Etiket arşivi: ABD’nin PKK’ya destek verdiğini bile bile

MİLLETİN HUKUKUNU ULUSLARARASI HUKUKA FEDA EDENLER ve İdris Üsteğmen’den Osman General’e Sessizliği Yırtanlar

Dostlar,

İbretlerle dolu bir yazı..

Özenle okunmalı ve gereği yapılmalı..

Sevgi ve saygı ile.
9 Mart 2014, Yozgat

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================

MİLLETİN HUKUKUNU ULUSLARARASI HUKUKA FEDA EDENLER 
ve İdris Üsteğmen’den Osman General’e Sessizliği Yırtanlar 

http://www.acikistihbarat.com/Jeo-Kritik/jeokritik160204.html, 24.2.14

Baykal’ın bir sözü; bizim aylardır somut örnekleri ile desteklediğimiz ve ayrıntılı olarak analizimizi yaptığımız, “ABD-NATO ekseninde AKP-TSK İşbirliği” tezini bir kez daha ortaya koydu.

AKP’ye karşı ara sıra kükrüyor görüntüsü veren TSK’nın aslında; NATO-ABD’nin orkestrasyonunda ülkenin küresel plana göre yeniden dizayn edilmesi konusunda tam bir işbirlikçi tutuma girdiğini Jeo-Kritikler ve özel raporlarımız bünyesinde ortaya koyduk. Baykal’ın ; “Özellikle Doğu ve Güneydoğu`da komutanlar da
AK Parti`nin adaylarını destekliyor. Bizim çok çalışmamız lazım“
(Kaynak : http://www.pressturk.com/ic.php?id=4207&g=2) sözleri, bazılarının bazen “susarak”, bazen “konuşarak” veya “gibi yaparak” söz konusu dönüşümde geldikleri işbirlikçi noktanın boyutunu ortaya koymaktadır.  

NELER UNUTTURULMAK İSTENİYOR ? 

Son günlerin en gözde kitaplarından “Unutulanlar Dışında Yeni Bir Şey YOk”‘un yazarı emekli General Osman Pamukoğlu; Star’da Hulki Cevizoğlu’nun Ceviz Kabuğu programında, “susmak yalanın bir çeşididir” şeklinde konuştu. Pamukoğlu; “siz bütün bunlar yaşanırken görevdeydiniz, o zaman neden sustunuz?” biçiminde sorulara yanıt verirken, “biz komuta kademesi içinde söylenmesi gerekenleri söyledik” diyordu ama beden dili içindeki sancıyı fazlası ile ortaya koyuyordu. Ve “Susmak yalanın bir çeşididir” sözü, Türkiye’nin getirilmek istendiği nokta karşısında artık canı acımaya başlayan Türk subayının en derin çığlıklarından biri olarak tarihe geçti.

Yazgının cilvesi olsa gerek; bu konuşmadan bir kaç gün sonra, Tayyip Erdoğan’ın yükselişindeki para dinamiklerini ortaya koyan operasyonları yapan ve Erdoğan’ın başbakanlığı sonrasında “işkenceci” suçlaması ile görevden alınan Adil Serdar Saçan, Objektif programında çarpıcı savlarda bulundu ve Tayyip Erdoğan’ın belediye döneminde 1 milyar doları nasıl kendi hesaplarına geçirdiğinin belgelerinin bulunduğunu vurguladı.

Bu iki alakasız olay; Türkiye’de en susmaması gerekenlerin suskunluklarının; Türkiye’yi batağa sürüklemekte olan tarihsel bir yalanın zeminini nasıl hazırladığının ipuçlarını bünyesinde barındırıyor. Önce biraz tarihe geri dönelim.

TARİHTEN BİR ÜSTEĞMEN ÖYKÜSÜ

Öykümüz 1878 yılında geçiyor. Osmanlı-Rus savaşı sırasında donanmamıza atılan bir torpido patlamayıp sahile saplanınca, paketlenerek İstanbul’a getiriliyor ve tersanede koruma altına alınarak, başına bir nöbetçi dikiliyor.

O zamanların subaylarının “acaba uluslararası hukuka aykırı davranır, büyük güçleri kızdırır mıyım” şeklinde günümüzün moda düşünce yapısına sahip değiller.

Zamanın çalışkan ve vatanperver subaylarından Hilmi İdris Üsteğmen, koruma altındaki depoya sızarak, torpido üzerinde çalışmayı başarıyor ve torpidonun “beyni”ni deşifre ederek, teknik mekanizmayı çözmeyi başarıyor. Elinde teknik çizimlerle birlikte zamanın Donanma Komutanlığı’nın kapısını çalan İdris Üsteğmen, torpido yapabileceğini bildiriyor. Bu haber Donanmayı harekete geçiriyor ama torpidoyu yapma yönünde değil, torpidoyu keşfeden İngiliz Whitehead’i harekete geçirme yönünde. Haberdar edilen İngilizler anında Türkiye’ye geliyorlar ve Tophane’de üsteğmenimizi bir kahvede otururken buluyorlar. İngiliz Whitehead, İdris Üsteğmen’in torpidonun teknik mekanizmasını nasıl keşfettiğini kendisinden dinledikten sonra; kendisinin bunu yapamayacağını ve patentle ilgili kanunları gündeme getiriyor.

İdris Üsteğmen’in ise İngiliz’e yanıtı, torpidonun bir savaş ganimeti olduğu ve üstünde her türlü işlemi yapabileceği yönünde oluyor. Bunun üzerine İngilizler uluslararası hukuka güvenerek dava açıyor ama mahkeme üsteğmenimizi haklı buluyor. Bu gelişme karşısında İngilizlere tek bir çözüm kalıyor :

Özel izinle üsteğmenimizi İngiltere’ye götürüyorlar ve Türkiye ilk torpidosunu bu olaydan 7 yıl sonra 1885 yılında İngilizlerden alıyor.

Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nı ilgilendiren bu olaydan 126 yıl sonra Deniz Kuvvetleri’nde bir olay daha meydana geldi. Deniz Kuvvetleri, gemi devir teslimlerinde kaptanların ettiği yemine ilk bakışta önemsiz bir ayrıntı gibi gözüken bir ekleme gerçekleştirdi.

“Uluslararası hukuk kurallarına uyacağıma”

Önümüzdeki süreçte; Türk Silahlı Kuvvetleri tarihin kendisine verdiği misyona gittikçe yabancılaşıp, Türk milletinin vicdanı ile birebir ters düşecek ve çizmeye çalıştığı “Cumhuriyetin bekçisi” imajının içini boşaltacak bir dönüşümün sancılarını daha derinden yaşamaya başlarken, bu dönüşümün kılıfı hazırlanmıştır : “Uluslararası hukuk”

“Uluslararası hukuk” başlığı altında gerçekleşecek dönüşümün kurumsal kılıfı ise “NATO” olacaktır. “Uluslararası hukuka saygı” yemini eden bir Deniz Kuvvetleri’ne sahip olan Türkiye’nin; Ege’deki Kıta Sahanlığı konusundan, Kıbrıs’a kadar ne Yunanistan, ne de küresel güçler için bir tehdit oluşturmayacağı ortadadır.

Bu çerçeveden bakıldığında, TSK’nın Türkiye’nin bekaasına yönelik temel konularda (kamu yönetimi reformu, Kıbrıs vs.) derin bir suskunluğa ve hatta aktif desteğe bürünürken; göstermelik konularda (Hüsrev Kutlu krizi, vs.) “kükreyen aslan” görüntüsü vermesi karşısında şaşkına dönen Türk milletinin, aslında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin söz konusu dönüşüm çerçevesinde hayli tutarlı bir çizgi üzerinde hareket ettiğini görmeleri gerekmektedir.

Bir partinin milletvekili Atatürk’ün asker üniformalı resmine laf etti diye ortalığı ayağa kaldırıp, Cumhuriyet havarisi kesilen bir kurumun, aynı partinin en üst düzey kadroların Kıbrıs’tan, kamu yönetimine Türkiye’nin üniter ve bağımsız yapısına dinamit koyan hamleleri karşısında bu kadar uysal ve işbirlikçi durması görünüşte çelişki gibi gözükse de; bu kurumun referansının NATO ve “uluslararası hukuk” durumuna geldiğini gördüğünüz noktada ortada ne denli tutarlı bir tablo olduğunu göreceklerdir. 

Geçen Jeo-Kritik’te; AKP’ye karşı “kaygılı” görüntüsü veren TSK’nın aslında “NATO çerçevesi içinde Türkiye’ye çizilen rol” ışığında AKP ile ne denli uyumlu hareket ettiğini analiz etmiş ve bunu somut bir örnekle pekiştirmiştik. Bu sayıda; sizlere yeni bir örnek sunuyoruz.

ERDOĞAN’A EN BÜYÜK DESTEKKONUŞANLARDAN DEĞİL SUSANLARDAN 

AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın Belediye Başkanlığı döneminde hakkında ortaya atılan iddialar ve bu iddiaların ayrıntıları fazlası ile ortaya çıkmıştır. Fakat bu iddiaların kanıtları ve davaları, Tayyip Erdoğan’ın başbakan olması ile gündemden düşürülmüş ve zamanında Tayyip Erdoğan’a neredeyse küfür eden Fatih Altaylı gibi isimlerin yeni Başbakan’a iman etmeye başlaması ile birlikte psikolojik tablo tamamlanmıştır. Bu suskunluk o denli vahim boyutlara ulaşmıştır ki; bir İtalyan gazetesinde Aycell’in Aria’ya ihalesiz peş keş çekilmesi
(bu operasyonda tahkime gitmekle tehdit eden Aria’ya karşı uluslararası hukuka saygılı olmak bahanesi ile yapıldı) ile ilgili olarak Berlusconi’nin 79 milyon $ rüşvet aldığı ve bunu Tayyip Erdoğan ile paylaştığı yolundaki iddialar karşısında ülkede tek bir yaprak kımıldamamıştır.

Tayyip Erdoğan‘ı iktidara taşıyan servet birikiminin arkasındaki süreci ortaya koymada yaptığı operasyonlarla gündeme gelen ve en son Erdoğan’ın arkasındaki en büyük sermaye gruplarından Albayraklara karşı yaptığı operasyonun kurbanı olan İstanbul Organize Suçlar Şube Müdürü
Adil Serdar Saçan’ın Star’da Objektif programında iddiaları yeniden gündeme getirmesinin ardından Star’a “Uzan Holding Operasyonu” çerçevesinde el konulmuştur.

  • Bu röportajı sırasında Saçan; Tayyip Erdoğan’ın 1 milyar doları belediye kaynaklarından nasıl kendi hesaplarına geçirdiğine
    dair belgeli kanıtlardan söz etmiştir.

Kritik soru şudur                          :

Saçan’ın söz ettiği ve Türkiye’nin Başbakan’ın hangi süreçlerden buralara geldiğini ortaya çıkaracak belgeler nerededir? Bu belgelerin asılları Saçan’ın elinden alınmış ve bir kopyası savcılık bünyesinde bulunmaktadır. Bu belgelerin öbür kopyası ise Genelkurmay’a iletilmiştir. 

Kısacası; kullanılmak istense Tayyip Erdoğan’ı, bu kadar “AK Günlerinde” oldukça karanlıkta bırakacak binlerce sayfalık somut belge vardır. Bu belgeler arasında; Tayyip Erdoğan’ın bugün örtülü ödeneğin başına getirdiği zamanın Vakıfbank şube müdürünün gerçekleştirdiği para operasyonlarını ayrıntıları ile ortaya koyan kanıtlar da vardır.

Buna karşın; zamanında Demirel’in “itidalli bir NATO paşasıdır, kırıp dökmez” diye övdüğü, bugünlerde ise Cengiz Çandar‘ın Annan Planı’na desteğinden dolayı “vizyoner bir paşa” olarak göklere çıkardığı Özkök liderliğindeki Genelkurmay kadroları bu belgeleri değerlendirmeme konusunda büyük başarı göstermektedir. Bu başarı; medyanın tükürdüğünü yalama konusundaki omurgasızlığı ile birleşince, Tayyip Erdoğan’a en büyük desteği taraftarlarının seslerinin değil, karşıt görünenlerin suskunluğunun verdiği gün gibi ortaya çıkmaktadır.

EMEKLİ GENERALLERİN YIRTILAN SUSKUNLUĞU

Böyle bir ortamda; emekli generaller en az muvazzaf generaller kadar önemli bir dinamiğin ortasında kendilerini bulmaktadır. “Kol kırılır, yen içinde kalır” felsefesi ile yetiştikleri kurum bu denli kritik bir dönüşüm sürecinden geçerken, kendilerini huzursuz bir toplum bünyesinde bulan bu isimlerin içlerindeki sancıyı dile getirme konusunda başlatacakları dinamik toplumdan çok, içinden çıktıkları kurumu suskunluğundan kurtarma açısından önem taşımaktadır.

Burada en önemli tehlike; Osman Pamukoğlu gibi isimlerin toplumsal ve kurumsal şuur altına hitap eden ve bu yolla Türkiye’nin içine düştüğü girdaba karşı kontra bir dinamik yaratmayı hedefleyen bu girişimlerin; reel bir çaba olmaktan çıkarılıp, toplumun gazını alma düzeyinde tutulmasıdır.

Bu noktada; susmaktan vazgeçenlerin en önemli zaafı, içlerindeki birikmiş enerjiyi dışa boca etmenin reel bir sonuç üreteceği yolundaki yanlış kanıdır. Aksine; bu toplumun kendi suçluluk hissini bu tür kahramanlar üzerinden tatmin etmesini sağlayarak ve toplumun eylemsizliğini (ataletini) daha da uzatarak ters yönde sonuçlar doğurabilir.

Susmaktan vazgeçenler; Türk toplumunun içine alındığı psikolojik savaş cenderesinin karmaşıklığı ve derinliğini çok iyi tahlil ederek; enerjilerini çok kapsamlı dinamikler yaratmak yönünde kullanmalıdırlar. Aksi takdirde; içlerinde yetiştikleri kurum, kendi milletinin hukukunu, NATO gibi “fundamentalist-şeriatçı” (Ayrıntılar NATO’nun simgesinde ve NATO bünyesinde görev yapan misyoner subaylarda gizlidir) yapıların dayattığı küresel güvenlik anlayışlarına ve bunların kılıfını oluşturan uluslararası hukuka kurban eden süreçlere en anlamlı desteği suskunluğu ile verirken; kendi çığlıkları Türk milletinin vicdanında hoş bir sedadan öteye geçmeyecektir. Bu noktada tarihi;

1) Bir milletvekili Atatürk’ün fotoğrafı ile ilgili bir demeç verdi diye ortalığı ayağa kaldırdıktan birkaç ay sonra; Kıbrıs gezisini “siyasi mesaj” olur kaygısı ile ertelediğini beyan ederek, Türk milletinin zekası ile dalga geçenlerin mi?

2) Türkiye Kıbrıs, Ege Kıta Sahanlığı gibi kritik gündemlerle karşı karşıya iken Türk deniz kuvvetlerinin subayına, “uluslararası hukuka saygı duyacağım” yemini ettirecek ölçüde küresel bürokrata dönüşenlerin mi ?

3) “Eğer Süveyş Kanalı‘nı işgal etmeyi düşünmüyorsak, Kıbrıs’ın stratejik bir önemi yoktur.” diyecek denli üzerindeki üniformanın ağırlığı altında ezilenlerin mi?

4) ABD’nin PKK’ya destek verdiğini bile bile, Türk milletinden bu gerçeği gizleme suçu ile yetinmeyip, bir de hala ABD ile stratejik ortaklık/müttefiklik masallarını anlatmaya devam edecek kadar omurgasızlaşanların mı ?

5) Ülkesi için İngilizlerin torpidosunu gizli gizli deşifre eden ve uluslararası hukuk karşısında kendi hukukuna sığınan İdris Üsteğmenlerin mi ?

6) İçlerinde biriken çığlığı kitaplarla ortaya koymaya çalışan emekli generallerin mi biçimlendireceğini hep birlikte göreceğiz.

Önümüzdeki süreçte; egemen güçlerle girdikleri işbirliği çerçevesinde susanların üzerinde, susmayı reddedenlerin baskısı arttıkça; bu baskıyı azaltmak için göstermelik hamleler artarken, bu göstermelik adımların perdelediği bir ortamda arka plandaki satış süreci daha da derinleşecektir. Susmayı reddedenlerin bu makro tuzağa karşı çok dikkatli ve akıllı olması gerekmektedir.

BÜYÜK İSRAİL’i “BÜYÜK ORTADOĞU”‘YA SARIP PAZARLAMAK

Son günlerde web sitemizde başlattığımız Irak Günceli bölümü hayli ilgi görüyor.
Sahadaki kaynaklarımızdan topladığımız bilgilerle oluşturduğumuz bu bölümü izleyenler, Irak’taki durumun medyaya yansıyanın çok ötesinde karışık ve içinden çıkılmaz bir hal aldığının farkındalar.

SESAR okuyucuları; bir yandan MOSSAD’ın Irak’ta nasıl bir bilim adamı katliamına giriştiğinden, dinsel ve etnik kümeler arasındaki etkileşimlerin ayrıntılarına, hatta İsrail ve ABD’nin özel birimlerinin nerelerde konuşlandıklarına dek birçok ilginç bilgiyi yakalama şansına sahipler.

Denetimli Kaos” projesi her boyutu ile belli bir olgunluğa erişmiş iken, medyadaki yorumcuların hala kamuoyunu salak yerine koyup, sanki “ABD düzen getirmek istiyor da, getiremiyor; demokrasi ve düzen için çabalıyorlar” tarzı bir hava yaratmaları SESAR’ın sunduğu haber ve analizlerin değerini bir kez daha artırıyor. Bu noktada olaya stratejik bir derinlik katması açısından herkesin diline pelesenk olan “Büyük Ortadoğu” kavramının neyin paravanı olabileceğinin sorulması gerektiğini düşünüyoruz.

Ana akbabanın ağızlarına verdiği her çiğnenmiş lokmaya saldıran aç akbaba yavruları gibi, küresel odaklar tarafından ortaya atılan her kavramı ve projeyi sakız gibi çiğneyenlerin prim yaptığı bir ortamda SESAR; “Büyük Ortadoğu” projesinin, “Büyük İsrail” projesinin bir kılıfı olduğunu öne sürüyor. 

Her makro projenin belli başarı eşiklerini geçebilmesi için, bir sualtı, bir de su üstü motivasyon kaynaklarının olması gerekir. Bölgede bir “Büyük İsrail” projesi olduğu artık bütün kaynakları ile deşifre edilmişken, bu proje için su üstünde bir toplu kamuoyu dinamiği yaratmanız mümkün değildir.

Daha somut konuşmak gerekirse; ilgili ülkelerde beslediğiniz kalemşör ve yorumcularınızı, medya ve sosyal kanallarınızı toplumu şekillendirmek için “Büyük İsrail” sloganı ile ortaya salamazsınız. Fakat bu satılık kalem ve kanallar “Büyük Ortadoğu” projesini belli meşruiyet kılıfları içinde çok rahat dile getirebilir. 

İşte bu nedenledir ki; gaipten bir yerden birilerinin “Büyük Ortadoğu” masalını kulaklara fısıldamasının üzerinden bir hafta geçmeden; Türkiye’nin besleme yorumcuları, besleme kanallarda, “Türkiye’nin Büyük Ortadoğu Projesi’ndeki yerinden” söz etmeye başlamış ve Erdoğan’ın Diyarbakır’ın Ortadoğu projesinde yıldız olacağı yönündeki tarihi incisi (Bir önceki tarihi inci için Mesut Yılmaz‘a bakınız) açılan yeni kulvarı bütün çıplaklığı ile ortaya çıkarmıştır.

Bu noktada; çok derin ve kapsamlı bir vizyonmuş havasında sunulan ama aslında coğrafyayı ve tarihi ancak bir ABD’linin anlayabileceği kapasitede anlayabilen bir kaç beynin masa başı hayal ürünü olan bu konsepti, kamuoyuna bir “vizyon”muş gibi sunanlara sormak gerekir :

Söz konusu kendi devletinizin toplumsal projeleri olduğunda, “derin devlet baskısı”ndan, “psikolojik savaşla beynimiz yıkanıyora” dek ortalıkta kül bırakmayan sizler; söz konusu “toplumsal” ve hatta “tarihsel/coğrafi mühendislik” projeleri başkasının devletinden çıkınca bunları neden “vizyoner”, “kaçınılmaz”, “tarihi” gibi sıfatlarla toplumun önüne kaçınılmaz fırsatlar sunuyorsunuz?

Bu devletin hatası sizin gibileri ABD devleti kadar beslememiş olması mıdır;
yoksa bu tarz projeleri üretememiş olması mı? Belki de ikisi birden.

“Büyük küresel odakların himayesinde”, “Büyük İsrail” projesine hizmet etmek için
gerekli meşruiyet zemini “Büyük Ortadoğu” kavramı ile masaya servis edilmiştir.

Bunu Türkiye’dekinin kursağından “Osmanlı”, Lübnan’dakinin kursağından
“Arap Birliği”, Türkmen’in kursağından “Türk Birliği” diye geçirmeye çalışacaklardır. Bu noktada; Diyarbakır’ı “Büyük Ortadoğu”‘nun yıldızı yapan da, “Büyük Ortadoğu vizyonundan” söz eden de, masaya konulan yemeği servis eden garsondan başka bir şey değildir.