Etiket arşivi: 12 Eylül 1980 Darbesi

MESAJINIZI ALDINIZ MI ??

MESAJINIZI ALDINIZ MI ??

portresi

Prof. Dr. Ayhan FİLAZİ

ADD Genel Başkan Yardımcısı
Ankara Üniv. Veteriner Fak.

 

Kestirimim, tarihçiler ve sosyal bilimciler gelecekte Türkiye’yi 31 Mayıs 2013 öncesi ve sonrası diye iki dönemde anlatmak zorunda kalacaklar.

Mayıs öncesi dönem Kemalist devrimin nimetlerinden yararlanan, bu dönemi
har vurup harman savuran, Kemalist devrimin en önemli olmazlarından Devletçilik, Halkçılık ve Devrimcilik ilkelerini unutan, yalnızca Cumhuriyet, Laiklik ve Ulusalcılığı ön plana çıkaran, geleceği devrimci bir gözle okuyamayan,
halktan kopmuş, bize bir şey olmaz, neme lazımcı bir ulusun yaşadığı bir Türkiye.

Sonrası ise henüz belli değil. Bunu toplumun dinamikleri olan gençler ve uyandırmaya çalıştıkları kişiler hep birlikte belirleyecek. Ya Kemalizmin en önemli bütünleyici ilkesi olan tam bağımsızlığa kavuşacak ya da söylemesi bile kötü ama çağdaş uygarlıktan kopup karanlığa boğulacağız.

Kemalizmde Halkçılık veya Atatürk’ün kendi el yazısıyla yazdığı notlarda Demokrasi olarak tanımladığı ilkesinden anlaşılan; toplumda hiç kimseye, zümreye ya da herhangi bir sınıfa ayrıcalık tanınmamasıdır.

  • Herkes yasalar önünde eşittir.

Hiç kimse başkasına karşı din, dil, ırk, mezhep veya ekonomik açıdan üstünlük sağlayamaz. Bu ilkeden ilk kopuş 2. Dünya Paylaşım Savaşı sonrası biçimlenen
2 kutuplu yenidünyada işçi sınıfının egemenliğine dayanan sosyalizmle, belirli bir üst ekonomik sınıfın egemenliğine dayanan kapitalizm arasında sıkışmamız sonucu, sanki bir tarafı tutmak zorunluluğumuz varmışçasına kapitalist sisteme taraf olmamızdan sonra başladı. Özellikle her mahallede bir milyoner yaratma sevdasına düşüldü (AS: Demokrat parti döneminde.. halkımız 1 milyonerin 1000 yoksul yaratma ile olanaklı olabileceğini anlayamadı!). Önceleri henüz Kemalist Devrimin temel taşları yerinde durduğu için pek anlaşılamadı ama önce 12 Mart 1971 yarı-darbesi ve ardından 12 Eylül 1980 darbesi ile taşlar tümüyle yerinden oynatıldı.

Ardından Atatürk’ün adı da kullanılarak topluma Türk-İslam Sentezi dayatılmaya başlandı. Kimi yörelerde ulusun kullandığı yerel diller yasaklanmaya, İslam adına belli bir mezhep dikte edilmeye başlandı. Buradan, sakın ana dilde eğitimi savunduğum gibi
bir saçmalık kimsenin aklına gelmesin.

  • Bir halkın ulus olabilmesinin vazgeçilmez koşulu dil birliğidir.

Ayrıca “Türk ulusu” derken de bir ırktan söz etmiyoruz.

Atatürk’ün de dediği gibi Ulus;

  • Geçmişte bir arada yaşamış, bir arada yaşayan, gelecekte de bir arada yaşama inancında ve kararında olan, aynı yurda sahip, aralarında dil, kültür
    ve duygu birliği olan insanlar topluluğudur.

– Ancak sosyal ilişkilerinde kimsenin ana dilini konuşması yasaklanamaz.
– Kimse belli bir mezhebe sahip olan köylere, o köylülerin fikirleri sorulmadan istemediği ibadethaneleri zorla dayatamaz.

Ama ne yazık ki bunlar yapıldı.

Atatürk’ün Halkçılık ilkesi ile bağlantılı olarak değerlendirdiği Devletçilik ise
Türk Ulusu’nun ulaşmak istediği çağdaş ve modern bir düzen için gerekli olan ekonominin güçlendirilmesi ve ulusallaştırılmasıdır. Buna göre devlet, ekonomiyle ilgili olarak doğrudan doğruya müdahale yapabilir. Ekonomik girişimler yalnızca Devletçe yapılmayacak, özel girişime izin verilecek ama hiçbir özel girişim devlet denetim ve gözetiminden çıkamayacaktır.

Özellikle Halkçılık ilkesinden uzaklaşmaya başladığımız günlerden başlayarak ve yukarıda sözünü ettiğimiz 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbeleri ile neoliberal politikaların dünyada yükselmeye başladığı dönemde bu ilkeye ne denli bağlı kaldığımızı ve savunduğumuzu tartışmaya bile gerek yok.

Ve gelelim Atatürk’ün yaptığı devrimin korunmasının gereği olan Devrimcilik ilkesine.. Bu ilke, seçkinciliği açıkça dışlayan, halkla bütünleşmeye ve dolayısıyla demokratik yöntemlere büyük önem veren ulusalcı bir devrimcilik anlayışıdır. Eski düzenin geçerliğini yitirmiş kurumlarını yıkıp, yerlerine çağın gereksinimlerini karşılayacak kurumları koymak ve sürekli yeniliklere, değişimlere açık olmak biçiminde iki yanı bulunmakta ve kalıplaşmaya karşı çıkmaktadır. Cumhuriyet döneminin kazandırdıklarının korunması tümüyle bu ilkeye dayanır. Koşullara koşut olarak yalnızca kurumların değil, düşüncelerin de değişmesinin gerekliliğini anlatan bu ilke gereği, en ileri bir devrimin bekçiliği ile yetinenler, günün birinde değişen koşulların gerisinde kalmaktan, tutuculaşmaktan kurtulamazlar. Kemalizm’in “Sürekli Devrimcilik” anlayışının
temel nedeni budur.

Gerçek devrimciler kendilerini değil, savaşımlarını ve savaşım araçlarını öne çıkaran kişilerdir. Her toplantıda, her törende “falanca da aramızda” diye kendilerini öne çıkaranlar veya yalnızca makam ve konumlarıyla seçkinlik yaratmaya çalışanlar
gerçek devrimci olamayacakları gibi; onlara salt bu makamları nedeniyle saygı duyan kişiler de devrimcilik ilkesinden habersizdir. Bunların ileri görüşlülüğü veya uzakları görmesi, gözlerinin keskinliğinden veya devrimcilik bilincinden değildir. Olsa olsa devlerin omuzunda yükselmelerindendir. Ayrıca bu türden kişiler devin omuzundan düştüklerinde ne denli cüce oldukları belli olacağından, bulundukları yere her türlü yolu deneyerek
sıkı sıkı tutunmaya çalışan zavallılardır.

Sözün kısası; örgütlü Cumhuriyet mitingleriyle başlayan, ancak yalnızca belli bir kesimi hedefleyip fabrika ayarlarını isteyen, daha sonra ilk olarak Tekel işçilerinin direnişlerinde gaz yemesiyle süren, 29 Ekim 2012’de gaz yeme ve barikatların yıkılmasıyla doruk noktasına ulaşan eylemler, Kemalist Devrimi tam anladığına inandığım gençlikle yeni bir aşamaya geldi. Doğru olarak her kesimi kapsamaya başladı. Ancak verilen iletiler  salt varolan iktidara değil, yukarıda belirttiğim, devlerin omuzlarında yükseldiği için ileriyi gördüklerini sanan kişilere de verildi.

  • Mesajınızı aldınız mı?

Bu Ülkenin Neresine Kim Elini Kollayarak Gider?

Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Ali Demirsoy, ülkemizin yetiştirdiği uluslararası çapta bir
EVRİM BİYOLOĞU‘dur. 19 kitabı yayımlanmıştır.

Yaşamı boyunca EVRİM Gerçeğini, ERİMİN Bilimini ve Diyalektiğini öğrtemeye, anlatmaya, kavratmaya çabaladı. Evrim karşıtı yobazlık ve safsatacılıkla savaştı.

1994’te korkunç bir trafik kazasında eşini ve 2 oğlunu yitirdiğinde Prof. Ali Demirsoy’un dünyası karardı. Ancak O kendini bilime ve doğaya adadı. Elim kazadan 12 yıl sonra kendinden 36 yaş küçük eşiyle tanışıp mutluluğu yeniden buldu.
(http://www.ajans.kemaliye.net/2006/12/06/trafik-teroru-esi-ev-2-oglunu-katledince-bilimle-hayata-tutundu/)

Hep yakınırdı;

  • Biyologlar içinde bile Evrim’i gerçek anlamda kavrayabilenler sınırlı!

Kalitim_ve_Evrim“KALITIM ve EVRİM”  klasikleşmiş bir Evrim kaynakçasıdır.

34 yaşında profesör olmuştur ve emekli olduğu 67 yaşının sonunda ülkemizin en kıdemli profesörü idi.

Sıra dışı bir aydın olarak ülkesinin sorunları ile bir bütün olarak, hep ilgilinegelmiştir.

Bu sitede daha önce epey makalesine yer verdik
Ali hocanın:

1. Türkiye Cumhuriyeti’nin Tuzağa Düşürüldüğü Dönem
http://ahmetsaltik.net/turkiye-cumhuriyetinin-tuzaga-dusuruldugu-donem/, 17.7.13

2. Ya Kurcalama Ya Da Kurcalarsan Tam Kurcala!
http://ahmetsaltik.net/prof-dr-ali-demirsoy-ya-kurcalama-ya-da-kurcalarsan-tam-kurcala/,1.5.13

3. Kanuni Sultan Süleyman; bir dizinin öğrettikleri..
http://ahmetsaltik.net/kanuni-sultan-suleyman-bir-dizinin-ogrettikleri/, 25.1.13

4. Ben artık bu toplumun sosyal ve manevi bir üyesi değilim
http://ahmetsaltik.net/ben-artik-bu-toplumun-sosyal-ve-manevi-bir-uyesi-degilim-2/, 19.10.12

Sayın Prof. Demirsoy’un yeni bir makalesi aşağıda..

****************

Bu Ülkenin Neresine Kim Elini Kollayarak Gider?

Prof. Dr. Ali Demirsoy

Yöneticilerimiz sık sık siyasi rakiplerine,

“Hakkâri’ye, Batman’a ya da doğudaki bir ile git de seni göreyim..” diyerek

bir çeşit onları halkın gözünde aşağılamaya çalışıyor. Aslında bu ifade dahi birilerinin yönetiminin zafiyetini ve şu anda düştüğümüz durumu göstermektedir. Bilindiği gibi herkesin anayasaya göre seyahat özgürlüğü vardır ve bu özgürlüğü sağlama ise
o anda yönetimde bulunan yetkililerin sorumluluğudur. Bunu halktan biri söylese dinler geçersiniz. Ancak yasaları uygulama ve anayasanın amir hükümlerini yerine getirmekle sorumlu olan yetkili ve sorumlu bir kişi bunu söylüyorsa, en azından anayasal bir suç işliyor demektir.

Hiç birimizin onaylamadığı, bugünkü yönetimin ve muhaliflerin akşam sabah aşağıladığı, aynı zamanda o gün alkış tutup da bugün ağzından zehir akıttıkları
12 Eylül 1980 Darbesinde, vatandaşların ve yöneticilerin de bugünkü gibi bir vilayetten öbür vilayete elini kolunu sallayarak gidebilmesi mümkün değildi.
Karslı Erzurum’dan, Erzurumlu Kars’tan, Tuncelili Elazığ’dan, Elazığlı, Tunceli’den geçemiyordu; başta doğu illeri olmak üzere birçok il mayın tarlası gibiydi.
Bizzat benim Erzurum plakalı olan arabam kaç ilde bu nedenle boydan boya çizildi, aynaları ve silecekleri kırıldı, lastikleri şişlendi. O günü lanetleyenlerin bugün aynı şeyi siyasi bir silah olarak kullanmaları, hem de en demokratik ülke diye diye, doğrusu Türk demokrasisinin aynası gibi görünmektedir. Bana yapıldığı zaman faşizm, baskıcı rejim ya da yönetim; karşımdakine yapıldığında düzeni ve demokrasiyi koruma oluyor…

İş belli ki birçok çevreye göre çok daha demokratik aşamalara ulaşmak üzere; sadece muhalifler değil, artık basında çıkan haberlere göre birçok ilimizde
kolluk kuvvetleri de elini kolunu artık sallayarak ortalıkta dolaşamıyormuş;

  • Devletin bayrağı (başka bayraklara bu kısıtlama yokmuş) resmi yerler de dâhil hiçbir yerde asılamıyormuş.

Milisler denetim yapıyorlarmış. İyice demokratikleşmişiz de haberimiz yok…

Bir yere gidemiyorsanız, orayı yitiriyorsunuz demektir.

Açılım ve demokrasi velvelesi arasında birileri her gün bir şey istiyor; bu devleti üniter bir yapıda tutmaya yemin etmiş bir yönetici kesimi de, duymazlıktan gelerek, çadır çadır dolaşarak “Mursi ve Esad” hikâyesi anlatıyor.

Bu ülkede inancı, kendini ait olduğu toplum bakımından farklı gören herkesin
eşit hakka sahip olması gerekiyordu; olanaklardan aynı şekilde yararlanmalıydı. Doğrusunu isterseniz bunu tam anlamıyla başaramadık; sadece kitaplarda yazılı kaldı. Bu nedenle talepte bulunanlar birçok bakımdan haklı olabilirler. Ancak şu anda üniter yapıya yemin etmiş ve bunu yıllar boyu yaşatmaya çalışmış bir ülke için bu miras davası basit bir bölünme davası olamaz. Üstelik de bu devletin kurulmasında hiçbir katkısı olmayan bugünkü yöneticilerimizin iki dudağının arasından çıkacak sözlerle hiç olmaz…

Eğer illa ki kadim haktan yola çıkıyorsak, kendini Bizans’ın uzantısı olarak ilan eden Yunanlarla, Ermenilerle, bir yerlerde Gürcülerle, hatta Araplarla masaya oturmak ve taleplerini ciddiye almak zorunda kalabilir.

Belli ki, Türkiye’nin bir yanı bir tarafa, öbür yanı da başka bir tarafa gidiyor.

Yetkililer de Karadenizli hemşerimin oynadığı rolü oynuyor. Belki duymamışsınızdır, bir de ben anlatayım: Karadenizli hemşerimiz Ankara’dan trenle İstanbul’a gidiyormuş; Eskişehir’de tren biraz uzun durduğu için inmiş, bir haşhaşlı çörek almış yanına da bir ayran; etrafa bakarak yerken; tren de hareket edip uzaklaşmış.
Ancak Eskişehir aksi yönde giden trenlerin karşılaştığı (telaki) yer olduğu için, İstanbul yönünden gelip de Ankara’ya gitmekte olun başka bir tren hemşerimizin treninin hemen arkasında duruyormuş. Karadenizli hemşerimiz, treni kendisininki sanarak içeri dalıp, kendi kompartımanına denk gelen yere girip oturuyor.
Ancak kompartımanda oturanlar daha öncekilere benzemiyor. Bir süre gidiyorlar ve Karadenizli hemşerim karşısındakilere dönerek:

– Hemşerim nereden gelip nereye gidiyorsunuz?

Biri İstanbul’dan gelip Ankara’ya öbürü İstanbul’dan gelip Kayseri’ye, bir diğeri Erzurum’a ve öbürü Kars’a gittiğini söyleyince, Karadenizli hemşerim:

– Görüyor musunuz, tekniği, uygarlığı (bizim söylemimizde demokrasiyi), trenin bir yarısı İstanbul’a diğer yarısı Ankara’ya gidiyor; medeniyet (bizim söylemimizde demokrasi) dediğin demek ki buymuş. Türkiye’nin durumu ve yönetim anlayışı da böyle görünüyor.

Aslında son birkaç yılda çok ilginç gelişmeler, talepler ve konuşmalar oluyor.
Birileri hiçbir kurala ve yasaya bağlı olmadan bir şeyler istiyor, bir diğeri de
açılım ve demokrasi diye bir şeylere göz yumuyor. 

  • Durum çoğumuzun düşündüğünden daha karmaşık ve vahim olabilir.

Çünkü bir ülkenin bir yanında konuştuğumuzu, öbür tarafında dile getirmeye cesaret edemiyorsak, bunu yapmaya kalkışanları koruyamıyorsak, hatta “git de görelim” diye korkutmaya kalkışıyorsak, bu üniter yapı bu insanların elinde hasara uğramış demektir. Bu da anayasal bir suç olmalı…

Üniter devlet ve yerleşik demokrasi, her kesimdeki her görüşteki insanın, korkusuz bir şekilde elini kolunu sallayarak, herhangi bir güvenlik önlemine gerek duyulmadan, istediği yerde istediği zamanda gidebilmesi ve düşüncesini çekinmeden açıklayabilmesi demektir.

Bunun böyle olmadığı, her ne kadar muhaliflerine söylüyorsa da bizzat başbakan tarafından, “git de göreyim”, sözüyle duyuruluyor. Unutmamak gerekiyor ki,
bugün muhaliflerin gidemediği yere, yarın bu nutukları atan yöneticiler de gidemeyebilir. İşte o zaman Çanakkale Dumlu, Sarıkamış, Kafkaslar, Galiçya, Akabe körfezinde yatanların kemikleri sızlar…

Büyük bir şansımız var. Bu trenin her iki tarafında oturan insanlar ölülerini hala
aynı mezarlığa gömüyor; kız alıp veriyor; birbirlerinin türküsünü söylüyor;
aynı oyunları oynuyorlar. Aslında büyük bir kısmımız aynı yöne gitmek aynı hedefe ulaşmak istiyoruz. Bütün kışkırtmalara karşın, ülkemizdeki insanların büyük bir kısmı yine de birlikte yaşamak istiyor.

Çocuklara dikkat ettiniz mi, bir çocuk bahçesinde farklı toplumlardan gelen çocuklar birkaç dakika içinde tek vücut olurlar. Çünkü onlarda katılaşmış ırk ve din kavramları henüz gelişmemiştir.

Bu nedenle dünyanın neresinde olursa olsun, bir siyasetçi sürekli dinden ya da ırktan, ırkçı milliyetçilikten dem vuruyorsa orada insanların huzura kavuşması söz konusu olmamıştır; olmayacaktır da.

Dini eğitimi ve ırkçılıkla ilgili söylemleri ne kadar genç kitleye indirmişseniz, çatışmaların dozu o kadar yükselecektir; toplumlar arasındaki kırılganlık o denli artacaktır demektir. Bunun için kâhin olmaya gerek yok; bu dünyada bu yüzden batağa batmış onlarca ülkeyi izlemek yeterlidir.

Gücün dinden ve ırkçılıktan alan hiçbir siyaset tarafsız olamaz, adil davranamaz; dolayısıyla özlenen demokrasiyi yerleştiremez. Çünkü taraftır…
Bu siyasi söylem tarzı, özlediğimiz tarz değil…

Ancak siyasi kültür yoksunu olan ülkemizde ağız dalaşları o denli kırıcı ve saygısız bir tarza bürünmüştür ki, bunun yasalara ya da adabı muaşeret kurallarına uyup uymamasına artık kimse bakmıyor. Sadece, hayretle, endişeyle izliyor. Ancak bu konuşmaların en bilinmeyen yıkıcı tarafı, en çok izlenen saatlerde, yandaş basının marifetmiş gibi bu konuşmaları tekrar tekrar vermesidir. Böylece tuttukları liderin muhaliflerini sözle şapa oturttuğu izlenimi yarattığına inanmalarıdır. Ancak yaptıkları en büyük kötülük, kuşkusuz en etkili eğitim aracı olan görsel basının, yetişmekte olan bu ülkenin masum gençlerine kavga, saygısızlık, adap dışı konuşma, bir konuyu analiz etme yerine saldırganlıkla bastırmayı yani kavga üslubunu aşılamış olmalarıdır. Yabancı ülke deneyimi olanların, “ülkemizdeki insanlar niye bu kadar gergin, kavgacı, tahammülsüz?” sorularının yanıtı da verilmiş olur.

Ancak ne hikmetse şu soruyu hiç kimse şu andaki yöneticilere sormayı akıl edemiyor. Muhalefetteki partiler sürekli kendilerine bir suçlama olarak sorulan bu soruya kem küm ederek yanıt veriyor; can alıcı noktaya bir türlü parmak basmayı
akıl edemiyorlar. Akıl ediyor olsalardı, muhalefette de olmazdılar ya…

Ey yönetici!

Hakkâri, Bitlis, Van, Muş, Diyarbakır’ı malum nedenlerle anlarım; bir mazeret bulabilirim. Yönetimdekilerin oraya gittikleri zaman küçük bir ülkenin ordusu kadar güvenlik güçlerinin eşlik ettiğini biliyoruz; güvenlik zafiyetinde de bakanların bakkal dükkânlarına sığınarak kurtulduğunu. Bu iller belli ki kritik iller.
Ancak bir ülkenin gözbebeği olarak bilinen, en akıllı, bilgili, aydın, dünyadan haberi olan, tartışma üslubunu doğal olarak geliştirdiği varsayılan hem de Türkiye’nin
en gözde Üniversitelerine, örneğin ODTÜ, Ankara Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi, Ege Üniversitesi’ne bir ordu eşlik etmeden elinizi kolunuzu sallayarak gelip konuşabiliyor musunuz? Vazgeçtik konuşmadan yeni bir yapının açılışını yapabiliyor musunuz ya da haberli olarak ziyaret edebiliyor musunuz?

Bunu başardığınız zaman bu ülke demokrasiyi özümsemiş bir ülke olmuş demektir; iftar sofralarında yapılan demokrasi tanımları ve övünmeleri, sadece demokrasi kültürünü içselleştirmemiş olanların sırtını sıvazlamadan öteye geçemeyecektir.
İşte bu duruma illa ki bir ad takma gereğini duyarsanız, konuşmaların ve nutukların çoğu çadırda geçtiği için, buna “Çadır Demokrasisi” diyebiliriz…

Prof. Dr. Ali Demirsoy