Etiket arşivi: Ahmet Taner KIŞLALI

Prof. Dr. Süleyman ÇELİK : Eğitimde millilik kaybedildi

Eğitimde millilik kaybedildi

Süleyman Çelik, değişen eğitim müfredatını yazdı.

Prof. Dr. Süleyman ÇELİK
ADD Samsun Şb. Eski Başkanı
14.8.2017, AYDINLIK web sitesi

(AS : Bizim kapsamlı katkımız yazının altındadır..)

Tayyip Erdoğan, ‘İslâm Dünyası Yükseköğretim Alanının Oluşturulması’ toplantısı açılış oturumunda yaptığı konuşmada, “Soran, sorgulayan nesil yetiştirememekten” yakındı. “Soran, sorgulayan” nesil yetiştirebilmek bir eğitim sistemi meselesidir.

İNSAN ÖZGÜR ORTAMDA GELİŞİR

İnsanlar özgür bir ortamda büyür ve eğitilirlerse; yani kuşkuya, özgürce soru sormaya/ sorgulamaya, eleştiriye ve tartışmaya yer veren; kısaca demokrasi kültürüne dayalı, eleştirel akılcı bilimsel eğitim görürlerse akılları gelişir; yaratıcı olur, buluş ve keşifler yaparlar. Kendi akılları ile sorunların üzerinden (AS: üstesinden) gelebilecekleri için kimsenin peşine takılmaz; yalnız akıl ve bilimi rehber edinir, demokratik rejime uygun, özgür birey olurlar. Buna “Aydınlanmacı Eğitim” denir.

Tersine dogma, hurafe, korku masallarına dayalı; olayları / olguları neden – sonuç ilişkisi ile açıklamayıp doğaüstü güçlere bağlayan; tabular dayatılan, biat kültürünü esas alan, ezberci eğitim sistemi ile eğitildiklerinde, insanların akılları gelişmez ve büyüdüklerinde de bebekler gibi içgüdüsel reflekslerle yaşamlarını sürdürmeye çalışırlar. İçgüdüsel refleksler, yaşamın sorunlarının üzerinden gelmeye yetmeyeceği için, bunlar kullanılmaya elverişlidirler; çoğu kendilerini güdecek bir şarlatanın peşine takılır / mürit olur ve kullanılırlar. “Dogma, tabu, biat, mürit” gibi sözcükler genellikle dini söylemler olmakla birlikte demokratik olmayan ideoloji ile yönetilen ülkelerde de eğitim bu şekilde yapılır.

ÇAĞDAŞ EĞİTİMİN ÖNEMİ

Önüne engeller konulmuş sular bazen taşar; bentleri, barajları yıkarak felaketler oluşturur. Önüne engeller konularak gelişmesi önlenmiş akıllar da taşabilir; o zaman karşımıza El Kaide, IŞİD, Boko Haram vs. olarak çıkıp felaketlere neden olurlar…

Sayın Erdoğan’ın aynı konuşmasında, “Hoca kılıklı şarlatanın peşine takılan insan müsveddeleri; doçent, profesör olmuşlar ama şarlatan için ‘bize şah damarımızdan daha yakın’ diyorlar,” diye tanımladığı FETÖ’cüler, bu şekilde eğitilmiş insanların tipik örnekleridir. Bunların okumuş olmaları, profesör ya da general olmaları fark etmez.

  • 15 Temmuz’da gördüğümüz gibi, koskoca generaller, hiçbir askerlik bilgileri olmayan sivil imamların aklına uyup darbe yapmaya kalktılar.

Batı, Aydınlanma Devrimi ile aydınlanmacı eğitime geçerek Ortaçağ karanlığından çıktı ve daha önce gerisinde olduğu Doğu’nun önüne geçti, sömürmeye başladı.

Atatürk devrimlerinin nihai (AS: sonal, soncul) amacı Aydınlanma Devrimi idi.

  • Atatürk, “Öğretmenler, Cumhuriyet sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür nesiller istiyor”diyerek bu amaca aydınlanmacı eğitim ile erişilebileceğini işaret etmişti. Bu nedenle eğitim en önem verilen konu oldu. Öyle ki, öğretmenlere milletvekillerininki kadar aylık verildi.

‘BENİM DE PEŞİMDEN GELMEYİN’

Bununla birlikte cehalet diz boyu idi ve bu eğitimi uygulayacak yeterli eğitimci yoktu. Padişahın kulu olarak yetiştirilmiş öğretmenlerin çoğunluğu Aydınlanmadan habersizdi.
Öyle ki Samsun’da öğretmenlerle yaptığı bir söyleşide, söz alan herkes, mürşit (kılavuz, rehber) ve benzeri betimlemelerle kendisine övgüler dizerek konuşunca, Atatürk söz almış ve özetle şu konuşmayı yapmıştır:

  • “Kardeşlerim, gönülden söylediğinize inandığım için iltifatlarınıza teşekkür ederim. Ancak geçmişte milletimizin başına ne geldiyse bir insanı mürşit edinip peşinden gitmeleri yüzünden gelmiştir. Artık ben de dahil, hiç kimseyi mürşit edinmeyin. Benim de peşimden gelmeyin. Yalnız bilimi rehber edinin” diyerek kısaca “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” şeklinde özlü söze dönüştürülen konuşmasını yapmıştır.

Köy Enstitüleri ile amaca erişilir gibi olunmuştu ki, halkımızın mürit olarak kalmasını isteyen emperyalistler ve yerli egemenler / işbirlikçilerce kapatıldılar. (AS: 1954, Demokrat Parti, Adnan Menderes hükümeti.. ayrıca Halkevleri ve Halkodalarını da DP-Menderes kapattı!)

EĞİTİMDE MİLLİLİK KAYBEDİLDİ

Bundan sonra gerici ya da aymaz / sapkın iktidarlarca adım adım aydınlanmacı eğitimden uzaklaşılarak dogmatik / ezberci eğitime doğru gidildi. Sonunda ‘Milli Eğitim’ milliliğini kaybetti. Özlemle andığımız Sevgili Ahmet Taner Kışlalı‘nın deyimiyle

  • Milli İhanet Bakanlığı’‘na dönüştü.

Bu Bakanlıkça hazırlanmış olan Yeni Öğretim Programı (müfredat) ile eğitim tümüyle dogmacı / ezberci sisteme dönüşecektir. Bu eğitim programı ile Türkiye Ortaçağ’a gider / Suudi Arabistan düzeyine düşer.
===================================
Dostlar,

DİNCİ – KİNCİ NESİLLER YETİŞTİRECEK EĞİTİMİ HALKIMIZ REDDECEKTİR!

Sayın Prof. Dr. Süleyman Çelik Eczacılık kökenli Farmakoloji hocasıdır. Uzun yıllar Samsun 19 Mayıs Üniversitesi Tıp Fakültesinde öğretim üyeliği yapmış ve emekli olmuştur. Nitelikli bir Cumhuriyet aydınıdır. ADD’de (Atatürkçü Düşünce Derneği) dava arkadaşımızdır. Bu yazısıyla, AKP = RTE‘nin eğitim – öğretim programında geçtiğimiz ay yaptığı kökten gerici – yobaz yetiştirmeye dönük değişikliği özlü biçimde irdelemekte.

Dileriz uyarılar tek yetkiliye = TEK ADAM‘a erişir!? Ancak umutlu olmak için bir neden yok! Çünkü;

  • ”… dindar ve kindar bir nesil yetiştirmede kararlıyız..” diyen de,
  • ”.. okullarda altyapı vb. tamam, sıra müfredatta..” diyen de;
  • ”.. sosyal kültürel alanda beklediğimiz dönüşümü yapamadık..” diyen de aynı kişi;
    AKP’li Cumhurbaşkanı, laiklik karşıtlığını kezlerce itiraf etmiş R.T. Erdoğan!

Dolayısıyla kafalar duvara çarpmadan feci sonuçların öngörülemeyeceğini düşünüyoruz.

Öte yandan;
– bunca gerici, yobaz, ayrımcı, ötekileştirici, toplumu bölücü ve çatışmaya sürükleyici,
– pozitif bilimler yerine din adına hurafe ile doldurulmuş, ezberci – sorgulamayan,
– din için savaşacak cihat militanı yetiştirmeyi….. hedefleyen,
– temel insan hak ve özgürlüklerine aykırı,
– laiklik düşmanı,
– Anayasa’nın başlangıç hükümleri ile 2, 24, 42 ve 174. maddelerine açıkça aykırı,
– Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası hukuk metinlerine, başta İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ve BM Çocuk Hakları Sözleşmesi… olmak üzere açıkça aykırı..
Artık tartışılmayan Bilimsel bir gerçek olan EVRİM’i dışlayan,
– Ülkemizin kurtarıcısı – kurucusu ATATÜRK‘ü ve Devrim tarihimizi görmezden gelen
Dinci – kinci nesiller yetiştirmeye kararlı ….

Dolayısıyla bu gerici sistem üzerinden toplumu oy deposu müritlere dönüştürmeyi ve ölene dek iktidarda kalmayı, sonra da halife sultanlıkla cülusu (babadan oğula geçen iktidar) hedefleyen bir anti-demokratik siyasal iktidar olgusu ile yüz yüzeyiz..

Ne var ki, böylesine bir eğitim – öğretim programı (!) çokkültürlü bir toplumda, 21. yy’ın şafağında değil Türkiye’de, Körfez Emirlikleri – Afrika kabilelerinde bile asla dayatılamaz!

Bu girişim ölü doğmuştur, meşru değildir, hatta suçtur. İktidar açıkça suç işlemektedir. Cumhuriyetin savcıları, Cumhuriyet Başsavcısı görevlerini artık yapmalıdır.

Danıştay ne beklemektedir önüne getirilen bu Yönetmeliği oyalanmadan iptal etmek ve Yürürlüğünü Durdurmak (YD) için? OHAL mi engeldir YD kararına? O halde yargılamayı hızla tamamlamak ve bu belayı ülkenin başından okullar başlamadan defetmek gerekir.. Yargıç cübbesinin olmayan düğmelerini Başbakan iken Erdoğan’ın önünde iliklemeye çalışan (bilinçaltındaki biatçı eğitimin içgüdüsel refleksi!) kimi yetkililer artık hiç olmazsa gölge etmemelidir.

  • Cumhuriyetin öğretmenleri ve veliler böylesine halkı hiçe sayan faşist ve çağdışı, bütünüyle hukuksuz, TBMM’de özgürce tartışılıp onaylanmamış, toplumsal uzlaşma aranmayan ve olmayan… çocuklarımızı geleceğe hazırlamayan bu dayatmayı tanımayacak, uygulamayacak ve fiilen kadük bırakacaklardır. Büyük ATATÜRK‘ün kurduğu ve bizlere kutsal bir emanet olarak bıraktığı
  • AYDINLANMACI Türkiye Cumhuriyeti, hiç kimsenin ve hiçbir kurumun yol geçen hanı olarak göremeyeceği ölçüde saygın ve köklüdür. Herkes attığı adıma dikkat etmeli, ”haddini bilmelidir”! AKP iktidarı da elbette gidicidir, sonu görünmektedir ama Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün koyduğu ilkelerle ilelebet payidar kalacaktır. 

    Sevgi ve saygı ile. 14 Ağustos 2017, Tekirdağ

    Prof. Dr. Ahmet SALTIK
    Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
    www.ahmetsaltik.net     profsaltik@gmail.com

Eğitim-İş : Her öğretmen bir Kubilay’dır!

logo
Eğitim-İş :
Her öğretmen bir Kubilay’dır!

Kubilay’ı anma mesajı yayımlayan Eğitim-İş    :

Menemen’deki olayın üzerinden 85 yıl geçtiği halde (AS: 23 Aralık 1930)
ülkemizde gericilik tehlikesi sürmektedir.

85 yıl önce gericiler tarafından katledilen Cumhuriyet Öğretmeni ve Asteğmen
Mustafa Fehmi Kubilay bu yıl da törenlerle anılacak. Her yıl 23 Aralık’ta Kubilay Olayı ile ilgili olarak Menemen’de tören düzenlenmekte, konu ile ilgili makaleler ve
anma iletileri yayınlanmakta ve olay lanetlenmektedir.


Kubilay, Türkiye Cumhuriyeti’nin gericiliğe ve bağnazlığa karşı verdiği savaşın simgesi olmuş, Türk ulusunun gönlünde
devrim şehidi” olarak ölümsüzleşmiştir.

Eğitim-İş de, Devrim şehidi Kubilay için bir anma mesajı yayımladı. Mesajda, her öğretmen bir Kubilay olmalıdır denilerek bütün eğitim-bilim çalışanları ve halkımızın, bağnaz düşüncelerin, kişi, toplum ve devlet yaşamını etkilememesi için duyarlı olması gerektiğine dikkat çekildi.

EĞTİM-İŞ iletisinde şu anlatımlara yer verildi :

“23 Aralık 1930’da Menemen’de bir grup yobazın Cumhuriyet’e karşı ayaklanarak,
Asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay’ı, Bekçi Hasan ve Bekçi Şevki’yi katletmesi
tarihimizin en acı olaylarından biridir.

Cumhuriyet’e ve Atatürk devrimlerine inanmış Mustafa Fehmi Kubilay, bağlı olduğu değerler adına canını hiçe saymış, Cumhuriyet’in korunması uğruna ulusumuzun
hiçbir özveriden kaçınmayacağının göstergesi olmuştur.

Kubilay, Türkiye Cumhuriyeti’nin gericiliğe ve bağnazlığa karşı verdiği savaşın simgesi olmuş, Türk Ulusu’nun gönlünde “Devrim Şehidi” olarak ölümsüzleşmiştir.

“ÜLKEMİZDE GERİCİLİK TEHLİKESİ DEVAM EDİYOR”

Menemen’deki olayın üzerinden 85 yıl geçtiği halde ülkemizde gericilik tehlikesi sürmektedir. Her dönemde Cumhuriyet’i, Atatürk İlke ve Devrimlerini içine sindiremeyen oluşumlar
ortaya çıkmış; Türkiye, benzer olayları Çorum’da, Kahramanmaraş’ta, Sivas’ta daha geniş katliamlar olarak kezlerce yaşamış; Uğur Mumcu, Bahriye Üçok, Muammer Aksoy, Ahmet Taner Kışlalı, Abdi İpekçi, Turan Dursun gibi nice Atatürk devrimcisi şehit edilmiştir.

Kubilay’ın yeni harflerle eğitime karşı çıkan gericiler tarafından şehit edilmesinin ardından Atatürk yayınladığı taziye mesajında;

  • “……Kubilay Bey şehit edilirken, mürtecilerin gösterdiği vahşet karşısında, ahaliden bazılarının onlara alkışla destekte bulunmaları, bütün cumhuriyetçi ve vatanperverler için utanılacak bir hadisedir…” demiştir.

İşte o gün orada alkışlayan zihniyet bugün hala varlığını sürdürmektedir.
Bugün hala Atatürk devrimlerini içine sindiremeyen kimi çevreler, yeni Türk alfabesinin
(AS: abece’sinin) kaldırılmasını, Osmanlıca ve Arapça’nın okullarda zorunlu olarak okutulmasını, karma eğitime son verilmesini talep etmektedir.

Bugün Türkiye Cumhuriyeti, bir yandan uygar dünyayla bütünleşme yolunda ilerlerken,
öte yandan Cumhuriyet’in dayandığı değerler sistemine yönelen tehditlere,
Atatürk devrimlerini içine sindiremeyen çevrelere karşı da kararlı bir savaş vermek zorundadır.

  • Türkiye, ulus egemenliğine dayanan, laik ve demokratik bir cumhuriyettir.

Bu yapının korunması, Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi ve ulusuyla bölünmez bütün olarak varlığını sonsuza kadar sürdürebilmesinin en önemli koşuludur.

Eğitim-İş olarak diyoruz ki :

  • Her öğretmen bir Kubilay olmalıdır.
    Bütün eğitim-bilim çalışanları ve halkımız, bağnaz düşüncelerin, kişi, toplum ve devlet yaşamını etkilememesi için duyarlı olmalı, Türkiye Cumhuriyeti’nin hedeflerini gerçekleştirmesi yolunda ilerici atılımları ilk günkü bilinçle sürdürmelidir.
  • Cumhuriyetin kazanımları, Atatürk İlke ve Devrimleri için tehdit oluşturan düşünce ve girişimler, Ulusumuzun duyarlığı ve sağduyusu sayesinde hiçbir zaman amaçlarına ulaşamayacaktır.
  • Kuşkusuz Türk Ulusu, Yüce Atatürk’ün aydınlattığı yolda ilerleyecek, Cumhuriyetimize, ulusal değerlerimize bağlılığını her koşulda gösterecektir.
  • Devrim şehidimiz Kubilay’ı, şükranla ve minnetle anıyor, huzurunda saygıyla eğiliyoruz.”http://www.egitimis.org.tr/haber-arsiv/her-retmen-br-kublay-dir#.VnnNGPl95iI

================================

Dostlar,

Bizim de üyesi olduğumuz EĞİTİM-İŞ‘in açıklamasına biz de içtenlikle katılıyoruz..

Kubilay ve öbür Devrim şehitlerinin, vatan şehitlerinin sevgin (aziz) anıları önünde
saygı ve acıyla eğiliyoruz.

Türkiye’nin bu tür “insanlığa karşı suçlar“a artık bir “dur” demesinin zamanı gelmiştir.

İlk iş, işleyeni bilinmeyen (!) (faili meçhul!?) cinayet – kırımlarının katilleri ile azmettiricilerinin ortaya konması olmalıdır. Bu kişiler etkin – caydırıcı ceza yaptırımı görmeli ve kamuouyu ile paylaşılmalıdır.

Tüm toplumda ayrıştırıcı her tür eylem – söylem dışlanmalı (Başta RTE!);
tüm yurttaşlar hoşgörü içinde birlikte yaşam ülküsü doğrultusunda eğitilmelidir.

  • Kubilay‘ı hunharca katledenleri (23 Aralık 1930) ve ilkel anlayışlarını lanetliyoruz.
  • AYDINLANMA DEVRİMİ = ANADOLU RÖNESANSI’nın parlak ve gür ışıkları yobazlığın kuytularında çürümeye mahkum bu yaratıkları da aydınlatacak eminiz..

Sevgi ve saygı ile.
23.12.2015, Ankara


Dr. Ahmet SALTIK

www.ahmetsaltik.net
profsaltik@gmail.com

LAİK CUMHURİYETİN ÖRNEK AYDINI PROF. ŞERAFETTİN TURAN’I YİTİRMENİN ÜZÜNTÜSÜ İÇİNDEYİZ!

LAİK CUMHURİYETİN ÖRNEK AYDINI
PROF. ŞERAFETTİN TURAN’I
YİTİRMENİN ÜZÜNTÜSÜ İÇİNDEYİZ!

LAİK CUMHURİYETİN
ÖRNEK AYDINI

PROF. DR. ŞERAFETTİN TURAN’I YİTİRMENİN ÜZÜNTÜSÜ İÇİNDEYİZ!

Atatürk’ün kurduğu Türk Dil Kurumu‘nun seçilmiş son başkanı, DTCF’nin dekanlarından, ölümsüz Kültür Bakanımız Ahmet Taner Kışlalı‘nın müsteşarı, Dil Derneği’nin Onursal Başkanı, öğretmenimiz Prof. Dr. Şerafettin Turan’ı yitirmenin üzüntüsü içindeyiz.

Prof. Turan laik cumhuriyetimiz için, bilim için, sanat için, ödünsüz bir Cumhuriyet aydını olarak yaşamı boyunca savaşım verdi. Binlerce öğrenci yetiştirdi, görkemli yapıtlarıyla Devrim Tarihimizi, Atatürk’ü, İsmet İnönü’yü anlattı. Bilgisi ve birikimiyle, yurt ve yurttaş sevgisiyle hiçbir zaman karamsar olmadı;  12 Mart, 12 Eylül darbeleri karşısında dik duruşunu korudu; bizlerin dik duruşuna, haksızlıklara direnmesine öncü oldu. Arkasında bıraktığı düşünceleri, ilkeleri, yapıtları sonsuza dek yolumuzu aydınlatacak.

Prof. Dr. Şerafettin Turan’ın açtığı yoldan ayrılmayacak, O’nu unutmayacağız!

* * *

Prof. Dr. Şerafettin Turan için 16 Ekim 2015 Cuma günü DTCF’de saat 10.00’da tören yapılacak. Öğretmenimizi, Kocatepe Camisindeki öğle namazından sonra Gölbaşı Gömütlüğünde çok sevdiği yurt toprağına emanet edeceğiz!

Ailesine, yakınlarına, bütün aydınlanmacılara başsağlığı diliyoruz!

DİL DERNEĞİ YÖNETİM KURULU

Hüseyin Akbulut : Türkiye’nin Kültür ve Sanat Siyaseti


Dostlar,

Bir kitap tanıtımı yapmak istiyoruz.

Yazarı : Hüseyin Akbulut

Kitabın adı : Türkiye’nin Kültür ve Sanat Siyaseti

Türkiye’nin Kültür ve Sanat Siyaseti
  • Yazar: Hüseyin Akbulut
  • ISBN:978-605-63620-7-1
  • Basım Tarihi: Eylül 2013
  • Boyutu: 13.5 x 21 cm.
  • Sayfa Sayısı: 376 sayfa
  • Müzik Eğitimi Yayınları No.46
  • Kültür Kitapları Serisi No.15
  • Fiyatı: 25TL.

Resmî tarih, elli yıllık bir dönemi bazen birkaç cümleyle anlatıp geçiverir.
Üstelik resmî tarih yazıcıları, kesin yargıları da bu birkaç cümleyle topluma kabul ettirmeye çalışır. Oysa, o birkaç cümlenin ardında hangi gerçekler, hangi niyetler,
hangi entrikalar, hangi yaşanmışlıklar vardır! Hele konu Devletin kültür/sanat politikası
ve kurumlarıysa…

Hüseyin Akbulut, içinde yaşadığı, sanatçı, seçilmiş yönetici ve atanmış bürokrat olarak yıllarını verdiği müzik ve sahne sanatları alanında, resmî tarihin ardında yatan
dev gibi gerçeklerin kapılarını aralıyor. Sanat ve siyaset dünyasında işlerin ve ilişkilerin, sanatçısı, siyasetçisi, bakan ve resmî tarih yazıcıları nasıl yürütüldüğünü, perde arkasıyla açıklıyor.

Öğrenci, keman sanatçısı, CSO’nun seçilmiş müdürü, Devlet Opera ve Balesi’nin
uzun süre kesintisiz görev yapmış atanmış genel müdürü ve Kültür Bakanlığı’nın müsteşar yardımcısı olarak yıllarını verdiği bu âlemde yaşananları, belgeleriyle, fotoğraflarla, tanıklığıyla anlatıyor, olaylarla ilgili düşüncelerini açıklıyor. Çuvaldızın ucunu pek çok ilgiliye, bu arada kendisine de batırmaktan kaçınmıyor. Kültür/sanattan yoksun siyaset ile siyasetten yoksun sanat dünyasının berrak bir görünümünü çiziyor.

Tüm bu özellikleriyle bu kitap, alanında bir “ilk”… Yalnızca sanatçıların, sanatseverlerin değil, eski ve günümüz siyasetçilerinin, bürokratlarının “ibretle” okuması, gerekli dersleri çıkarması, kendi özeleştirilerini yapmaları için güç alması gereken, anı ve gerçeklerle özgün görüşlerin içiçe sunulduğu önemli bir kitap bu…

Şefik Kahramankaptan

İçindekiler
  • Yaşamıma Yön Veren Kurumlar: Köy Enstitüleri ve Gazi Eğitim
  • Düşlerimizdeki Okul
  • Olağanüstü Bir Müzik Dünyası: Rubin Müzik Akademisi
  • Gazi, Kuruluş İdeallerinden Nasıl Uzaklaştırıldı?
  • Derinlikli Tarihiyle Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası
  • Kenan Evren ve Müzik
  • Başkente Bir Kültür Kompleksi Kazandırılabilir mi?
  • Turgut Özal ve Müzik
  • Yıl 1926: Riyaset-i Cumhur Orkestrası Avrupa Limanlarında
  • Hipodrom Konserleri
  • Yasa Tanımayan Kültür Bakanı
  • Bir Güldürü Öyküsü: Kaybolan Pasaport
  • Bir Cumhuriyet Kurumu: Opera
  • Opera ve Bale Sanatları İçin Verilen Savaşım
  • Bitmez Tükenmez Aspendos Kavgası
  • Devlet Balesi Kayseri’de
  • Kültür Bakanı’nı Mahkemeye Veren Genel Müdür
  • Operada Namaz
  • Bazı Operacıların Refah Partisi’yle İşbirliği Girişimi
  • Süleyman Demirel ve Müzik
  • Hikmet Şimşek Cumhurbaşkanı Demirel’e Nasıl Emretti?
  • İktidardan Düşüren Senfoni
  • DSP’li Hükümetler Dönemi
  • İstifamı Önleyen Kültür Bakanı
  • Kültür – Sanat Büyük Ödülü
  • Devlet Sanatçısı Unvanının Sonu
  • Büyük Sıçrama: Beş Yeni Opera-Bale Kurumu
  • Antalya’ya Opera – Bale: Ahmet Taner Kışlalı’nın Özlemi
  • Veda Zamanı
  • Yurdumuzun Kültür ve Sanat İşleri
  • Bakanlıktaki Göreve Nasıl Atandım?
  • Devlet Sanat Kurumlarının Yeniden Yapılanma Serüveni
  • “Lirik Tarih” Gösterisi ve Yekta Kara Soruşturması
  • Kültür Bakanlığında Ürettiğimiz Yeni Projeler
  • Fazıl Say ’ın “Nâzım Hikmet Oratoryosu”
  • Ahmet Necdet Sezer ve Müzik
  • Bir Dönemin Sonu: Gemi Alabora Oluyor
  • AKP’nin İktidarı Ele Geçirmesi
  • Kültür Bakanlığı’nın Kapatılarak Turizme Eklenmesi
  • 2014’e Girerken Türkiye’nin Görünümü
  • Kültür ve Sanata Soluk Aldıracak Yaklaşımlar Nasıl Olmalı?
  • İsim Buldurusu
    (www.muzikegitimi.net, 2.11.13)

**********

Değerli Akbulut ile ADD’de Genel Yönetim Kurulu üyesi olarak çalıştık (2006-2007).

Bir sanat – kültür adamı olarak inceliğinden, zarafetinden, duruşundan,
söz söyleyişinden hep öğrendik..Şimdi de ömrünü verdiği Türk sanat – kültür yaşamına tanıklıklarından öğreneceğiz.
Zaten bu kapsamlı kitabına (376 sayfa) verdiği başlığın da üstünde“Yaşananlar, Tanıklıklar, Düşünceler Işığında” notunu üzelliekle düşüyor.Bu notu özellikle önemsiyor sayın Akbulut ve kitabının adeta gerekçesi sayıyor.
Bir boyutuyla da ..bunca yaşanan, tanıklık edilen olaylar ve düşüncelerin yazılması
boyun borcuydu, başka türlü yapılamazdı.. diyor bize göre.
Nitekim 28.10.13 günü Çağdaş Sanatlar Merkezinde ADD panelinde bize bu değerli kitabını imzalarken de söz konusu hususu – gerekçesini bir kez daha dile getirdi.
Türkiye, AKP yönetiminde Kars’taki insanlık anıtının “Allah-u ekber” diyerek kafasını kesen ve yere indirerek kaldıran bir acı – utanç veren dönem yaşamakta.Başbakan RT Erdoğan, yontu sanatçısı Sayın Mehmet Aksoy‘un bu yontuları için, çok yetkisi varmışçasına, sıkı bir sanat eğitimi almışçasına, “Ucube” buyurmuş ve kaldırılmasını Kars belediyesine emretmiş, ne yazık ki yüz kızartıcı buyruk, üstelik
dinsel bir ritüelle, “Allah-u ekber” nidalarıyla yontunun kafaı kesilerek yerine getirilmişti (14.6.11)!Ve Türkiye, Afganistan’ın Talebanları ile aynı lige sokulmuştu (14.6.11);
Resam Bedri Baykam‘ın deyişiyle,

  • ”Dünya, Türkiye’yi ikinci Taliban olgusu olarak yansıtacak…”
Salt Türkiye için değil, insanlık tarihi adına da kahreden bir acı olaydır bu.
Örnekler ne yazık ki tek de değil.. Başkent belediye başkanı da “böyle sanatın içine tüküreyim..” diye kükremişlerdi (!)..

Bu karanlık dönemi de aşacak Türkiye..Dar ve de zor dönemler, sanatçıların – aydınların topluma yol göstermesi – öncülük etmesiyle aşılır.. Sn. Akbulut de bu kitabı ile ükemizin kritik dönemecinde bu sorumluluğunu yerine getirmekte.
Eylül 2013 tarihli önsözünde şu kaydı dikkate değer :
Kitap, Türkiye’nin inişli – çıkışlı kültür tarihine bir bakış niteliği taşıyor..
Betz hücrelerinize sağlık Sayın Akbulut..
Sayın Akbulut’un bu sitede daha önce bir makalesine yer vermiştik :

Devlet Tiyatroları kapanmanın eşiğinde!

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 2.11.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Prof. Dr. Alpaslan IŞIKLI : ATATÜRKÇÜLÜĞÜN GÜNCELLİĞİ

Dostlar,

Alpaslan Işıklı hocamızın çok önemli br makalesi aşağıda..

pdf olarak da okunabilir…

ATATURKCULUGUN_GUNCELLIGI_2005_Alpaslan_ISIKLI

Rahmetli, hem sosyalist hem de Kemalist olunabileceğini düşünüyor ve yaşıyordu. “Sosyalizm, Kemalizm ve Din başlıklı kitabı bu tezi sıkı biçimde savunmakta..

Kemalizm_Sosyalizm_ve_Din_kitabi

 

 

 

 

 

 

 

 

Sevgi ve saygı ile.
14.7.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

ATATÜRKÇÜLÜĞÜN GÜNCELLİĞİ 

Prof. Dr. Alpaslan IŞIKLI / 18.07.05

Atatürkçülüğün güncelliği üzerinde konuşurken, öncelikle günümüzün koşullarının temel belirleyicilerine açıklık getirmekte ve nasıl bir tarihsel aşamada ve nasıl bir dünyada yaşamakta olduğumuzu, anahatlarıyla da olsa görmekte yarar bulunduğunu düşünmekteyim.

Ülkemizin bugününün ve yakın geçmişinin konu edildiği her durumda anımsamadan edemediğim bir tespit vardır; izninizle burada da onu nakletmek istiyorum.

Ünlü tarihçi Albert Sorel, Sorbonne Üniversitesindeki derslerinde İngiltere ile ilgili konulara sıra geldiğinde “İngiltere bir adadır” dermiş ve ardından eklermiş: “İngiltere ile ilgili söyleyeceklerimin yarısını söyledim”. Gerçekten de İngiltere, coğrafi konumuna koşut olarak dünyadan kopukmuş gibi bir durumda olmuştur. Hala herkes sağdan giderken onlar soldan gider; dünyada en sonunda yalnızca iki kralın kalacağı söylenir: İngiltere kralı ve iskambil kağıdındaki kral.

Günümüzde, Manş’a tünel yapılmasına koşut olarak, İngiltere bile bu özelliğini birçok bakımdan yitirmiş gibidir. Yeryüzünde ülkeler arası etkileşimin yoğunlaşması ve tek kutuplulaşan dünyada insanların ve ulusların kaderinin giderek güçlenen uluslar üstü karar ve iktidar odaklarının eline geçmesi yönündeki sürecin bir parçası olarak; tüm ülkeler, kurulmakta olan küresel köyün muhtarlığına tâbi olmak konumuna itilmiştir. Ülkemizin durumu başından itibaren bundan farklı olmuştur. Türkiye bir ada değil, köprüdür. Üstelik, yeryüzünün metropollerinin hemen yanı başında konuşlanmış olan bir köprü. Bu nedenledir ki Türkiye’deki her türlü oluşumun ve gelişmenin arka planında bu köprü olma konumundan kaynaklanan etkilerin bulunduğunu görmeden gerçekçi tahlillere varmak olanaksızdır.

Son dönemlerin çelişkili bir gelişmesi olarak, Atatürk’e ve Atatürkçülüğe karşı saldırıların yoğunlaşmasıyla birlikte halkımızın bu değerlere olan bağlılığının derinleşmesi ve Atatürkçülüğün yaygın ve yoğun bir güncellik kazanması da bu çerçevede ele alınmalıdır. Atatürk’ün tarih sahnesindeki müstesna ve parlak yerini almaya başlaması, bu asrın başlarında yeryüzünün yaklaşık bir asır boyunca içinde yuvarlandığı derin ekonomik ve sosyal bunalımların, 1929-30 yıllarında genel bir ekonomik bunalım halini almasından hemen önce gerçekleşmiştir. Ekonomik bunalımın tüm toplumsal sınıflar açısından doğurduğu acılar, bunalımla bağlantılı olarak ve bu bunalımın hemen öncesinde ve sonrasında patlak veren dünya savaşları felaketleriyle büsbütün dayanılmaz boyutlara varmıştır.

Yaşanılan bunca deneyimden çıkarılan dersler, 2. Dünya Savaşı sonrasında Batı ve Kuzey Avrupa’da yeni bazı arayışlara ortam hazırlamıştır. Bu koşullarda İngiliz iktisatçısı Keynes’in 1936’da ortaya attığı ekonomik kuram, geniş yankılar uyandırmış; bu kuramın bunalımdan çıkış için kaçınılmaz gördüğü, ekonomide devletin rolüne ve düzenleyiciliğine ilişkin görüşler, sosyal refah devleti uygulamalarının hayata geçirilmesi yönündeki eğilimlere güç katmıştır.

Ancak, daha önce de kendi ülkelerinin sorunlarına, devletin sorumluluk üstlenmesi yoluyla çözüm bulmuş olan başka devlet adamları da vardır. Bunlardan birisi Amerikan cumhurbaşkanlarından Roosevelt’tir. 1930’ların başında uyguladığı, kısmî de olsa, planlı ve devletçi bir çözüm yolunu ifade eden New Deal politikasıyla, o dönemde ülkesinin karşı karşıya bulunduğu işsizlik ve kısmi yoksulluk sorununun aşılmasını sağlamıştır. Ne var ki Roosevelt’in de Keynes’in danışmanlığından yararlandığı bilinmektedir.

Bir başkası daha var ki değil Keynes’in danışmanlığından yararlanmaya; cepheden cepheye koşmaktan, rahatça kitap okumaya bile fırsat bulamamıştır. Fakat askeri alanla sınırlı olmayan emsalsiz dehası sayesinde, Batının asırlardır içinde yuvarlandığı ekonomik ve sosyal felaketlerin gerçek sebeplerini başından itibaren görmüş ve ülkemizde uyguladığı ekonomik ve sosyal politika sayesinde, tüm dünyanın 1929-30 bunalımını yaşadığı bir dönemde Cumhuriyet döneminin en parlak ekonomik  başarılarının sağlanmasına öncülük etmiştir.

  • Bu büyük deha Mustafa Kemal Atatürk’tür!

Böylesine bir ekonomik yapılanma, ülkemizin 2. Dünya Savaşı felaketinin dışında tutulmasına olanak sağlayan politikalara da temel oluşturmuştur. Bu sayededir ki 30’lu yıllarda ve sonrasında dünyanın önemli bir bölümü demokrasi dışı rejimlerin tahakkümü altında kıvranırken, Türkiye dönemin tüm ülkelerine kıyasla demokratiklik açısından asla geri sayılmayacak bir yapılanmayı gerçekleştirebilmiştir.

Öte yandan, belirtilmesi gerekir ki,

  • 2. Dünya Savaşı sonrasında hız kazanan sömürgeciliğin çözülmesi sürecinin temelinde de Atatürkçülük vardır.
  • Anadolu’da tutuşturulan bağımsızlık meşalesi, tüm mazlum milletlerin kurtuluşu hareketinin yolunu aydınlatmıştır.

Batı ve Kuzey Avrupa ülkeleri, sosyal devlet uygulamaları sayesinde, uzunca bir süre için, ekonomik sorunlarını aşmayı başarabilmiş; 19. yüzyılda ancak ütopyacı düşünürlerin hayal edebildikleri bazı sosyal adaletçi uygulamaları, kendi ülkelerinin sınırları çerçevesinde hayata geçirebilmişlerdir.

Ne var ki bu dönemde de bir büyük sorun, tüm insanlığın kaderini içten içe kemiren bir hastalık gibi varlığını sürdürmüştür. Bu sorun, dünya ölçeğinde varlıklı ve yoksul ülkeler arasındaki uçurumun giderek derinleşmesiyle varlığını duyurmuştur. Bu uçurumdur ki 70’li yılların başından itibaren sanayileşmiş ülkeleri de içine alan bir yeni büyük ekonomik bunalımın doğmasına neden olmuştur.

Bir bakıma, adaletsizlikler içinde kıvranan bir dünyada refah adacıklarını sonsuza kadar yaşatmanın olanaksızlığı görülmüştür. Amerikan asıllı iktisatçı Susan George bu durumu “bumerang etkisi” olarak isimlendirerek açıklamaktadır. Yani, uluslararası ekonomik ilişkilerde güçlüler tarafından dayatılan kurallar, bir bumerang gibi, dönmüş dolaşmış bu kuralları dayatanları da vuran sonuçlara varmıştır. Bu durumda, Willy Brandt veya Olof Palme gibi bazı isimler, gerçek çözümün, sosyal adalete
ve demokrasiye belli bazı ülkelerle sınırlı olmayan evrensel ölçekte bir uygulama alanı ve geçerlilik kazandırmak olduğunu görmüşler ve bu görüşlerini “Uluslararası
Yeni Ekonomik Düzen”
adı altında özellikle Birleşmiş Milletler bünyesinde dile getirmişlerdir. Ne var ki hiçbir şey yalnızca dile getirilerek hayata geçmiyor.
Galile’den önce Bruno, dünyanın en basit doğrusunu dile getirmiş; dünyanın yuvarlak olduğunu söylemişti. Giardano Bruno’nun diline çivi çaktılar ve yaktılar. Uluslararası düzeyde daha adil ilişkilerin kurulması yönündeki özlemler de,
gerekli demokratik oluşumların ve güçlerin vücut bulmamış olmasından dolayı gerçekleşememiştir.

Her zaman her konuda olduğu gibi, bu konuda da çözümsüzlük, denenmiş ve iflası kanıtlanmış çözümlere yeniden sarılmak sonucunu doğurmuştur. 19. yüzyıla doğru estirilen “değişim rüzgarları” 19. yüzyıla özgü çözümlerin, tek kutuplulaşan dünya ölçeğinde neoliberal küreselleşme biçiminde yeniden diriltilmesi sonucuna varmış bulunuyor.

Uluslararası ekonomik ilişkilerde gerçekleştirilen yeniden yapılanma süreci, güçlüyü daha güçlü yapan eğilime hız katmıştır. Bu yolla, görülmemiş ölçüde yoğunlaşarak uluslararasılaşan sermaye, bunalımın yükünü kendi dışına yansıtma olanağını artırmıştır. Uluslararası sermaye, hiçbir kamusal denetimin boyutlarına sığmayan bir güce erişmiştir. General Motors’un cirosu Danimarka’nın; Ford’unki Güney Afrika’nın; Toyota’nınki Norveç’in gayri safi yurtiçi hasılasını aşmıştır.[1]

Ulus devleti tarihe gömmek kararlılığıyla kurulmak istenen yeni dünya düzenine özgü
bu tür bir iktidar yapılanmasında demokratik denetime ve halk egemenliğine yer yoktur. Bu durumu tanımlamak için iktisatçı Susan George, bir “Dünya Bankası İmparatorluğu”ndan söz eder olmuştur.[2] Öte yandan, Kanada’lı profesör Chossudovsky, bir “küresel totalitarizm” çağının başlamakta olduğuna
işaret etmektedir.[3] Fransız düşünür Alain Minc ise, yeni bir Orta Çağ’a dönüşten
söz etmektedir.[4]

Günümüz koşullarını belirleyin egemen eğilimin Atatürkçülük ile çelişkisi de tam
bu noktada düğümlenmektedir. Çünkü Atatürkçülük ülkemizde ulus devletin özünü oluşturan temel ideolojidir.

Çünkü Atatürkçülük, “egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur” demektir;
“egemenlik kayıtsız şartsız uluslararası sermayenindir” demek değildir.
70’li yıllarda baş gösteren ekonomik bunalımın üstesinden gelme iddiasıyla, 70’li yılların sonlarında baş gösteren ve 90’lı yılların başlarından bu yana kendisini kabul ettiren neoliberal küreselleşme, bunalıma çözüm getirememiş; üstelik bunalımın temelinde yatan uluslararası gelir adaletsizliğini büsbütün artırmıştır.

Bugün yeryüzünde daha önceki sömürge dönemlerinin hepsini geride bırakacak ölçüde Güney’den Kuzey’e doğru bir kaynak akımı başlatılmıştır.[5][5] “Böylece 1982-1990 yılları arasında sekiz yılda, yoksullardan zenginlere doğru, yalnızca borç servisleri yoluyla, 2. Dünya Savaşı sonrası dönemde Amerika’nın Avrupa’ya yaptığı Marshall yardımlarının sekiz katı tutarında bir gelir transfer edilmiştir. Yoksul borçlu ülkelerdeki ortalama bir yurttaş, alacaklı bir OECD ülkesindeki ortalama yurttaştan 55 kez daha yoksul olduğundan [bu süreç] taştan kan çıkarmaya benzemekte”dir.[6]

1960’ta, dünya nüfusunun en zengin ülkelerde yaşayan %20’sinin zenginliği en yoksul ülkelerde yaşayan % 20’sininkinin 30 katı iken, 1995’te 82 katı olmuştur.[7] Birleşmiş Milletler verilerine göre, 1996’da, 358 adet dolar milyarderinin servetlerinin toplamı, yeryüzü nüfusunun en yoksul % 45’inin yıllık gelirlerinin toplamına eşittir.[8]

Sorunun önemi, uluslararasılaşmış ve her türlü kamusal denetimin dışına çıkmış olan sermayenin, vergi sorumluluğundan kurtulmanın yolunu da bulmuş olmasıyla büsbütün artmıştır. Oysa, Birleşmiş Milletler verilerine göre dünya zenginliğinin yarısını elinde bulunduran 400 milyarderin %4 oranında vergilendirilmesi (A. Saltık : James TOBIN vergisi) mümkün olsa, yeryüzündeki yoksulluk ve sağlık sorunu kökünden çözülmüş olabilecektir.[9] Bütün bunların anlamı, sömürgeciliğin değişik kılıklara bürünmüş olarak ve fakat eskisini aratmayacak boyutlarda kabarmış olmasıdır. Günümüzde egemen olan eğilimin bu yönü itibariyle de Atatürkçülük ile derin bir çelişki içinde bulunması kaçınılmazdır.

  • Çünkü Atatürkçülük, yeryüzünde sömürgeciliğe karşı kurtuluş mücadelesi bayrağını ilk defa yükseltmiş olan hareketin adıdır.

Uluslararası sermaye, kamusal denetimin dışına çıkmayı başardığı ölçüde, kârdan başka bir öncelik tanımaz olmuştur. Dünya’daki tüm ekonomik faaliyetin 1/20’si 200 tane işletmenin elinde bulunmaktadır. Ancak, bu 200 işletme, dünya faal nüfusunun yalnızca % 0,75’ine iş olanağı sunmaktadır.[10] Yeryüzünde her gün 2000 milyar dolar para
el değiştirmekte, bu miktarın ancak % 5’i reel mal ve hizmet alışverişi için yapılmaktadır; geri kalan tümü spekülatif harcamalara gitmektedir.[11] Böylece, üretmeyen, istihdam yaratmayan bir sermaye türü doğmaktadır.

Bunun sonucu, işsizlik ve yoksulluğun, metropol ülkelerini de içine alacak biçimde artması olmuştur. İşsizlerin sayısı, OECD ülkelerinde  40 milyonu aşmıştır. Fransa’da son yıllarda her ay işine son verilenlerin sayısı 35 000’i aşmıştır.[12] Yalnızca Londra’da sokaklarda yatıp kalkan evsizlerin sayısı 400 000 olmuştur.[13] ABD’de de işletmeler, rekabet koşullarını düzeltmek gerekçesiyle her gün binlerce insanın işine son vermektedirler. Bu durum, suçluluk oranlarında anormal bir sıçramaya yol açmıştır. ABD’de mahpusların sayısı, 1965-1990 arasında 4 kat artmıştır; cinayet suçundan hüküm giyen gençlerin sayısında, 1987-1991 yılları arasında % 85 oranında bir artış görülmüştür. [14]

Başta Batı ülkeleri olmak üzere, tüm dünyada, uyuşturucu kullanımında, falcılık büyücülük gibi akıl ve mantık dışı cereyanlarda ve birtakım sapkın tarikatlarda ve örgütlenmelerde anormal bir artış baş göstermiştir. Bütün bu olumsuzluklar, dünyayı yönetilmesi güç bir kaos ortamına dönüştüren sonuçlar doğurmaktadır. Şimdilik, bulunan çözüm, bunalımın yükünü mümkün olduğunca çevre ülkelerinin üzerlerine yansıtmaktan ibarettir. Bu yüzdendir ki bizimki gibi ülkelerde çok cılız da olsa bugüne dek gerçekleştirilmiş bulunan bazı sosyal devlet kazanımlarının tahribi gündeme gelmiştir.

Bu da gene Atatürkçülük ile çetin bir hesaplaşmayı zorunlu kılmaktadır.

  • Ülkemizde, Isparta dağlarındaki çobana cumhurbaşkanlığı yolunu açan; köy çocuklarından dünya çapında yazarlar, sanatçılar çıkmasını sağlayan eğitim sisteminin temelinde Atatürkçülük vardır.

Bugün tekrar hortladığına tanık olduğumuz bazı hastalıkları, çok daha sınırlı bütçe olanaklarına sahip bulunduğumuz Cumhuriyetin ilk yıllarında tamamen ortadan kaldırmayı mümkün kılmış olan sağlık politikaları Atatürkçülüğün eseridir. Kısacası, sanayileşmenin ilk basamaklarında bulunan ülkemize özgü bir sosyal devlet anlayışı doğrultusundaki ilk ve önemli adımlar, Atatürkçülük sayesinde atılabilmiştir.

Günümüzde ulus devleti, halk egemenliğini, yani demokrasiyi hedef alan saldırılar, sosyal devlet kazanımlarına da karşıdırlar. Bu durum, bağlı oldukları ideolojik dogmaların da doğal gereğidir. Bu nedenledir ki ülkemizin somut gerçekleri çerçevesinde, tüm bu unsurların gerisinde yatan temel nitelikte bir değer olarak Atatürkçülüğü karşılarında bulmaktadırlar.

Son yıllarda Atatürk’e ve eserlerine yönelik saldırıların yoğunlaşmış olmasının gerçek nedenleri de buraya kadar belirlemeye çalıştığımız temel nitelikteki çelişki bağlamında açıklığa kavuşabilir. Öyle anlaşılıyor ki dünyayı tek kutuplulaştırabilmiş olmanın zafer sarhoşluğuna kendilerini kaptırmış olanlar, Sevr’i de tozlu çekmecilerinden çıkarıp masanın üstüne koymakta bir sakınca görmemektedirler. Dün onlar, karşılarında
Kuvayı Milliyecileri bulmuşlardı. Bugün de kalpaksız Kuvayı Milliyeciler var. Kalpaksız Kuvayı Milliyeciler zincirinin önemli halklarından birini oluşturan, Üniversitemizin değerli mensuplarından Ahmet Taner Kışlalı’yı da işaret ettiğimiz
bu çelişkinin girdabında yitirmiş bulunuyoruz. Bu noktada kendisini rahmet ve saygıyla anıyorum.

Son yıllarda Atatürk’e ve eserlerine yönelik saldırılar, başlıca üç ayrı giysiye bürünmüş olarak ortaya çıkmış bulunuyorlar. Bunların, iddia ettiklerinin tamamen tersi doğrultuda bir amaca hizmet etmeleri ortak özellikleridir. Bunların başında dinsel giysiye bürünmüş olanlar gelir. Gerçekte, Atatürk ile din arasında bir karşıtlık olması mümkün değildir. Atatürk olmasaydı Sevr yürürlükte kalacaktı. Bunun bir adım sonrasının da Anadolu’nun ortasında birkaç karışlık toprak parçasına sıkıştırılan Türk ve Müslüman nüfusun “etnik temizliği”olacağını görmek, bunca örnekten sonra zor olmasa gerek.

Bugün yeryüzünde İslam dini, Atatürk’ün kurduğu bu devletin dışında nerede daha iyi yaşanmıştır, yaşamıştır? Afganistanda mı? İran’da mı? Bosna’da mı? Yoksa çocuk yaştaki insanların simit çaldıkları için elinin kolunun kesildiği, buna karşılık ülkenin
doğal zenginliklerini yeni sömürgecilere peş keş çeken ve karşılığında kendi hisselerine düşenleri Batının batakhanelerinde çarçur eden sözde şeyhlerin ve emirlerin memleketlerinde mi?

Dün, Atatürk’e karşı din elden gidiyor vaveylasıyla karşı çıkan Sait Molla’nın, Şeyh Sait’in… arkasında emperyalizmin parmağının bulunduğu reddedilmez bir tarihsel gerçek olarak belirlenmiştir. Bugün de Atatürkçülüğe ve Atatürk’ün eserlerine aynı gerekçelerle karşı çıkanların hangi ülkelerde üstlendiklerine, nereden geldiklerine veya nereye sığındıklarına dikkat edilirse durumun pek değişmediği kolayca görülebilir. Atatürk’ün kazanımlarına yönelik saldırıların bir diğer bölümü, ülkemizin belli yörelerindeki belli bir etnik guruba mensup yurttaşlarımızın haklarını korumak iddiasıyla ortaya çıkmıştır.

  • Bunun için Sevr’i diriltmeyi, ülkeyi bölmeyi bir çözüm olarak görmüşlerdir.

Oysa, son olarak Yugoslavya örneği göstermiştir ki bölünme, öncelikle yoksul yörelerde yaşayanlar için acılı sonuçlara mal olmaktadır.

Yugoslavya’nın birliği, ülkenin zengin kesimlerini oluşturan Slovenlerin ve Hırvatların, nispeten daha yoksul durumdaki cumhuriyetleri sırtlarından attıkları vakit Batı Avrupa ile daha avantajlı bir birlik kurabilecekleri hayaline kaptırılmalarıyla ilk darbeyi yemiştir. Bugün bize de “siyasal çözümü gerçekleştirin gelin” dediklerinde benzer bir tuzağı hazırlamış olmaktalar. Bunun anlamı, ülkemizin işsiz deposu niteliğindeki yörelerini “verip kurtulduktan” ve böylece nüfusumuzu sindirilebilir bir düzeye indirdikten sonra Avrupa’nın kapısını çalmamızdır. Asırlardır kardeşçe birlikte yaşamış ve birbiriyle kaynaşmış insanlardan oluşmuş bir ulusu bölmenin ve böl-yönet politikasının
kimlere yarayacağını görmemiz zor olmamalıdır.

Atatürk, ülke bütünlüğünü, bölgelerarası gelir dengesini düzenleyici müdahalelere
yer veren bir ekonomi politikasına öncülük ederek sağlamlaştırmak istemiştir.  Atatürkçülüğe saldırmak suretiyle, denendiği her yerde her anlamda ekonomik dengesizliğe yol açmış bulunan sözde  ekonomik reçetelere ortam hazırlamak,
insanın bindiği dalı kesmesinden farksızdır.

Nihayet, bir diğer saldırı da kendilerini “ikinci cumhuriyetçi” olarak tanımlayan zevattan gelmektedir. Bunlar da sözde daha çok demokrasi istedikleri için Atatürk’e karşıdırlar. Oysa, ortaçağ kalıntılarıyla eleledirler ve demokrasiyle bağdaştırılması mümkün olmayan 19. yüzyıla dönük bir ekonomik modelin hizmetindedirler. Gerçekte Atatürk dönemi, pek çok ülkede büyük mücadelelerle sağlanmış olan bazı demokratik hakların sessiz sedasız ve zahmetsiz bir biçimde tanındığı bir dönemdir.  Osmanlı Anayasalarının işçilere tanımadığı seçilme hakkı ve yalnızca belli bir ekonomik varlığa sahip olanlara tanınan seçme hakkı, bu dönemde tüm yurttaşlara tanınmıştır. Ayrıca, kadınların seçme-seçilme hakkı da bu dönemde sağlanmıştır.

Atatürk döneminde nazizmin zulmünden kaçan bilim adamları Türkiye üniversitelerinde özgürce bilimsel faaliyette bulunma olanağını elde etmişlerdir. Son zamanlarda Atatürkçülüğe yönelik yakıştırmalardan birisi de küreselleşme gibi ileri olduğu
kabul edilen bir olgunun karşısında muhafazakarlığı temsil etmesidir.

  • Aslında, gerçek küreselleşmeci Atatürk’tür.
  • Ancak, Atatürk’ün küreselleşme özlemi, ulusların ve insanların eşitliği temelinde bir dünyanın kurulması  amacına yöneliktir.
  • Sömürü ve tahakküm temelinde bir dünya düzeni Atatürkçülükle bağdaşmaz.
  • Buna karşılık, bu asrın başında mazlum milletlerin kurtuluşu hareketine öncülük etmiş olan ulusumuzu, günümüzün küreselleşme gerçeğinin niteliğinin belirlenmesi konusunda da bekleyen görev ve sorumluklar vardır.

Atatürk, bu konuda da insanlığa ve ulusuna büyük bir güven beslemektedir.
1922’de diyor ki;

“İnsanlık kendisine yakışan bir toplumsal duruma kavuşacaktır. Bizim milletimiz o zaman, bu gayeye vasıl olan milletler arasında takaddümüyle cidden
iftihar edecektir.”[15]

Dip Notlar

[1] Ignacio Ramonet, Géopolitique du chaos, Galilée, Paris,1997, s.61-62.
[2] Susan George and Fabrizio Sabelli, Faith and Credit, The World Bank’s Secular Empire, Penguin Books, Londra,1994.
[3] Michel Chossudovsky, “Comment éviter la mondialisation de la pauvreté”, Le Monde diplomatique, Ocak 1997, s.4.
[4] Bkz. Anthony Giddens, The Third Way, Cambridge, 1998, s. 138.
[5] Susan George, The Debt Boomerang,,Pluto Press, Londra,1990, s.XVII.
[6] Aynı eser, s. XV-XVI.
[7] I. Ramonet, Le monde diplomatique, Kasım 1998.
[8] Rapport du PNUD, 1996.
[9] L’Autre Davos, l’Harmattan, Paris, 1999, s. 97.
[10] I. Ramonet, Géopolitique…, age, s. 61.
[11]L’Autre Davos,age, s.96
[12] I. Ramonet, Géopolitique…, age, s.63.
[13] Rapport du PNUD, 1997.
[14] Jean Marijnissen, Enough! A socialist bites back, Elsevier, 1996, s.100.
[15] Hakimiyet-i Milliye, 4 Kânunsani 1922.

Perinçek: Ergenekon’da yöneticileri bilen doğrulayan tek bir tanık yok!

Perinçek:

Ergenekon’da yöneticileri bilen doğrulayan tek bir tanık yok!

Ergenekon davasına, tutukluların tanık beyanları hakkındaki ifadeleriyle
devam edildi. İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, “iddia edilen Ergenekon örgütünün yöneticilerini bilen, doğrulayan tek bir tanık olmamasına” dikkat çekti. Perinçek, “suçlu yok, çünkü örgüt yok.” dedi.

Perinçek: Ergenekon’da yöneticileri bilen doğrulayan tek bir tanık yok
Ergenekon davası, tutukluların 4 yıl boyunca dinlenen tanık ifadelerine karşı yaptıkları 15’er dakikalık savunmalarla devam etti.

İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek,
iddia edilen örgütü doğrulayan
tek bir tanık ifadesi olmadığını vurguladı.İddia edilen Ergenekon örgütünün yöneticilerini bilen, doğrulayan tek bir tanık ifadesi yoktur. Şu anda salonda tek bir suçlu yoktur. Çünkü örgüt yok.
  • Ancak Türkiye’de bir gladyo vardır.
– 1977’de Taksim’i,
– Çorum’u,
– Maraş’ı kana bulayan,
– Uğur Mumcu’yu,
– Eşref Bitlis Paşa’yı,
– Ahmet Taner Kışlalı’yı katleden
bir örgüt, gladyo var.Hiçbir dönemde darbelere sıcak bakmadığını kaydeden Perinçek,

Türkiye halkının devrimcisi” olduğunu ifade etti.15 aydır tutuklu yargılanan emekli Tuğamiral Alaettin Sevim, “2 dijital belgede ismim geçtiği iddiasıyla tutuklu yargılanıyorum. TSK’daki en genç amiraldim, en erken
emekli olan amiral oldum.” dedi.

Emekli Yüzbaşı Zekeriya Öztürk, ifadesi sırasında Gizli Tanık İmdat’ın kimliğini açıkladı. Savcı Mehmet Ali Pekgüzel “Sanık, gizli tanığın kimliğini açıklayarak suç işlemiştir. diyerek müdahale edilmesini talep etti. Başkan Hasan Hüseyin Özese de
“suç işlediğiniz diyerek Öztürk’ün mikrofonunu kapattı. (ulusalkanal.com.tr, 21.11.12)

Ulustan kurtuluş savaşı..

Mustafa Balbay
ankcum@cumhuriyet.com.tr
17 Eylül 2012 – Cumhuriyet

Ulustan Kurtuluş Savaşı!
Prof. Ahmet Taner Kışlalı’nın sık kullandığı bir söz vardır:

“Geçmişimizi ne kadar iyi bilirsek geleceğimizi o kadar iyi planlayabiliriz.”

Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın 90. yılındayız. Geçen hafta 26 Ağustos’tan 9 Eylül’e giden yolu özetlemiştik.

Türk süvarileri 9 Eylül 1922’de İzmir’e girdi ve Kurtuluş Savaşı resmen zaferle
sonuçlandı ama bunun uluslararası alanda kabul görmesi hemen gerçekleşmedi. Başta İngilizler olmak üzere Yunanistan’ı cesaretlendiren büyük devletler kendi yenilgileri anlamına da gelen 9 Eylül’ü kabul etmekte zorlandılar. İstanbul’da kalmanın, Çanakkale’yi vermemenin yollarını aradılar.

Tabii ki olmadı.

Yeri geldikçe vurguladığımız gibi Kurtuluş Savaşı’nı kuruluş savaşı izledi.
İmparatorluğun küllerinden çağın bütün değerlerine açık bir ulus inşası başladı.
Kurtuluş Savaşı günlerinde Atatürk’ün attığı pek çok adımı şöyle özetleyebiliriz:
Daha savaş devam ederken yeni devletin, yeni ulusun temelleri de atılıyordu.
Örneğin, Yunan askerlerinin top atışlarının Ankara’dan duyulduğu günlerde,
15-21 Temmuz 1921’de “Birinci Maarif Kongresi” düzenlenmişti.
***

Ulusal Kurtuluş Savaşımızın 90. yılındaki kilometre taşlarını ağız tadıyla, gönül coşkusuyla, tüm ülkeye yayılan yığınsal katılımla kutlayamadığımız şu günlerde, eğitimden dış politikaya kadar yaşadıklarımız akla şöyle bir benzetmeyi getiriyor.
Ulustan Kurtuluş Savaşı!

Üniter bir devletin temelini oluşturan ulus kavramına ilişkin ne varsa unutturuluyor,
daha da ötesi itibarsızlaştırılıyor. Bu durum kavramların yanı sıra kurumlar için de geçerli.

Eğitim sistemindeki yaz-boz uygulamalarına baktığımızda, son 10 yıldır her biri ötekinin yaptığını bozan 4 ayrı hükümetin işbaşında olduğunu söyleyebiliriz. 4 milli eğitim bakanının her biri adeta 4 ayrı partinin temsilcisiydi.
Bakanların kendi dönemleri içinde kendileriyle ters düşen çelişkili adımlar atmasını saymıyoruz.

Tüm bunlara karşın ortak hedefleri değişmedi.

Eğitimin birliği ilkesini ortadan kaldırmak ya da kendi amaçları doğrultusunda ayrı bir “birlik” kurmak.

Bir kuşağın aynı eğitim sistemi içinde yetişmesinden vazgeçtik, gelecek yıl üniversiteye giriş sınavına hazırlanacak bir öğrencinin hangi koşullarla karşı karşıya kalacağı belli değil.

Bir eğitim sistemi düşünün ki, en son akla gelen öğretmenler.

Görüşü sorulan milli eğitim müdürleri, “Binalar tamam, bahçeler biraz küçüldü, kitaplar da hazır” diyor, başka bir şey söylemiyor.

Bu anlayış bizi kuruluş temelleri üzerinde yükselen bir ulus olma dışında her yere götürür!
***

Dış politikada da içeride-dışarıda açıkça dile getirilen konulardan biri şu:
“Türkiye, bölgesinde mezhep politikası izliyor.”

Özellikle Ortadoğu’nun mezhep haritası dikkate alındığında karşımıza halka halka farklı katmanlar çıkıyor. Hal böyle olunca daha baştan ülkelerin içinde “taraf” oluyoruz.
Bu yolla ne ülkesel barışlar olabilir ne de bölgesel…

İktidar bu anlayışını ne yazık ki içeriye de taşıyor. Suriye politikası eleştirildiğinde buna hemen mezhepsel çağrışımlarla karşılık veriyor.
Tüm bunların üstüne Meclis’in de tıpkı geçen yıl olduğu gibi bu yıl da gerilimli açılacağını görüyoruz.

Geçen yıl tutuklu milletvekilleri sorunu gölgesinde açılan Meclis, 24. dönemin 2. yasama yılında daha ciddi gerilimlere gebe. Zira AKP, TBMM’yi yıl boyu, 2013 yerel seçimlerini, 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimini, 2015 genel seçimlerini kendi hedefleri doğrultusunda yeniden düzenlemek için kullanacak.

Böylesi durumlara uyan güzel bir Anadolu sözü vardır:

Hasandağı arpalıktır, eğer saban girer ise.
Her derede bir değirmen, eğer suyu gelir ise.
Her kümesten bir tavuk, eğer köylü verir ise.
Güzel gidiş bu gidiş, eğer sonu gelir ise.

Prof. M. Duverger ve Atatürk

”Kemalist partinin 1. özelliği, demokratik bir ideolojiye sahip bulunmasıydı.
Mustafa Kemal’in siyasal rejimi, çoğulculuğun üstün bir değer olduğunu kabul ediyor ve çoğulcu bir devlet felsefesi içinde işlevini yerine getiriyordu. Üstelik, partisinin, yapısal açıdan da totaliterlikle hiçbir ilgisi yoktu.  Kemalizm, demokratik bir ideolojidir!  Atatürk döneminde niçin demokrasinin tüm kurum ve kuralları yoktu? Olamazdı da, onun için. Fransız devriminden yarım yüzyıl sonra bile,
Fransız işçisinin oy hakkı var mıydı?..

Dostlar,

Ünlü Fransız siyaset bilimci ve Anayasa Hukuku uzmanı Prof. Dr. Maurice Duverger’in Atatürk hakkında yazdıklarından birkaç tümceyi sizlerle paylaşmak istiyoruz.

Duverger hoca, alanında ekol olmuş bir hocadır ve Türkiye’den birkaç seçkin bilim insanımızın doktora eğitiminde yakın rehberlik etmiştir. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden Anayasa Hukuku Kürsüsü Başkanı Prof. Dr. Tarık Zafer Tunaya ve Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden siyaset bilimi hocası Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı akla gelen 2 addır. Kışlaı hoca ne yazık ki, ADD Genel Başkan yardımcısı iken (Yekta Güngör Özden’in yardımcısı) 21 Ekim 1999’da arabasına konan bir bomba ile alçakça öldürülmüştü..

Atatürk hakkında yanıltıcı bilgilerle yüklenen insanlarımızın özellikle gençlerimizin gerçekleri öğrenmesi dileğiyle..

..Amerikan devriminden bir buçuk yüzyıl sonra bile, ABD’de ırklar arasında tam bir hukuksal eşitlik sağlanmış mıydı? Atatürk bir ortaçağ toplumundan yola çıktı. Cumhuriyet’i kurduktan sonra 15 yıl yaşadı ve sınıf-cinsiyet-ırk-din ayrımı olmadan, tüm yurttaşlar arasında hukuksal eşitliği, o inanılmaz kısa süreye sığdırdı. Bilim her olguyu kendi koşulları içinde değerlendirir. Atatürk yönetimi, kendi koşulları içinde, olabilecek en demokratik yönetimdi ve bu açıdan, Türkiye’nin bugünkü yönetiminden daha demokratikti! Ölümünün yıldönümünde, sağdan ve soldan aşağılık saldırıların üzerinde yoğunlaştığı bir diktatörü (!), en içten saygılarımla anıyorum…” 

Sevgi ve saygı ile.
6.8.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Ünlü Fransız Anayasa Hukuku ve Siyaset Bilimi uzmanı Prof. Dr. Maurice Duverger..
Atatürk hakkında uluslararası alanda ekol olmuş bir bilim insanının nesnel sözleri..

Dünya Bankası’nın Laik İmparatorluğunda Kumarhane Kapitalizmi

Dunya_Bankasi’ninLaik_Imparatorlugu’nda_Kumarhane_Kapitalizmi

Demokrasi ve Kemalizm/Democracy&Kemalism

Kemalizm_ve_Demokrasi_19.11.11