Kategori arşivi: Hekim Saltık

Darvin der ki…

Dostlar,

EVRİM KURAMI‘nı bilim dünyasına armağan eden öncü ve yürekli bilim insanı, araştırmacı Charles Darwin, uzun yıllar süren saha gözlemleri, araştırmaları sonunda “Kuram”ını (Teorisini) üretti. Darvin’in bilimsel bulguları bilimsel bir kuram (teori) olarak yazıldı, bilim dünyasına sunuldu (1858) ve aradan geçen uzun yıllar (155 yıl!) bu bulguları sürekli doğruladı. Böylelikle kuram, giderek EVRİM YASASI oluştu. İzleyen dönemlerde bilimsel çalışmalar Darvin’in bulgularını desteklemese idi, önermeler KURAMLAŞAMAYACAK, bilim tarihine armağan edilecekti.

Charles Darwin ve Alfred Russel Wallace, birbirinden bağımsız olarak geliştirdikleri, “Doğal Seçilimle Evrim Kuramı”na ilişkin makalelerini Londra’daki ünlü bilim derneği Linnean Society’nin Temmuz 1858’deki bir oturumunda birlikte sundular. (http://user.tninet.se/~owl390d/dog_yasa/darwinkr.htm, 25.8.13)

    Özetle Darvin dedi ki:

Yeryüzünde canlılar birden bire bu görece “gelişkin” biçimleriyle yaratılmadı.. Koaservat denilen protein moleküllerinden milyonlarca yıl içinde evrimleşerek günümüzdeki durumlarına geldiler ve

.. bu böyle sürecek..

Darvin şunu DEMEDİ : İnsan maymundan geliyor; insanın atası maymundur!

    Darvin dedi ki :

“İnsan ve maymunun atası ortak.. Ortak atadan evrimleşerek geliyorlar.”

*****

Bilimsel akıcılıktan ve bilimsel düşünüş biçiminden, bilimsel araştırma yöntembilgisinden – yöntembiliminden nasibini alamamış, bilim terbiyesi görmemiş birileri ise konuyu inanç alanına taşıyarak yozlaştırma çabasında..

Oysa bilim sonuna dek en küçük ayrıntıyı sorgular, en küçük çelişkiyi eleştirir..

Ya inanç?? Adı üstünde, sorgulamadan inanılır, tartışılmaz, iman edilir.

Aradaki temel fark bu..

Türkiye’den bir muhterem zat bu konularda sayısı onları geçen kitap yazabiliyor.
Konuya ilişkin bir bilimsel eğitimi, diploması olmaksızın!? Bu bilgiler vahiy mi?

Günümüzde EVRİM, Biyolojinin bir ileri uzmanlık alanı.
Örn. Prof. Ali Demirsoy gibi, Prof. Aykut Kence.. gibi ömrünüzü vereceksiniz ki Evrim’i anlaya ve hakkında kitap yazabilesiniz!

Kalitim_ve_Evrim_Ali_Demirsoy

Aradan geçen 155 yılda, insanın – canlılığın evrimi ile ilgili süreklilik gösteren fosil serileri bulunujp çıkarılmıştır. Bilimi ve inancı karıştırmayanlar, net olarak Evrim Kuramı’nın kanıtlandığını ve Evrim Yasası’na dönüştüğünü görmektedirler.

Kimi yobazlar ie bilinen arkayik tutumlarını sürdürmekteler.

– Fakat EVRİM bir inanç alanı olgusu – kavramı değil.
– EVRİM Bilimsel bir gerçek.

Zurafaaların_boynu_uzuyor

İnsanlar eğitimsiz bırakılarak bilimin aydınlığından uzak daha ne denli tutulabilir?
Bu davranışın Roma’da Spartaküs ve kölelere uygulananlardan ne farkı var??

Ama bilimin ışığı o yarasaları da hizaya getirecek..

* İnsanlığı bilim özgürleştirecek..

* Demokrasi ve insan haklarının da omurgası hiç kuşku yok;
özgür ve insanlığın hizmetindeki bilim olacak..

Darvin çok önemli bir şey daha söylüyor.. O da aşağıdaki posterin üzerinde..
Bu bilgece öğütten çok dersler çıkarılmalı; TAVUK TOPLUM olmamak için..

Darvin_der_ki

Ünlü İngiliz tarihbilimci Arnold Toynbee‘ye de nesnelliği ve onun ürünü gerçekçi vefası için teşekkür ederiz.. Büyük ATATÜRK‘ün hakkını aklı başında yabancılar öncelikle teslim ediyor.. Dahası şapka çıkararak selamlıyorlar.. Bizdeki 3,5 zibidiye ne demeli??

Ne demişti Mustafa Kemal Paşa ?

* “Dünyada her şey için, maddiyat için, başarı için en gerçek yol gösterici bilimdir, fendir; bilim ve fennin dışında kılavuz aramak aymazlıktır, bilgisizliktir, doğru yoldan sapmaktır.”
(22.09.1924, Samsun öğretmenleriyle konuşma, 1925, Atatürk’ün M.A.D. s. 19)

Sevgi ve saygı ile.
Tekirdağ, 25.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Ambulans yok dendi Efe bebek otobüste öldü : Malpraktis mi, Komplikasyon mu?

Ambulans yok dendi Efe bebek otobüste öldü : Malpraktis mi, Komplikasyon mu?

Dostlar,

Aşağıda üzücü bir haber var..

67 günlük bir bebeğin yitirilmesi..

Niğde’de konan tanı (ön tanı?) “safra yolları atrezisi” (safra kanallarının gelişmemesi). Buna göre, karaciğerde üretilen safra, kese ve kanalı üzerinden duodenuma (12 parmak bağırsağı) aktarılamıyor ve geri teperek karaciğere yayılıyor. Parçalanmaya çalışılan safra salgısı de kanda bilirubini artırarak tıkanma sarılığına yol açıyor.

Karaciğer fonksiyon testlerine, bilirubin düzeyine, sarılık derecesine ve bebeğin genel durumuna göre çocuk hekimi meslektaşımız durumu değerlendirmiştir.

Cankurtaran ile sevke gerek görmemiştir. Annenin savına göre bu esirgemenin gerekçesi “giden cankurtaranların dönmemesi – geç dönmesi” imiş.

Ancak Mehmet Efe Akdemir bebeğin durumunun “ivedi” olması, hemen cankurtaran ile sevkini gerektirmesi durumunda çocuk hekimi meslektaşımızın böylesi bir gerekçeye dayan(a)mayacağı açıktır.

Dolayısyla, Niğde – Kayseri arası 131 km olup otobüsle en çok 2 saat sürmektedir.
Gecikmeden bir otobüsle gidilmesi de eminiz tembih edilmiştir.. Diyelim toplam 3 saat içinde Kayseri Erciyes Üniv. Tıp Fak. Hastanesine erişmek olanaklıdır.

Yerleşik tıbbi kurallara göre hekimlerin hastalarının acil olup olmama durumlarına göre bir TRİYAJ DEĞERLENDİRMESİ hakkı ve yükümü vardır. Buna göre bir öncelik sıralaması yapılacaktır. Bu bağlamda, Niğde Devlet Hastanesindeki ilgili çocuk hekimi meslektaşımız mutlaka, otomatik olarak, hatta refleks olarak ve hızla kafasından bu triyaj değerlendirmesini yaparak cankurtaran ile sevkin gerekmeyeceği yargısına ulaşmıştır. Anne ile bu yargısını paylaşmış olması arzu edilirdi. Annenin savı farklı.

Olay elbette yönetsel (idari, hastane yönetimi – başhekimliği) ve adli yönden (Savcılık) incelenecektir. Otopsi bulgularına bakılacaktır.

Bu ölümün pek ala bir komplikayon olma olasılığı da vardır.

Komplikasyon, alınabilecek makul önlemlerin alınmasına ve girişimlerin yapılmasına / yapılmamasına karşın önlenemeyen, öngörülemeyen istenmeyen sonuçlardır. Bunların olasılıkları da aşağı yukarı kestirilebilir, bilinir.

Tıbbi MALPRAKTİS ise hekimin kusurlu, hatalı, özensiz, ihmalci vb. davranışları sonucu ortaya çıkan istenmeyen olumsuz tıbbi sonuçlardır.

İkisi arasında ince bir çizgi vardır sıklıkla.
Ayırdedilmesi her zaman kolay olmayabilir.
Kuşkusuz, her somut olayda gerçeğin bilimsel olarak ortaya konması arzu edilir.
Ancak; bir denge rejimi olan hukuk sisteminde kefelerden birine ağırlık verilmesi, toplumsal düzen ve adaleti olumsuz etkiler.

Tıbbi MALPRAKTİS öne çıkarıldıkça hekimlik mesleği yapılamaz duruma gelir. Ağır ve riskli olguları hekimler üstlenmeyebilirler, bakımdan çekinebilirler, sevk ederler, köktenci girişimlerden sakınabilirler… hasta ortada ve sahipsiz kalabilir!

Elbette bu tablo da çok ağırdır ve kabul edilemez.

Hekimlerin de belli koşullarda hastalarını red ya da bakımı bırakma hakları vardır.
Sağlık kurumunun gerekli özeni götermemesi, donanımı – personeli bulundurmaması gibi..
Hasta ve yakınlarının hekime şiddet uygulaması, baskı ve hakareti gibi..

Hekimler, malpraktis baskısı karşısında “savunmacı tıp” (defensive medicine) davranışı geliştirebilirler. Gereğinden çok titizlenerek inceleme (tetkik) yaptırabilirler, yersiz hastaneye yatırabilirler, yatışı uzatabilirler, daha çok ve uzun süre ilaç kullanabilirler, hastalık raporu verebilirler…. vs.

Tüm bunların, başta hastalar ve yakınları olmak üzere, makro ölçekte ulusal ekonomiye yükü vardır. ABD’de malpraktis kaynaklı önlenebilecek (ama önlenemeyen!) sağlık giderlerinin her yıl birkaç on milyar Dolar olduğu kestirilmetedir. Ülkemizde de Şubat 2010’dan bu yana sağık çalışanları için yasal olarak zorunlu malpraktis sigortası söz konusudur. Bu primler sağlık hizmetlerinin (dolaylı) maliyetlerine yansımaktadır.

Bu bakımdan, MALPRAKTİS – KOMPLİKASYON ikilemi çok boyutlu olup, özenle değerlendirilmesi ve

    halkın doğru bilgilendirilmesi

büyük önem taşımaktadır.

Ucuz ve çirkin popülizm ile insanları sağlık çalışanları karşıtlığına (aleyhine) kışkırtmak kimseye bir yarar sağlamaz.

Kenan Evren 1980’ler başında Ağrı gezisinde halka, “O doktoru şu direğe bağlayın..” buyurmuşlardı.. (Zorunlu hizmet sorunu…)

T.C.’nin 10 yıl Sağlık Bakanlığını yapan Recep Akdağ, “bunların gözü paraya doymaz..” buyurmuşlardı.. (Erzurum’da kendisinin de muayenehanesi vardı; aylığı ve döner sermaye geliri ie yetinmiyordu!)

T.C. Başbakanı RT Erdoğan; “Bunlar iğne yapmayı bile bilmez..” buyurmuşlardı..

Erdoğan, Tam Gün Yasası’nı çiğneyerek İstanbul’da yasaklı doktora kamu hastanesinde ameliyat olmuştur ve şimdilerde, o iğne yapmayı bile bilmezler..” dediklerine fena halde gereksinimlidir hatta bağımlıdır (bilinen ciddi bağırsak hastalığı – kanseri nedeniyle..)

*******

67 günlük iken ölen Mehmet Efe Akdemir bebeğimizin acısını paylaşıyoruz, ailesine ve yakınlarına başsağlığı diliyoruz.

Sorunlara doğru tanı koymak ve doğru sağaltımı (tedaviyi) zamanında yapmak asıldır.

Türk sağlık sisteminin ciddi yapısal ve türevi işleyişe dönük sorunları vardır.

Politikacılar sağlık sistemini piyasalaştırarak halkı perişan etmişlerdir.

Küresel Senaryonun adı SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM’dür ve gelecek daha kötüdür!

Giderek artan sağlık eşitsizlikleri ve hizmete erişimdeki güçlükler karşısında halk, faturayı sağlık çalışanlarına, özellikle hekimlere kesmektedir.

Hakkari’de 50 kişinin bir olup bir hekimi vahice dövmelerinin savunulacak yanı yoktur vev tek sözcükle ÜRKÜNÇTÜR (VAHİMDİR)!

SAĞLIK ÇALIŞANLARINA DÖNÜK ŞİDDET ve nedenleri bilimsel olarak da irdelenmiş ve Sağlık Bakanlığı’na TTB (Türk Tabipleri Birliği) tarafından rapor verilmiştir. Bu bilimsel raporun gereği İVEDİLİKLE yapılmalıdır.
(SIDDET_Raporu_ATO

Son söz :

Politikacıların yerel – küresel sermaye buyruğunda insanlık dışı duruma getirdikleri yabanıl (vahşi) sağlık sisteminin halktan yana iyileştirilmesi için sağlık çalışanları ve halk karşı karşıya değil yan yana gelmelidirler.

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 24.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==============================================

Ambulans yok dendi Efe bebek otobüste öldü

Niğde Devlet Hastanesi’nden Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’ne sevk edilen 67 günlük Mehmet Efe Akdemir, şehirlerarası otobüste annesi Nazire’nin kucağında öldü.

Baba Ömer Akdemir, oğlunun ambulansla sevk edilmediği için öldüğünü iddia ederek,
Çocuk Hastalıkları Uzmanı Dr. A.H.’dan yakınmacı oldu.

Kayseri Kocasinan İlçesi’nde oturan fabrika işçisi Ömer ile ev hanımı Nazire Akdemir’in 17 Haziran’da dünyaya gelen çocukları Mehmet Efe, annesi Nazire’nin düğün için gittiği Niğde’nin Çiftlik İlçesi’nde hastalandı. Kocası Kayseri’de bulunan anne Nazire Akdemir, oğlunu Niğde Çiftlik’teki hastaneye götürdü. Mehmet Efe’nin durumunun kötü olması nedeniyle, ilçe hastanesinden ambulansla Niğde Devlet Hastanesi’ne sevk edildi.

‘ANNE AMBULANS İSTEDİ, DOKTOR VERMEDİ’ İDDİASI

Mehmet Efe’yle Niğde Devlet Hastanesi Çocuk Polikliniği’nde Uzman Dr. A.H. ilgilendi. Dr. A.H., kan tahlili ve akciğer filmi sonucuna göre ‘Safra yolu atrezisi’ (safra yollarının gelişememesi) tanısı koyduğu Mehmet Efe’yi, ileri tetkik ve tedavi için Kayseri’deki Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi Çocuk Gastroentroloji – Hepatoloji bölümüne sevk etti. Anne Nazire Akdemir, oğlunun Niğde’den ERÜ Tıp Fakültesi’ne ambulansla götürülmesini istedi. İddiaya göre, Uzman Dr. A.H anneye,
sevk için gönderdikleri ambulansların geç geldiğini, bu nedenle bebeği kendi olanaklarıyla Kayseri’ye götürmesini söyledi. Nazire Akdemir, Kayseri’de bulunan eşi Ömer Akdemir’e de bilgi vererek, kucağında hasta oğluyla birlikte şehirlerarası bir otobüsle Kayseri’ye geldi.

YOLDA ÖLDÜ

Servis ile terminalden şehir merkezine yola çıkan Nazire Akdemir, oğlunun fenalaştığını görünce yakında bulunan Hacı Ahmet Özeşsiz Aile Sağlığı Merkezi’ne girdi. Mehmet Efe’ye burada önce aile hekimi Dr. Mustafa Sevim, daha sonra çağrılan 112 sağlık görevlileri müdahale etti. Yaklaşık 1 saat yaşama döndürülmeye çalışılan Mehmet Efe’nin yolda öldüğü belirlendi.

BABANIN İSYANI

Oğlunun acı haberini alan baba Ömer Akdemir, Aile Sağlığı Merkezi’ne koştu. Oğlunun ihmal nedeniyle öldüğünü iddia eden baba Ömer Akdemir, “Oğlum Niğde Devlet Hastanesi’nden Kayseri’ye sevk edilmiş. Eşim, doktordan ambulans istemiş ancak doktor eşimi hem ‘Sen geri zekalımısın’ diye azarlamış, hem de ‘giden ambulans geri gelmiyor’ diye ambulans vermemiş. Oğlumun yeni doğan sarılığı vardı. Sarılık nedeniyle Kayseri’de özel hastaneye, Eğitim Araştırma Hastanesi Doğumevi Kliniği’ne, Emel Mehmet Tarman Çocuk Hastanesi’ne götürdük. Tahlillerinde hiçbir şey çıkmamıştı. Başka da bir rahatsızlığı yoktu.” dedi.

SAVCILIK SORUŞTURMA BAŞLATTI

Minik bebeğin cesedi otopsi için Erciyes Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi morguna götürüldü. Otopside Mehmet Efe’nin ölüm nedeninin belirlenemediği, alınan örnek parçaların Ankara Adli Tıp Kurumu’nda yapılacak patolojik incelemeler sonucunda kesinleşeceği belirtildi. Ömer ve Nazire Akdemir, Cumhuriyet Savcısı Mustafa Arslantürk’e verdikleri ifadelerde Niğde Devlet hastanesindeki Uzman Doktor A.H.’dan yakınmacı oldu. Mehmet Efe, otopsinin ardından defnedilmek üzere Niğde’nin Çiftlik ilçesine götürüldü.

TOPRAĞA VERİLDİ

Kayseri’de hastaneye götürülürken otobüste yaşamını yitiren 67 günlük Mehmet Efe Akdemir‘in cenazesi yapılan otopsinin ardından ailesine teslim edildi. Yakınları tarafından Niğde’nin Çiftlik İlçesi’ne bağlı Azatlı Beldesi’ne getirilen minik bebeğin cenazesi, belde mezarlığında kılınan namazın ardından toprağa verildi.

HASTANE İNCELEME BAŞLATTI

Öte yandan Akdemir’in babası Ömer Akdemir’in, bebeğini Kayseri’ye ambulansla sevk etmediğini iddia ettiği Niğde Devlet Hastanesi Çocuk Polikliniği’nde görevli Uzman Dr. A.H. hakkında ise inceleme başlatıldığı bildirildi. Hastane yönetimi, ailenin iddiasıyla olaydan haberdar olduklarını, yapılacak incelemenin ardından bir değerlendirme yapacaklarını belirtti. (DHA (23.8.13)

İcat Çıkarma!

Dostlar,

Hacettepe Tıp’tan 1978-81 uzmanlık eğitimi arkadaşımız sevgili
Prof. Çağatay Güler’in yazısını paylaşmak istiyoruz..

Fizyoloji ve Halk Sağlığı Uzmanı..

Renkli kişilik..

Onlarca kitabın yazarı..

Dıyarlı insan şiirleri..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 20.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==============================

İcat Çıkarma!

Cagatay_Guler_portresi

Prof. Dr. Çağatay GÜLER
Hacettepe Tıp Fak. Halk Sağığı AbD

“Falanca bizden mucit çıkmaz dedi, yok ben demedim” tartışmalarına girecek değilim. Fırsat düşmüşken işin bir başka yönünü dile getirmek istiyorum. Ne çok söylüyoruz birisi düşündüğümüzden, bildiğimizden farklı bir şey söylemeye ya da anlatmaya çalıştığında, “icat çıkarma” diye. Buna rağmen patent büroları kurup “icat çıkaranın” burnundan getirmek için mevzuat düzenleriz. Cevabı aslında “Sana ne!” olan birçok soruyu yanıtlamasını isteriz icat çıkarandan:

“Senin icadın faydalı mı?”
“Evet!”
“İspat et!”
“Faydasız o zaman!”
“O zaman neden icat ettin?”

Cevabı okkalı bir “Sana ne!” olan soruları sormaya öylesine meraklıyızdır ki!

İcat çıkarmanın temeli muhalefettir ve insanlığı ilerleten de muhalefettir.
Yağmur iyidir, kötü de olur kimi zaman. Elbisemizin ıslanmasına, güneşin bizi rahatsız etmesine karşı çıktığımızda şemsiyeyi yaparız. Uçak yapmak yerçekimine muhalefettir. Paraşüt tam bir inatlaşmadır yerçekimiyle. Yazıyı bulmak zamana muhalefettir.
Newton’un ağaçtan düşen elmaya aklını takınca yerçekimini bulduğu söylenir. Öyle olsa da olmasa da benim dedem daha çok gördü elmanın ağaçtan düştüğünü. Yine de yerçekimini Newton bulacaktı. Dedemin suçu yok. Çünkü yetişmiş bir kafası vardı Newton’un ve “rastlantılar yetişmiş kafalara hizmet eder”.

Yetişmiş kafalar ses getirecekleri ortama muhtaçtır.

O unuttuğumuz Sağık Ocağı hekimleri, ebeler, sağlık memurları kapı kapı dolaşarak
gereksinimi olana daha fazla sağlık hizmeti götürerek sağlıkta gerçek eşitliği
sağlamaya çalıştılar.

Diyelim ki aslan gibi bir delikanlı yetişti. Korunabilir hastalıklarla örselenmedi. İyi beslendi. Askere gitti, geldi. Taşı sıksa suyunu çıkarır. Zeki mi zeki… Ama işsiz, akşama kadar at yarışı kahvesinde “Leyla kop da gel, Leyla kop da gel!” diye kendini helak ediyor. O zaman neden aslan gibi? Neden zeki? Demek ki birileri görevini yapmamış. Ona katma değer üreteceği iş olanaklarını sağlamamışlar. Katma değer üretecek eğitimi vermemişler. Seksenden beri eğitimin nereden nereye düştüğünü sorgulayan var mı?

Stephen Hawking… Ağır ve ilerleyen bir sinir sistemi hastalığı var. Kıpırdayamıyor. Ancak elindeki elektronik aleti sıkarak sandalyesine bağlı özel bilgisayarının ekranına dakikada 10 kelime yazarak iletişim kurabiliyor. Aslan gibi değil. Taşı sıksa suyunu çıkaramaz. Ama durmadan icat çıkarıyor bu haliyle. Kimileri kızıyor, kimileri alkışlıyor. Önemli değil. O durmadan icat çıkarıyor. Ya Stephen Hawking bizde olsaydı? “Üşütmesin” diye okula bile göndermezdik! Okulda notlarını bile “sadaka niyetine” verirdik. Belki de dilendirirdik önüne bir mendil serip! Diyelim ki yetişti, icat çıkarmaya başladı. Kızardık O’na. “Haline bakmadan Hasan Dağı’na oduna gidiyor!” diye. Hele bir de engelliler kontenjanından bir iş buldu ise daha çok kızardık. “Haline şükret” derdik. “Sen kim, icat çıkarmak kim, ortalığı karıştırıp durma!”

Varsayalım hepimiz liseyi bitirdik ya da üniversiteyi… Arşimet çağındaymışız. Bu bilgimize karşın kaçımız hamamdan “Buldum, buldum!” diye fırlardık? Kaçımız üçgenin iç açılarının toplamının 180 derece ettiğini bulabilirdik, birisi sloganlaştırıp ezberletmediyse? Demek ki diploma almakla yetişmiş kafaya sahip olmak farklı şeyler!

Yıllar önce yayımlanmış “Asacaksın Bu Doktorları” adlı kitapta ne deniyordu?

“…Yahu kardeşim… Bizde yapılan bütün tıbbi araştırmalar literatüre uyuyor
Ne zaman ki literatür dediğinin tersini söylemeye başlıyor… Bizdeki araş­tırmalar
o literatüre de hemen uyuyor… Hiç literatü­rün söylediğinin tersinin çıktığı tıbbi araştırma gör­medim…

Ne kadar uyumlu milletiz birader!”

Hadi şiirini de ekleyelim bari:

“aslında bizde
yurtdışı yayın dediğinin
yeğenim
bir kısmı ofşor (off shore)
bir kısmı
hayali ihracat.”

Hacettepe Üniversitesi Rektörüne Açık Mektup

Dostlar,

Prof. Murat Tuncer son 2 yıldır Hacettepe’nin rektörü.

Murat_Tuncer_portresi

Öncesinde ise AKP’nin Sağlık Bakanlığı’nda 10 yıldır Kanser Savaş Dairesi Başkanı idi. Uzmanlık alanı da Çocuk Onkolojisidir. Hacettepe 82 mezundur ve geleneklere göre biz onun 5 yıl daha kıdemli abisi durumundayız.. Sınıf arkadaşı olan eşi de halen bizim Fakültede (AÜTF) öğretim üyesidir.

Ne var ki, uygulamalar hiç de olumlu gitmiyor. Adını vermeyelim, bir öğretim üyesini taciz eden uygulamaları nedeniyle geçtiğimiz aylarda Ankara Tabip Odası‘nın Hacettepe bahçesinde düzenlediği uyarı – protesto toplantısına katılmştık..

Hacettepe Rektörü Dr. Tuncer, neden yerleşik ve yetkin kurulları ve hatta DEKANI dışlayarak faşist bir yasanın bilim dışı despotik yetkilerine dayanır??

Neden res’en atadığı öğretim üyeleri bilimsel olarak daha düşük profillidir?

Kimdir bu insanlar??

Rektör Tuncer, acilen bu “Truva atı manevrası” çağrıştıran davranışlarına
son vermek ve kamuoyunu aydınlatmak zorundadır.

Sevgili Prof. Dr. Okan Akhan hoca çooook zarif ve beyefendice yazmış..
Kendisini, bilim insanı kimliği ile sergilediği bu sorumlu girişimden dolayı kutlarız.

* Hacettepe yalnız rektör Murat Tuncer’e emanet değildir..

Bekliyoruz 2 eylemi de :

1. Rektör Tuncer bu biçimsel olarak mevzuata uygun ama meşruluğu – hukuka uygunluğu tartışılır atamalara son vermelidir;

2 Rektör Tuncer ivedilikle kamuoyuna net açıklamalarda bulunmalıdır.

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 20.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=====================================================

ATO_logosu

Değerli Meslektaşımız,

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Okan Akhan‘ın Rektör Prof. Dr. Murat Tuncer‘e yazmış olduğu açık mektubu aşağıda dikkatinize sunarız.

Okan_Akhan_portresi

Sayın Rektör Prof. Dr. Murat Tuncer,

Sayın Hocam,
Size bu açık mektubu Tıp Fakültemizde akademik kadrolara yapılan atamalarda uyguladığınız yöntemden duyduğum rahatsızlığı bildirmek için yazıyorum.

Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi, tıp eğitimi alanında devrim niteliğindeki yeniliklerle kurulmuş ve tıp alanında öncülüğünü uzun yıllar sürdürmüş olan saygın bir kurumdur. Fakültemizde uzun yıllardır var olan ve geliştirilerek sürdürülen bir bilim ortamı vardır. Bu ortamda değişik kuşaklar bir arada çalışmış ve daha genç olanlar eğitilmiştir. Genç insanların akademik kadrolara seçimi, bilimsel nitelikleri dikkate alınarak akademik kurullarca yapılmıştır. Kurumumuzda akademik kurullar her zaman yöneticilerce saygı görmüş ve akademik kadrolara atamalar akademik kurulların süzgecinden geçirilerek yapılmıştır. Hacettepe Tıp fakültesinde “liyakat” kavramı akademik kadrolara seçilen genç meslektaşlarımız için en önemli kavram olarak atamalarında kullanılmıştır. Aday bilim insanlarının siyasal düşünceleri, dinsel inançları veya cinsiyetleri bu seçimlerde rol oynamamıştır. Zaten uluslararası bilim dergilerinde Hacettepe Tıp kaynaklı yayınlara ve bu yayınları yapan bilim insanlarının sayısal ve sayısal olmayan bilimsel ölçütlerine baktığınızda kurumumuzun yüksek kalitede bir öğretim üyesi kadrosuna sahip olduğu anlaşılmaktadır. Bu nedenle kurumumuz tıp alanında yapılan ve uluslararası bilim dergilerinde yayınlanan araştırmalar sıralamasında uzun yıllardır ülkemizin en önde gelen tıp fakültesidir. Her bölümde tüm ülkenin ve bilim camiasının yakından tanıdığı çok sayıda öğretim üyesi çalışmaktadır.
Çok sayıda öğretim üyesi ise kendi alanında uluslararası bilim dünyasınca yakından tanınmakta ve yaptıkları bilimsel çalışmalar nedeniyle saygı görmektedir. Hiç kuşku yok ki kurumumuz Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’den bu yana bu ülkede en fazla uluslararası tanınırlığı ve bilimsel saygınlığı olan tıp fakültesidir. Kurumumuzdaki bu ortamı daha da yükseltecek adımların atılması en önemli beklentimdir.

Sayın Hocam,
Siz rektör olarak göreve başladıktan sonra yukarıda özetlediğim bir atama süreci kurumumuzda artık uygulanmıyor. Kadro ilanları, çoğunlukla ilgili bölümün akademik kurullarının bilgisi ve isteği dışında yapılıyor. Ayrıca seçilmiş kurullarımızın bilgisi dışında tüm süreç düzenleniyor. Üzülerek ifade etmeliyim ki, eğitimden birinci derecede sorumlu olan fakülte kurulu ve sayın dekanımızın da bu atama sürecinden bilgisi olmuyor. Son 20 ayda Hacettepe tıp fakültesi akademik kadrolarına çok sayıda Profesör ve Doçent ataması yapıldı. Ülkemizin en deneyimli, bilgili ve bilimsel niteliği yüksek öğretim kadrolarından birine sahip bir kuruma geleceğin bilim insanları olarak yetiştirilecek gençler yerine kurum geleneğine uzak meslektaşlar atanıyor. Bölümlere atanan meslektaşlarımızın çoğunun özgeçmişlerine baktığımızda uluslararası bilim dergilerinde yayınladıkları makale sayısı, bu makalelere yapılan atıflar ve h-faktörü gibi evrensel bilimsel sayısal kriterleri, atandıkları bölümlerdeki öğretim üyelerinin sayısal kriter ortalamalarının çok altında olduğu görülmektedir. Ayrıca sayısal olmayan bazı ölçütler açısından da (bilim camiasında tanınırlılık doğuran istikrarlı bilimsel çalışma yapmak, uluslararası düzeyde saygınlık yaratan yüksek etki faktörlü yayın yapmak, saygın bilim dergilerinin editörler kurulunda olmak ve saygın bilim derneklerinde sorumlu düzeylerde çalışmak gibi..) atandıkları bölümlerde çalışan öğretim üye ortalamaları ile kıyaslanamayacak bir düzey söz konusudur. Prof. ve Doçente ihtiyaç olmayan bölümlere bilimsel açıdan ilgili bölümün ortalamasının altında bilimsel ölçütlere sahip meslektaşların atanmasının anlamı camiamızda merakla tartışılmaktadır. Atamalarda kurumumuzda bugüne kadar uygulanan uluslararası akademik değerlerin yerine hangi ölçütlerin kullanıldığı da tartışmanın en temel noktasıdır.

Kurumumuza dışarıdan öğretim üyesi atanmasına kategorik olarak karşı çıkılması kabul edilebilir bir yaklaşım değildir. Ancak atanacak adayların bilimsel düzeylerinin yüksek olması en önemli beklentidir. Mümkünse, ülkemizde ilgili alanda çalışan en seçkin bilim insanları arasından atanacak öğretim üyesi seçilmelidir. Bu seçimi yapacak olan jüriler ilgili alanın bilimsel açıdan en saygın öğretim üyelerinden oluşmalıdır. Jürilerin oluşturulma yöntemi ve jürilerin bilimsel kalitesi uygun seçim için en önemli güvencedir. Bu konuda şaibe doğuran yöntemleri kullanmamak yöneticilerin sorumluluğundadır. Benzer olumsuzlukları önlemek için tüm atamaların akademik kurulların doğrudan içinde olduğu tartışma ve karar süreçleri ile düzenlenmesi gerekir. Evrensel üniversite değerlerine uygun bir tartışma ortamı en acil ihtiyacımızdır.

Sayın Hocam,
Atamaların birçoğu doğrudan sizin istek ve inisiyatifinizle yapılmaktadır. Bu atamaları yapmak var olan yasalar çerçevesinde yasal olabilir. Ancak, akademik değerler ve teamüller çerçevesinde düşünüldüğünde bu atamalarda kullanılan yöntemin meşruiyeti son derece tartışmalıdır. Ayrıca rektör olarak size bu hakkı veren yasanın 12 Eylül sonrasının faşist ikliminde yapılan bir yasa olduğunu hatırlatmak isterim. Demokratik ve özerk üniversite idealine yaklaşmaya çalışan, karar süreçlerine katılımı artıran ve fakültemizde bilim ve eğitim ortamını güçlendiren uygulamaları beklememizin hakkımız olduğu kanısındayım.

Sayın Hocam,
Hacettepe Tıp Fakültesinin
– kurum kimliğini zedeleyen,
– yüksek kalitedeki eğitim düzeyini bozan ve
– bilim üretimi ortamını olumsuz etkilediğine inandığım

bu tür atamaları durdurmanızı rica ediyorum.

Saygılarımla.

Prof. Dr. Okan Akhan
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi
Radyoloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

Heybeliada’da sağlık isyanı

Heybeliada’da sağlık isyanı
15 Ağustos 2013,
http://www.yurtgazetesi.com.tr/saglik/heybeliadada-saglik-isyani-h40320.html

Heybeliada’da hastane bulunmaması nedeniyle geçtiğimiz pazar günü, bir gencin ölümden dönmesi Heybeliada halkını ayaklandırdı.

heybeliadada_saglik_isyani_15.8.13_YURT_Gazetesi_portali

İSTANBUL – Heybeliada’da hastane bulunmaması nedeniyle geçtiğimiz pazar günü, bir gencin ölümden dönmesi Heybeliada halkını ayaklandırdı.

22 yaşındaki Ali Mert Baltacı adlı genç, Pazar günü sabaha karşı evinde kaza geçirdi. Baltacı, vitrin camının kolunun atardamarını kestiği kaza sonrası arkadaşları tarafından önce eczaneye götürüldü. Ancak burada Ali Mert Baltacı’nın bayılması üzerine arkadaşları, genci adadan İstanbul’daki hastanelere götürmesi için 112 ACİL’i aradı. Ancak bu kez de deniz ambulansının mazotu olmaması nedeniyle genç, adadan ayrılamadı.

POLİS ‘ARABA KAN OLUR’ DEDİ

Son şans olarak adadaki Deniz Lisesi’nin revirine gitmek isteyen Baltacı’nın arkadaşları, polisten yardım istedi. Ancak iddialarına göre polis, ‘araba kan olur’ diyerek yardım etmeyi reddetti. Kendi imkanlarıyla Baltacı’yı askeri revire ulaştırmayı başaran arkadaşları, yaralı gence ilk müdahalenin burada yapılmasını sağladı.

KOLUNU KAYBETTİ

Daha sonra bir tekne bulunarak İstanbul’a getirilen ve Kartal Koşuyolu Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne yatırılan Baltacı, geç müdahale nedeniyle kolunu kaybetti. Gencin hayati tehlikesi de sürüyor.

“NEDEN HASTANE YOK?”

Heybeliada halkı Cuma günü saat 14.00’te İlçe Sağlık Müdürlüğü önünde eyleme hazırlanıyor. İstanbul ‘un göbeğinde ve en turistik beldelerden biri olan Adalar’da yıllardır hastane olmaması, sadece Büyükada’da bir polikliniğin bulunması büyük tepki topluyor. Sağlık bakanlığı yetkilileri ise sosyal medya birimlerinin bulunduğunu ve sağlık hizmetleri ile ilgili her şikayetin takip edilip değerlendirildiğini belirtti.

TWİTTER’DA HASHTAG OLUŞTURDULAR

Twitter’da da hashtag oluşturan Heybeliada halkı seslerini duyurmaya çalışıyorlar.#heybeliadayahastaneistiyoruz hashtagi altında birçok twitt paylaşıldı.

ASIL KATİL AKP’nin ÖZELLEŞTİRMECİ SAĞLIK POLİTİKALARI


ASIL KATİL AKP’nin ÖZELLEŞTİRMECİ SAĞLIK POLİTİKALARI 

Dostlar,

Üyesi olduğumuz yasal meslek örgütümüz Türk Tabipleri Birliği’nden ulaşan
çağrı ve iletiyi paylaşmak istiyoruz.

Başta Hekimlere olmak üzere sağlık çalışanlarına dönük ŞİDDET (Cinayetler!) bitmek bilmiyor..

  • Başbakan RT Erdoğan ağzını açmıyor??!

Tersine halkı sağlık çalşanları aleyhine kışkırtan konuşmaları basında çıkıyor..

  • Sağlık Bakanı Dr. Mehmet Müezzinoğlu dilini yutmuş..
    “dayak yediğinizi kimseye duyurmayın”
     genelgesi yayınlıyor.!?

Artık makyajı dökülen cilalı sağlık hizmetlerinin acı içyüzü ile karşılaşan yurttaş,
kendine kesilen faturayı, önüne gelen sağlık çalışanına ciro ediyor.

Oysa asıl sorumlu olan, İktidarın Küreselleştirmecilerin (=yeni emperyalistlerin!) güdümünde izlediği özelleştirmeci -piyasacı – yurttaşı müşterileştiren
vahşi sağlık politikaları..

Süslü adı ise SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM!

Majestelerinin basını da huşu içinde derin sadakatle kör – sağır ve dilsiz..

  • Peki, akan kanların, solan yaşamların hesabını kim verecek ??

Lütfen aşağıdaki hazin çağrıyı özenle okur ve ne yapılabileceğini siz de
düşünür müsünüz??

Sevgi ve saygı ile.
15.8.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

TTB_internet_bulteni

Sayın AHMET SALTIK

Daha on gün önce 4 Ağustos günü Iğdır’da saldırıya uğrayan meslektaşımızla ilgili olarak bir basın açıklaması yaptık. Bu on gün içinde Çorum’dan Uşağa, Konya’dan Mersin’e, İstanbul’dan Hakkari’ye  asistan hekim, aile hekimi, acil hekimine saldırı haberleri gelmeye devam etti. Bakanlığın “dayak yediğinizi kimseye duyurmayın” genelgesine, hastane yöneticilerinin “sesinizi çıkarmayın” baskılarına rağmen örtülemeyen, saklanamayan bir yoğunlukta şiddet devam etmektedir. Son olarak Hakkari Yüksekova’da Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Dr. Soner Pul’un 50 kişi tarafından acımasızca darp edilmesi, sorunun ciddiyetini bir kez daha gözler önüne sermiştir.Başka Ersinler kaybedilmesin diye kurulduğunu düşündüğümüz ve önemsediğimiz  TBMM Sağlık Çalışanlarına Yönelik Artan Şiddeti Araştırma Komisyonu raporunu Ocak ayında yayınlanmıştır. Komisyonun kurulması için verilen önergelerde son yıllarda artış gösteren doktorlara şiddet içerikli saldırıların toplumsal bir sorun haline geldiği saptaması yapılmıştır. Sağlık sistemindeki sorunların tek nedeninin doktorlar olduğunun yetkililerce ifade edilmesinin doktorları hedef haline getirdiği vurgulanarak yaşanan güvenlik sorunlarının nedenleri ile çözüm yollarının araştırılması istenmektedir. Türk Tabipler Birliği, Dr. Ersin Arslan’ın ölümünden hemen sonra gerek Sağlık Bakanı ile yapılan görüşmelerde gerekse TBMM’deki ilgili komisyona yaptığı sunumlarda değerlendirmelerini aktarmıştır.

Komisyon raporunda şiddetin nedenleri içinde kurumsal faktörler olarak;

– çeşitli alanlarda tahsil edilen katılım paylarını,
– hastaya ayrılan sürenin yetersizliğini,
– SABİM’in uygulanma şeklini,
– sağlık çalışanlarının sayısal yetersizliği ve dengesiz dağılımını,
– Sağlık Bakanlığı’nın şiddet konusunda temel bir politika oluşturmamış olmasını,
– mevcut uygulanan şekliyle performansa dayalı ödemeyi sıralamaktadır.

Bu saptamalardan sonra Komisyon kurumlarda risk değerlendirmelerinin yapılmasını, sağlık personelinin dağılımının gözden geçirilmesini, SABİM’in bir şikayet değil iletişim merkezi olarak işlev görmesinin sağlanmasını, yöneticilerin ve siyasetçilerin şiddeti kınayan ve sağlık çalışanlarının verdiği hizmetin vazgeçilmezliğini vurgulayan söylemler geliştirmesini, Türk Ceza Kanunu’nda caydırıcı yönde düzenlemeler yapılmasını önermektedir.

Önermektedir de rapor yayınlandığından bu yana aradan geçen yedi ayda bu değerlendirmeler ve öneriler hakkında hangi adımlar atılmıştır? Nu yazık ki kayda değer düzenlemeler ve tavır değişiklikleri olduğunu söylemek imkansızdır. İlgili Araştırma Komisyonu’nun Başkanı, şimdi TBMM Sağlık, Aile, Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonu Başkanı Dr. Necdet Ünüvar sağlık çalışanlarına yönelik şiddeti daha caydırıcı hale getirecek düzenlemenin “yetiştirilemediğini” ifade etmektedir.

Sağlık Bakanı’ndan ses yoktur.
Hekimlerin, sağlık çalışanlarının başına çorap ören,

  • sağlığı gitgide daha fazla paralı hale getiren yasalar torbalara doldurulup çıkarılırken

şiddeti önleyecek yasa bir türlü “yetişmemektedir”! Şiddeti önleyecek sahici işler yapılmazken, saklamaya yönelik genelgeler yayınlanmaktadır.

Türk Tabipler Birliği’nin şiddetin nedenleri ve önlenmesine yönelik çalışmaları görmezden gelinmektedir, anladık ama TBMM’nin hazırladığı raporun yok sayılması içler acısıdır. Aylarca süren çalışmalar raflarda durmaktadır, sağlık çalışanlarının beklentileri boşa çıkmaktadır.

Çok söyledik, duyarlar mı bilmiyoruz, ama başka Ersinler ölmesin (Gaziantep’te sırtından bıçaklanarak öldürülen Op. Dr. Ersin Arslan) diye, gencecik hekimler vahşice dövülmesin diye, insanca ortamlarda çalışıp nitelikli sağlık hizmeti sunalım diye TBMM’ni, Sağlık Bakanlığı’nı göreve çağırıyoruz:

Hazırladığınız raporun gereğini yapın.

Sağlıkta şiddeti önlemek için sahici adımlar atmaya başlayın.

Yarın çok geç olmadan

Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi

Hızlı iklim değişikliği


Sayın Prof. Dr. D. Ali
Ercan’dan               :

Portresi_gulumseyen

Hızlı iklim değişikliği

Stanford  Üniversitesi  Araştırması

  • “İklim, son 65 milyon yılda olmadığı ölçüde hızlı  değişiyor.” 

Bu açıklama ABD’nin Stanford Üniversitesinin hazırladığı bir raporda
yer alıyor. Yapılan araştırma  Today’s 
Science dergisinde yayımlandı. Araştırmada görev alan Christopher Field  yaptığı açıklamada  “Küresel ısınım bu yüzyıl içinde 1,5  derece  artacak olursa hız daha önce görülenden 10 kat daha fazla olacak. Ancak sıcaklık artışını bu düzeyde tutmak için bile sera gazları salımında çok büyük azaltma gerekli.”
dedi.

Field devamla, 

“Eğer dünya sera gazı emisyonlarını azaltmadan mevcut haliyle kalırsa ve küresel sıcaklık 5 derece artarsa, değişimin ilerleme hızı geçmiştekinden
en az 50, hatta 100 kat daha çok olacak.”
diyor. Burada geçmiş olarak tanımlanan süre 55 milyon yıl……  Field “Gezegen 65 milyon yıldır böyle hızlı  bir değişim yaşamadı, İnsanlık böyle bir şeye tanık olmadı.” diyor.….

SCIENTIFIC AMERICAN

Arctic ice melting

NASA Kuzey Denizi’nin en kalın parçasında çok hızlı erime tepit etti.
(NASA Goddard Space Flight Center)

———

Today’s Climate Change Proves Much Faster Than Changes
in Past 65 Million Years

By Anne C. Mulkern and ClimateWire

The climate is changing at a pace that’s far faster than anything seen in 65 million years, a report out of Stanford University says. The amount of global temperature increase and the short time over which it’s occurred create a change in velocity that outstrips previous periods of warming or cooling, the scientists said in research published in today’s Science.

If global temperatures rise 1,5 degrees Celsius over the next century, the rate will be about 10 times faster than what’s been seen before, saidChristopher Field, one of the scientists on the study. Keeping the temperature increase that small will require aggressive mitigation, he said.

If the Earth stays on its current course without reversing greenhouse gas emissions, and global temperatures rise 5 degrees Celsius, as scientists say is possible, the pace of change will be at least 50 times and possibly 100 times swifter than what’s occurred in the past, Field said. The numbers are imprecise because the comparison is to an era 55 million years ago, he said.

“The planet has not experienced changes this rapid in 65 million years,” Field said. “Humans have never seen anything like this” Field, in the school’s Department of Global Ecology with the Carnegie Institution for Science, and Noah Diffenbaugh, an associate professor of environmental Earth system science, reviewed and synthesized existing research on climate change for a special issue of Science: “Natural Systems in Changing Climates.”

They looked at climate events or major transitions that have happened on Earth since the extinction of the dinosaurs. Those include the period when the Earth emerged from an ice age. Temperatures then increased between 3 and 5 degrees Celsius, similar to the amount scientists say is possible with ongoing climate change. But that change happened over about 20 thousand  years, the scientists said, and not decades as is happening now.

They also looked at a period when global temperatures dropped 11 to 12 degrees over a period 52 million to 34 million years ago.

“That’s a larger change in global temperature than what’s likely to occur over the next century, but it happened over 18 million years,”  Diffenbaugh said. “So it was a high-magnitude but relatively low-rate event. “We find periods of Earth’s history where the global temperature change was of similar magnitude, but the rate was an order of magnitude slower.”

Ecosystems shifting a yard a day
The changes that are expected ahead will happen much faster than the rate at which species and ecosystems typically are able to adjust, Field said.Plants  and animals essentially would need to move about 1 yard each day farther north or higher in elevation to maintain the conditions they prefer, Field said. While farmers and others can shift where they grow crops, Field said, it’s different for a butterfly or a maple tree. “Maple trees are not good at moving,” Field said, adding, “You don’t have forests moving over long distances very, very fast.”

Trees can shift over time when seeds are blown and squirrels carry acorns, but it typically is not that rapid, he said. The fastest that trees have had to move in the past was tens of meters per year. That’s known from pollen records, he said. “We actually don’t have any good examples of them moving as fast as they’ll need to in the future because the climate zones haven’t moved that fast” Field said.

At the same time, species and plants will be affected by other human-induced changes, the paper said.

“In responding to those rapid changes in climate, organisms will encounter a highly fragmented landscape that is dominated by a broad range of human influences,” the study said. “The combination of high climate-change velocity and multidimensional human fragmentation will present terrestrial ecosystems with an environment that is unprecedented in recent evolutionary history.”

Japon halkı : NÜKLEER TEKNOLOJİSİ İHRAÇ ETMEK İSTEMİYORUZ


Dostlar,

Japon halkı Fukuşuma Nükleer felaketinden bu yana (A.S: 11.3 2011)
her cuma Tokya’da Ulusal Parlamento’nun karşısına gidip nükleer karşıtı
gösteri düzenliyor.

Saygıdeğer Japon kamuoyu da,

  • “NÜKLEER TEKNOLOJİSİ İHRAÇ ETMEK İSTEMİYORUZ!”

demekteler.. Türkiye ise gözü kapalı çok tehlikeli serüvenlere sürükeniyor.
Bu gidiş durdurulmalı..

Sevgi ve saygı ile.
13.8.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
NÜSED Üyesi (Eski 2. Başkanı)
www.ahmetsaltik.net

 =========================================

Japon halkı : NÜKLEER TEKNOLOJİSİ İHRAÇ ETMEK İSTEMİYORUZ!

Türkiye’nin 3. Nükleer Santralın inşaatı için görüştüğü Japonya’dan gazete ilanı ile
uyarı geldi.

GAZETECİLER.COM – “Bir gün nükleer enerji sizi de evinizden sonsuza dek uzak bırakabilir.” Türk gazetelerine ilan veren Japonlar, “Büyük risk nedeniyle ülkemizin nükleer teknoloji ihraç etmesini de istemiyoruz.” diyor.

Nükleer santral sahibi ülkeler arasına katılmak isteyen Türkiye’ye
Japonlardan uyarı geldi.

“Mahallenizden, uzak kalmak, zehirlenmek istemiyorsanız,
nükleere karşı çıkın”.

İLANI JAPON FOTOMUHABİRLERİ VE GAZETECİLERİ VERDİ

Deneme

Bugün Hürriyet’e verilen bir ilan dikkat çekti. İlanı veren Days Japan, Japonya’da fotomuhabiri ve gazetecilerden oluşan bir dernek. Yarım sayfalık ilan Nükleer’in zararlarından bahsediyor. Fukuşima‘da yaşanan nükleer felakete dikkat çekiyor.

“Fukişima’ya komşu kasaba ve köylerde yaşayan çocukların yarısının
açık havada oyanmasının zararlı olduğu”
nun altını çizen ilan,
Nükleer Santralda her gün 400 ton radyo aktif su biriktiğini söylüyor.

NÜKLEER SİZİ DE MAHALLENİZDEN UZAK BIRAKABİLİR

İlanda 150 bin kişinin evini terkederek geçici barınaklarda yaşadığını vurgulayan Japonlar, Türk halkına şu soruyu soruyor: “Bir gün nükleer enerji sizi de mahallenizden sonsuza dek uzak bırakabileceğinin farkında mısınız?” 

NÜKLEER TEKNOLOJİSİ İHRAÇ ETMEK İSTEMİYORUZ

Türkiye’nin üçüncü nükleer santralının inşaası için görüştüğü Japon Teknolojisi ile ilgili bir uyarı var. İlanın başlığı “Japon halkı, yaratabileceği olağanüstü tehlikeler nedeniyle Japonya’nın nükleer teknoloji ihraç etmesine karşı.” 

Japon halkı Fukuşuma Nükleer felaketinden bu yana (A.S: 11.3 2011)
her cuma Tokya’da Ulusal Parlamento’nun karşısına gidip nükleer karşıtı
gösteri düzenliyor.
(http://www.gazeteciler.com/gundem/japon-gazetecilerden-turkiye-ilanli-uyari-69253h.html)

HASTAYI AVUCUNDAN TANIYAN SİSTEM


Dostlar
,
İletişim ve Bilişim Devrimi dev adımlarla ilerlemekte.Bankalar son birkaç yıldır, “tek parmaktan biyometrik kimlik doğrulama” ile bankamatiklerden yüksek güvenilirlike işlem yapmaktalar.
Gözden (retinadan) kimlik tanıyan sistemler de halen kullanımda..
Belki bu sistem daha “estetik” (!)..
Benzetmek uygun ise, otoyollarda OGS yerine HGS gibi..
SGK’nın bu son teknolojik atılımı ile sistem iyice denetim (zapt-u rapt) altına alınmış oluyor. Uçan kaçan olmayacak ya da uçan kaçan atlanmayacak.
Anayasa’nın 60. maddesinde yazan “HERKES SOSYAL GÜVENLİK HAKKINA SAHİPTİR…” buyruğu, PRİM= EK VERGİ koşuluna iyice perçinlenecek.
 
Bir moneter (parasal) önlem daha..
Sanki SGK açıkları salt bu tür moneter sıkıyönetim önlemleriyle denetlenebilecek?!
SGK açıklarının ana nedenini bu tür yolsuzluklar gibi sunma çabası bir yana..
Temel neden sermayenin doymayan kâr hırsı ve buna ikincil
  • KORUYUCU SAĞLIK HİZMETLERİNİN BİLEREK VE İSTEYEREK SAVSAKLANMASI..
Sistem her boyutuyla (beslenme, hava, su, ulaşım, işsizlik, yoksullaştırma, şiddet,…) hastalık üretecek, özel sağlık sektörü de vergilerle değil ek vergilerle = primlerle
yüksek kazançlı, ikamesiz sağaltıcı (tedavi edici) sağlık hizmeti sunacak!?Bu arada kamu, alanı giderek özel sektöre boşaltacak, salt göstermelik düzenleme ve denetleme ile uğraşıyor görünecek.Ama çok önemli bir nokta var ki;

  • Devlet, primleri = ek sağlık vergilerini özelleştirdiği sağlık sektöründe
    serbest piyasada hizmet sunan ile hizmet alan (=müşterileştirilen yurttaş) arasında Borçlar Yasası (ve türevleri) rejimi kapsamında al-ver düzenine bırakmadan, sermayenin sopalı tahsildarlığı ile kendisi toplayacak (5510 sayılı yasa md. 81 ve 88) ve de özel sektöre “güvenceli” olarak sunacak..
    Sert gelebilecek bir söylemle, sermayenin kendisine yüklediği – biçtiği
    bu tahsildarlık işlevini de kuzu kuzu yerine getirecek..
  • Halkın devleti elden çıkmış; sermayenin despot sömürü aracına dönüştürülmüş..
Kapitalist kurgu (sistem) gerçekten pek yaman..
Tarihsel kısa – orta erimde şapka çıkarıyoruz..
Ya uzun erimde ??
  • Sermayeci (kapitalist) olmayan halktan yana (sosyal) bir düzende sosyal güvenlik kurumunun açığı diye bir şey olmaz..
  • Herkes gücü yettiğince vergi öder, kamunun vergi karşılığı temel görevi olarak kamusal sağlık hizmetinden de yararlanır.
Sistem maksimum kâr temelli (güdümlü!) olmayıp, koruyucu sağlık hizmeti odaklı olduğundan, maliyetler ödenebilirdir, sistem ahlakidir, insancıldır, etkindir.
Çünkü hastalık – hastalandırma ve üzerinden maksimum kâr değil;
koruma – erken tanı, dolayısıyla ekonomik ve etkili sağaltım.. giderek
“sağlıklı toplum” (Eric Fromm‘a saygı ile..) erekli ve hedeflidir
SGK’nın bitmeyen – bitmeyecek açığı,
kapitalist sistemin hastalıklı yapısının kaçınılmaz ürünüdür.
Sağaltım için ön koşul doğru tanıdır..
Ne diyordu Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK,
  • “Devlet olma savındaki siyasal kuruluşların EN BİRİNCİ görevi 
    halkın sağlığıdır .”
Fantastik görünen ve nedene değil belirtilere odaklı moneter “çözümler” (?),
sistemdeki hastalığı hiçbir zaman iyileştirmeyecektir.
“HASTAYI AVUCUNDAN TANIYAN SİSTEM” haberi aşağıda..
İştahınız, heyecanınız kaldı ise okuyabilirsiniz..
Sevgi ve saygı ile.

12.8.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

========================================

Ankara Tıp’ta yİne bİr İlk :

Hastayı avucundan tanıyan sistem

Nüfus cüzdanıyla başvurularda ortaya çıkan usulsüzlüklerin ortadan kaldırılması amacıyla uygulamaya sokulacak hastayı avuç içindeki damarlardan tanıyacak sistem, İntibak Yasası ile resmiyet kazandı.
İlk olarak 1 Temmuz’da özel hastaneler için başlayacak sistem,
kamudaki tek pilot uygulamanın yapıldığı Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi
Cebeci Kalp Merkezi‘nde sorunsuz işliyor.Ankara Tıp’ta yine bir ilk; Hastayı avucundan tanıyan sistem (19.03.2012)
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekan Yardımcısı Prof. Dr. Atilla Aral,
sağlık kurumlarına başvuran hastaların işlemlerinin halen kimlik numarasıyla yapıldığını, ancak bunun kimi sorunlara neden olduğunu belirterek,
biyometrik yöntemlerle kimlik doğrulamasının “İntibak Yasası” ile
tüm sağlık kurumları için zorunlu kılındığını söyledi.Usulsüzlükleri ortadan kaldıracağı düşünülen “avuç içi damar tanıma sistemi” nin,
1 Temmuz’dan başlayarak ilk olarak özel sağlık kurumlarında uygulanacağını
ifade eden Prof. Dr. Aral, uygulamanın daha sonra üniversite, ardından da
Sağlık Bakanlığı hastanelerini kapsayacağını anlattı.İlk pilot Uygulama Ankara Tıp’taSosyal Güvenlik Kurumu (SGK) ile görüşmeler sonucu, sisteminin kamu hastanelerindeki ilk pilot uygulamasının, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Cebeci
Kalp Merkezi’nde başlatıldığını belirten Aral, uygulamayla ilgili şu bilgileri verdi:”Kimlik numarasıyla yapılan usulsüzlükleri engellemek amacıyla SGK’nın yeni güvenlik sistemi olarak geliştirdiği avuç içi damar tanıma sistemi, damar yapısı üzerinden çıkarılan kişisel biyolojik şifreyle işlem yapılmasını sağlayacak.
Bu sistemle hastalar sağlık kurumlarında başvurularında hem kimliklerini sunacak
hem de kendilerini avuç içi damar tanıma sistemiyle tanıtacak.

Sisteme nasıl kayıt yaptırılacak?

Bir kişinin daha önce sistemde kaydı yoksa aygıta her iki elinin avuç içindeki
damar bilgileri okutularak kaydı yapılacak. Daha sonraki başvurularında da
kimlik doğrulaması için tek elinin cihaza okutulması yeterli olacak.
Sistem onay verdiğinde hasta sağlık hizmetinden yararlanabilecek.”

“Sistemin hatasız işleyebileceğini gösterdik”

Hastanın avuç içi damar bilgileri SGK’nın Medula sistemine kaydolduğu için bir
başka sağlık kurumuna başvurduğunda da kimlik doğrulama yapılabileceğini anlatan Aral, pilot uygulama kapsamında sisteme ilk kaydın 27 Haziran 2011’de yapıldığını bildirdi.

“Her iki elin kaydının yapılması için 43 saniye yeterli oldu”Prof. Dr. Aral, şu değerlendirmelerde bulundu:
“Hastanemizdeki pilot uygulama sırasında bugüne dek toplam 2 bin 97 hastanın
kimlik kaydı yapıldı. Her iki elin kaydının yapılması için 43 saniye yeterli oldu.
2 bin 641 hastanın da kimlik doğrulaması yapıldı. Bunun için gerekli olan süre ise
3 saniyenin altında. Şimdiye dek sorunsuz işleyen sistemden hastalarımız da
çok hoşnut. Tedirginlik yaratacak hiçbir durum yok. Hastanemizdeki pilot uygulamayla
bu sistemin hatasız işleyebileceğini gösterdik.”Sistemin sağlık kurumları için büyük bir maliyet getirmediğini vurgulayan Aral, uygulamanın güvenilirliğinin parmak izinden daha çok olduğunu vurguladı.“Hata payı milyonda birden daha az”

Sistemin kurulmasında görev alan bilgisayar mühendisi Güçlühan Kuzkaya da

kimlik doğrulamada en güvenilir biyometrik sistemin, avuç içi damar tanıma sistemi

olduğunu söyledi. Bunun kişiyi tanımlamaya değil doğrulamaya yönelik bir sistem olduğunu anlatan Kuzkaya,

“Cihaz kızıl ötesi )infra red – IR) ışınlarla avuç içindeki damarları görüntülüyor ve
bu sisteme kaydediliyor. Hasta tekrar başvurduğunda elini cihaza okuttuğunda
sistem hastayı avuç içindeki damarlarından tanıyor. Hata payı milyondan birden
daha az.” şeklinde konuştu.Bir hastanın sisteme kaydı için tek ele sahip bulunmasının yeterli olduğunu kaydeden Kuzkaya,”Her iki eli de olmayan hastalar için sisteme kayıt zorunluluğu yok.
Zaten bu hastaların durumları SGK’nın sisteminde gözüküyor.” diye konuştu.

Hiroşima ve Nagazaki Unutulmaz !.


Dostlar,

Sayın Prof. L. Çakmakçı hocamız Ankara Üniv. Mühendislik Fakültesi’nde
Gıda Mühendisidir. “Hiroşima ve Nagazaki Unutulmaz !” başlıklı çok öğretici yazısı elimize ulaştı. 6 ve 9 Ağustos 1945 günleri, bilindiği gibi Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan 2 atom bombasının tarihleridir. Bu konuda sitemizde bir yazımızı bulacaksınız.

HİROŞİMA ve NAGASAKİ VAHŞETİNİN 68. YILI
(
http://ahmetsaltik.net/hirosima-ve-nagasaki-vahsetinin-67-yili/, 6.8.13)

Sevgi ve saygı ile.
Pertek – Tunceli, 11.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==================================

Hiroşima ve Nagazaki Unutulmaz !.

portresi

Prof. Dr. M. Lütfü Çakmakçı
ADD Bilim Kurulu Üyesi

I. Dünya Savaşı sırasında Avrupa’da yer alan Devletlerin birbirleri ile mücadele etmesinden yararlanan Japonya, Almanya’nın Büyük Okyanus’taki sömürgelerini ele geçirmiştir.

Çin’den de önemli ayrıcalıklar elde eden Japonya 20. yüzyılın başlarında güçlü bir imparatorluk haline gelmiştir.

Japonya’nın bu politikasına son vermek isteyen ABD, petrol ambargosu uygulayarak, Japon ekonomisini yıpratmaya çalışmıştı. Bu ambargoyu diplomasi yoluyla çözemeyen Japonlar, Amiral Yamamoto’nun yaptığı plana bağlı olarak
7 Aralık 1941’de Hawaii Takımadalarındaki Pearl Harbour deniz üssünde bulunan ABD savaş gemilerine saldırdı. Bu saldırıda ABD 14 gemisini, 350 uçağını kaybetti. (Pearl Harbour baskını!)

Bunu izleyerek Japonya-ABD ilişkileri sertleşti. ABD Başkanı Henry Truman,
26 Temmuz 1945 günü Japonya`nın koşulsuz teslim olmasını isteyen
Potsdam Deklarasyonu`nu yayınladı.

Hiroşima`ya atom bombası atılmadan iki hafta önce New Mexico kentinde
atom bombasının ilk denemesini yapan ABD, Japonya’nın deklarasyonu reddetmesi üzerine nükleer saldırı emrini verdi.

Truman tarafından verilen bu emirle; 6 Ağustos 1945’te, ABD`ye ait bir B 29 tipi bombardıman uçağı ilk atom bombasını Hiroşima kentine attı. 10 000 metre yükseklikten atılan bomba, Hiroşima’nın 580 metre üzerinde patladı.

  • İlk anda 70 000 insan yüksek sıcaklık nedeni ile buharlaştı.

Hiroşima’nın bilançosu; ilk beş yılda 200 000 insanın ölümü,
on binlerce insanın da engelli kalmasıydı.

Plütonyum bombası ise 9 Ağustos 1945’te Nagazaki üzerinde 75 000 kişinin anında kavrulmasına neden oldu. Bunu izleyen beş yıllık süre içinde de
bir o kadar insan can verdi. Hiroşima bu olay ile Dünya tarihine nükleer saldırıya uğrayan ilk kent olarak tarihteki yerini aldı.

Hiroşima’ya atom bombasının atıldığı 6 Ağustos 1945′ten bu yana
68 yılı geride bıraktık.

Ama ne yazık ki insanlık bu kötü ve son derece dehşet verici olaya rağmen silahlanma yarışını sürdürmektedir.

İnsanın bir anda yanıp kül olmasına, izleyen yıllarda, atılan atom bombasının yarattığı radyasyon etkisi nedeni ile yüz binlerce insanın engelli doğmasına
neden olan bu savaş, insanlık tarihinin en kanlı sayfalarından biri ve
ABD`nin bugüne dek işlediği büyük “savaş suçlarından” biridir.

Savaş tarihine bir “savaş suçu” olarak maalesef düşülmedi. “Güçlü, her zaman haklıdır” düşüncesi egemen oldu. Ama insanlık tarihinde emperyalistlerin
ne denli acımasız ve doyumsuz olduklarının kanıtı ve insanlık ayıbı olarak,
bugüne dek unutulmadı ve bundan sonra da unutulmayacaktır.

Devletler tarihinde her olumsuzluğun yanında gelişmeyi teşvik eden öyküler de
yer almaktadır. Örneğin çok kez “mucize” olarak adlandırılan, harpten yenik çıkan
ve yerle bir olan Japonya’da Japon mucizesi gerçekleşmiştir.
Japon toplumu, Batılılaşmayı bilim ve temel eğitime verdiği önemle ortaya koymuştur. Japon milleti bilgi edinmeye ve bilgisini genişletmeye meraklıdır.
Japon insanı yaşamı boyunca eğitimini sürdürmektedir.

Bir başka anlatımla Japon milleti sanki Atatürk’ün “Hayatta en hakikî mürşit ilimdir” ifadesindeki gerçeği kavramış ve uygulamaya koymuştur.
Günümüzde günlük Japon gazete tirajının 61 milyona ulaştığı, her yıl ABD’de olduğu gibi 30.000 kadar yeni kitabın basıldığı ve 150.000 kadar kitabın da
2. Dünya Savaşı’ndan bu yana Japonca’ya tercüme edildiği görülmektedir.
Bu nedenle Japonya, bilginin sermaye olduğunu keşfeden ülkelerin başında gelmektedir. Ancak bunun rastlantı olmadığını anlamak ve Japonların harap olmuş ülkelerini kısa zamanda nasıl kalkındırdıklarını incelemek gerekir.
Bunu Ülkemizi 1984 yılında ziyaret eden Japon heyetinin gözlemlerinde aramakta yarar bulunmaktadır.

Japon heyeti, yurdumuzun bazı bölgelerinde gerekli incelemelerini yaparlar.
Sonra Bakanlıkta toplanırlar. Heyetin saptaması ilginçtir:

“Sizin çocuklarınızda milli şuur yok.”

Bizimkiler şaşırır, “Bizim çocukların damarlarındaki kan milli duygumuzun kaynağıdır.” derler, fakat yine de fazla ses çıkarmazlar.
Ne de olsa Japon heyeti konuktur!..

Bizimkiler sorar, “Sizin gençlerinizde milli şuur var mıdır? Neler yapılması gerekir?”
Japon uzmanlar anlatmaya başlar: “Çocuklarımız daha ilk mektebe başlamadan
biz onlara ‘şok testler’ uygularız. Mesela uçak gibi hızlı giden trenlerimize bindirir,
bir tur yaptırırız. Çok katlı yollardan da geçen tren, onları şöyle bir sarsar.
Mini mini çocuklarımız teknolojinin bu baş döndürücü sonucunu görerek şok olurlar. Bu şoktan sonra onları Hiroşima’ya götürürüz. Bölgeyi aynen koruyoruz. Bombalanmış bu bölge hakkında bilgilendirir; hiçbir bitkinin yeşermediğini gösteririz.

Ve deriz ki, “Eğer sizler çalışmaz, sizden öncekileri geçmezseniz, vatanınız işte böyle düşmanlar tarafından bombalanır. Hiçbir canlının yaşamayacağı biçimde
size bırakıp giderler. Çalışırsanız, bindiğiniz hızlı trenleri bile geçecek yeni vasıtalar yaparsınız. Gerisi sizin bileceğiniz iş.”

Burada, Japon insanına gösterilen hedefin, verilen değerin anlaşılması gerekir.

Atatürk’ün Cumhuriyet’i kurduktan sonra ‘Kıvılcım olarak gidecek, volkan olarak döneceksiniz’ diyerek yurt dışına eğitime gönderdiği 700 kişiye gösterdiği hedeften neden uzaklaştığımız irdelendiğinde, yitiklerimizin büyüklüğü
ortaya çıkacaktır. Ayrıca günümüzde önümüze konan 4+4+4 eğitim sisteminin
bizi götüreceği yolun anlamsızlığını da anlama olanağı verecektir.

Japonya’da lâik eğiliminin, Batı dünyasına göre en az üç yüzyıl daha önce başlaması, ülkenin bilim ve teknolojideki gelişmesini hızlandırılmıştır.

Emperyalist ülkeler ise işgal ettikleri ülkelerde “DEMOKRASİ İNSAN HAKLARI SÖYLEMLERİ” ile sömürülerini sürdürmekte, dünyayı açlığa, susuzluğa
mahkûm etmektedirler.