sağlamak için kullanageldiği önlemler ne yazık ki, başından beri salt “moneter” dir.. parasal daraltma sıkı politikası. Öyle ki, OVP’lerde (Orta Vadeli Program) öngörülen ödenek dondurulmakta, ardından da “finansal istikrar sağlanmıştır” denebilmektedir! Bu politika tam anlamıyla “devekuşu” tutumudur.

SGK için 2 önemli araç var     :

  1. Saydam olacak kamuoyu denetimine açık olacak. Bu kapsamda 4 s. CBK (Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi) ile Kurumun Sayıştay’ın Anayasa kaynaklı (md. 160) denetim alanının dışına çıkarılması Anayasa’nın özüne – muradına uygun olmadığı gibi, sorunu çözmeyip büyütecektir. Nitekim Sayıştay, Şehir Hastaneleri hesaplarının da uygun olmadığını açıklamıştı (sitemizde kapsamlı yazdık). Saydamlık ve etkin denetim yolsuzlukları, israfı.. en aza indirebilir, dev açık sınırlanabilir, yönetilebilir.
  2. Sağık hizmetlerinde salt sağaltıcı (tedavi edici) değil, öncelikle KORUYUCU SAĞLIK HİZMETLERİNE yönelmek.. Bunu etkin, yaygın, nitelikli, içtenlikli bir politika demeti olarak yasal düzenleme desteğiyle yaşama geçirmek. Böylelikle hem daha sağlıklı bir topluma erişebiliriz hem de TL ve Döviz olarak tasarrufumuz olur, dış ticaret açığı ve cari açık azalabilir.

Alman SGK olan Krankenkasse, 1980 ortalarında finansal bunalıma girmiş ve moneter (parasal) kısıt yerine yasal düzenleme ile kimi önemli Koruyucu Sağlık Hizmetleri zorunlu kılınmıştı.

  • Tüm bebekler
  • Tüm gebeler
  • Ve 45+ yaş herkes…. öngörülen aralıklarla ve kapsamla düzenli, dönemsel (periyodik) sağlık hizmeti alacak..

Krankenkasse böyle “kurtuldu”.. AB – OECD – DB – IMF.. Almanya’ya ” hop hoop” demediler. Nedenin “Serbest piyasa yozluğu” olduğunu biliyorlardı elbette ama Almanya’ya dayatamadılar.

Ya Türkiye’ye?? Erdoğan’ı kim kandırdı gene?

SGK’yı Sayıştay denetimi dışına çekmek neyi çözer? Üstelik ahalinin ahlakı da bozuluyor bu işleyişle.. SGK’yı kazıklayan kazıklayana.. Hani bu ülkenin en az %99’u Müslüman’dı!? SGK’yı kazıklayanlar salt gayr-ı müslimler mi acaba??

Sonuç                   :

Cumhurbaşkanlığı kararnamelerinden 4 sayılı olanı, SGK’yi de ele alırken, Kurumun Sayıştay denetimine bağlı olduğu düzenlemesini maddeleştirmedi. Bu düzenleme, gerekçelerini yukarıda açıkladığımız üzere son derece yanlıştır. Hiçbir sorunu çözmeyeceği gibi, sorunları (açıkları!) daha da büyütecektir. Türkiye’nin ve AKP = Erdoğan‘ın buna tahammülü olamaz şu çooooooook ağır ekonomik bunalım ortamında.

Yandaşların SGK üzerinden de beslenmesinin ne pahasına olursa olsun gözü kara sürdürülebileceği olasılığını = faciasını düşünmek bile istemiyoruz!? Yıllardır yazar ve söyleriz :

  • GSS halkın sağlığının değil, sermayenin kârının sigortasıdır!

Yanılıyor muyuz acaba? Özel hastane sahibi yeni Sağlık Bakanı Dr. F. Koca ne buyurur acaba??

Belki de bu son düzenleme hedeflenerek değil, gözden kaçmış olabilir. Bu takdirde artık görmeye başladığımız ve korkarız alışacağımız bir “pardon kararnamesi” ile düzeltilebilir, düzeltilmelidir.

Sevgi ve saygı ile. 23 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Not : Cumhuriyet’ten Özlem Toker’in “SGK neden Sayıştay’dan kaçırıldı?” başlıklı yazısının da okunmasını öneririz (20.07.2018)

Kıbrıs Barış Harekatının yıldönümünde düşünceler

Kıbrıs Barış Harekatının yıldönümünde düşünceler

Onur Öymen
(AS: Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)
Dün Kıbrıs Barış Harekatının 44. Yıldönümünü yurdumuzda ve Kuzey Kıbrıs’ta coşkuyla kutladık. Bu vesileyle düşüncelerimi soran bazı televizyonlara ve gazetelere özetle şunları söyledim:
Türkiye’nin 1960 tarihli Londra ve Zürih Antlaşmalarından kaynaklanan haklarını kullanarak Kıbrıs’a yaptığı müdahale Kıbrıslı soydaşlarımızın can güvenliğini sağlayarak onları özgürlük içinde yaşama olanağına kavuşturmuştur. Bu müdahale aynı zamanda Kuzey Kıbrıs’ı, özellikle Arap Baharıdenilen eylemlerden sonra ateş topuna dönen Orta Doğu’nun insanların barış ve demokrasi içinde ve insan haklarına saygılı bir ortamda yaşadıkları tek bölgesi haline getirmiştir.
Kıbrıs ihtilafının başından beri hemen hemen daima Rumların yanında yer alan uluslararası toplumun, siyasi şahsiyetlerin ve dünya basınının Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin bu demokratik özelliğini ön plana çıkartan bir ifadesini gördüğümüzü hatırlamıyorum.

Kıbrıs’lı Rumlar, Yunanistan’ın ve büyük devletlerin desteğinden ve Türk tarafı üzerinde uyguladığı baskılardan yararlanarak daima bir salam politikası izlemişler, her görüşme sürecinde elde ettikleri avantajları ceplerine koyarak bir dahaki seferde yeni ödünler istemişlerdir.

Geçen yaz yapılan Crans Montana görüşmelerinde de böyle olmuş, Rumlar, Türkiye’nin garantörlük haklarından vazgeçmesi ve Adadaki bütün askerlerini çekmesi yolundaki istemleri yerine getirilmediği için görüşmelerin sonuçsuz kalmasına yol açmışlardır.

İşin düşündürücü yanı, BM Genel Sekreteri Guterrez’in de, Antlaşmaları göz ardı ederek ve görevinin gerektirdiği tarafsızlığı bir yana bırakarak Türkiye’nin garantörlük hakkının savunulamayacağı yolundaki bir görüşü raporu”na yazmış olmasıdır. Bu son gelişme, 6 yıl İngiltere Dışişleri Bakanlığı yapmış olan Jack Straw’u bile çileden çıkartmıştır.

Straw, 1 Ekim 2017’de Independent gazetesinde yayınlanan “Ancak Adanın Bölünmesi Türklerle Rumlar Arasındaki İhtilafın Sona Ermesini Sağlayabilir” başlıklı makalesinde özetle şunları ifade etmiştir:

“Avrupa Birliği 1 Mart 2004’de stratejik açıdan şimdiye dek aldığı kararların en kötülerinden birini kabul ederek, Türklerle Rumlar arasında anlaşma olsa da olmasa da 1 Mart 2004’de Kıbrıs’ın AB’ye üye yapılmasını kararlaştırdı.

“Bu yazın başında Kıbrıslı Türklerle Rumlar arasında bir anlaşmaya varılması amacıyla 11 incisi yapılan uluslararası girişim, daha öncekilerde olduğu gibi, Kıbrıslı Rumlar tarafından engellendi. Türklerle Rumlar arasındaki iki bölgeli, iki toplumlu bir hükümetin kurulması sağlanarak Kıbrıs’ın birleştirilebileceğini amaçlayan müzakere maskaralığına artık son vermenin zamanıdır.

  • Çözüm Adanın bölünmesi ve Kuzey’deki Kıbrıs Türk devletinin uluslararası alanda tanınmasıdır. ” (Yazının tümüne internet üzerinden ulaşmak mümkündür.)

Ne yazık ki, ne iktidar ne de muhalefet Türkiye’nin uzun zamandan beri dile gertirdiği görüşlere hak veren Straw’un bu makalesini yeterince değerlendirebildi.

Uluslararası toplum Türklere haksızlık yapmayı sürdürmekte, ekonomik, ticari, ulaşım, hatta spor alanında uygulamaya devam ettiği baskılarla Türk tarafını dize getirip Rumların beklentisi doğrultusunda bir çözüme ulaşmaya çalışmaktadır. Böyle bir ortamda Straw’un makalesi özel bir önem taşımaktadır.

Bu arada Kıbrıs Türk liderliğinin Türkiye’nin garantörlük hakkından vaz geçilebileceği anlamına gelen sözleri tezlerimizi savunmamızı güçleştirmekte ve Rum tarafını umutlandırmaktadır.

Kıbrıslı Türklerin büyük kahramanı ve lideri Denktaş, Osmanlı imparatorluğunun savaş alanında Yunanistan’ı mağlup ettikten sonra Girit’i feda ettiğini hatırlatarak “Kıbrıs Girit olmasın” görüşünü her vesileyle dile getirirdi.

Önümüzdeki dönemde yeniden gündeme getirilmesi beklenen haksız istemlere karşı direnme gücümüzü göstererek milli davamız olan Kıbrıs’a sahip çıkmalıyız.

Kıbrıs Türklerini özgürlüğe, bağımsızlığa ve demokrasiye kavuşturan Başbakan Bülent Ecevit’in ve Kıbrıslı Türklerin lideri Denktaş’ın ve arkadaşlarının eserini yaşatmak öncelikli ödevimiz olmalıdır.

Saygılar, sevgiler. 21.07.2018
==========================================
Dostlar,

Sayın Öymen’in uzmanlık alanlarından biri Kıbrıs’tır. 1974’teki barış harekatımız sırasında da Lefkoşe Büyükelçiliğimizde görevli idi.

Batı emperyalizminin zamana oynayan salamlama (salam kesme) politikasını iyi değerlendirmek gerekir.

Yıllar geçtikçe tarihsel acı gerçekler, Rumların Türklere soykırım uygulamaları.. uutulmaya yüz tutar.. Yeni kuşaklar o tarihleri yaşamamışlardır, özdeşim (empati) kurmada giderek zorlanırlar. Bir yandan KKTC’yi tanımama, her tür ambargo ile halkı yıldırmak, bir yandan Türkiye’yi pek çok bakımdan kuşatarak sindirmeye çalışmak..

Örn. KKTC Cumhurbaşkanı bay Mustafa Akıncı‘nın akıl almaz ödünler önermesi… Sanki Rum tarafı sözcüsü neredeyse! Doğrusu ürküyor ve anlayamıyoruz. Akıncı nereye kürek çekiyor?!

Çözüm gerçekçi, eski İngiliz dışişleri bakanı Jack Straw’ın da görüp yazdıklarıdır..

  • 2 bölgeli,
  • 2 toplumlu,
  • 2 bağımsız ve egemen – eşit devletli bir model dışında kalıcı çözüm biz de göremiyoruz..

    Bu arada Kıbrıs adası çevresinde, uluslararası deniz hukuku terimiyle “münhasır ekonomik bölgede” (Exclusive Economic Zone) son derece ciddi deniz altı fosil enerji kaynaklarının varlığıdır. Kömür, doğalgaz… Bunlar Türkiye ve haliyle KKTC’nin çehresini – geleceğini dönüştürebilir boyutta, yüz milyar Doları aşan tutarda doğal kaynaklardır. Türkiye’nin enerjide dışa bağımlılığının ne denli yüksek olduğu dikkate alınırsa, sorunun Anadolu’nun güvenliğine ek olarak stratejik derinlik taşıdığı kolayca anlaşılabilir.

Ada’nın İskenderun körfezine uzanan kuzey – batı burnu olan Dip Karpaz bu 2 boyutta ayrıca önem sahibidir. Bu bölüm toprak iadesi kapsamında Rumlara bırakılırsa, hem münhasır ekonomik bölge bakımından olağanüstü zengin yeraltı kaynakları kaptırılmış olur hem de ülkemizin Adana – Mersin – İskenderun – Antalya kıyıları başta olmak üzere savunma zayıflığı doğabilecektir. Lozan görüşmelerinde Türkiye’nin Irak – Suriye sınırı çizilirken, İngiliz Başdelegesi Lord G.N. Curzon’un arkasında çok sayıda petrol mühendisi vardı ve sınır bilindiği gibi çekildi.. Dikenli tellerin hemen güneyinde zengin Irak (Musul – Kerkük) petrolleri, kuzey tarafında ise çorak Türkiye toprakları…

Benzer hatayı Kıbrıs’ta – Dip Karpaz’da asla yinelememeliyiz. Telafisi yok!

Sayın E. Tuğa. Türker Ertürk amiralimizin yukarıdaki uyarısı çok yerindedir.

AKP = Erdoğan‘ın mutlak yetkili duruma geldiği şu aşamada Kıbrıs’ta ulusal çıkarlarımıza aykırı bir yanlış yapmayacağını, kandırılmayacağını ummak istiyor, diliyoruz.

İngilizler Lozan’da Musul sorununu askıya almış, ardından 1925’te Şeyh Sait isyanını örgütleyerek Türkiye’nin Musul petrollerinden pay almasını engellemiştir. Benzer diplomasi oyunlarına Türkiye artık gelmemelidir, gelmeyecektir.

Sevgi ve saygı ile. 22 Temmuz 2018, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com