Kategori arşivi: Hekim Saltık

Rektör İçin 5001. İmza…


Rektör İçin 5001. İmza…

Prof. Dr. TÜLAY ÖZÜERMAN 

Cumhuriyet 13.09.2013


Ergenekon davası
nedeniyle 17 Nisan 2009’dan başlayarak 4.5 yıldır tutuklu olan ve yapılan son duruşmada (5 Ağustos 2013) 23 yıl hüküm giydirilen İnönü Üniversitesi

eski Rektörü Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu davasında kesin sonuç, Yargıtay tarafından verilecek…

Ancak değerli bilim insanımız kanser hastasıdır ve cezaevi koşullarından
bir an önce çıkarılarak tedavi görmesi gerekmektedir.

Duyarlı vatandaşlar tüm yetkililere “Fatih Hilmioğlu’na Özgürlük Kampanyası” adı altında topladıkları 5000 imza ile sesleniyorlar; tedavisi için vicdani ve haklı gerekçeler ile özgür bırakılmasını talep ederken, rahmetli Kuddusi Okkır’ın trajedisinin tekrar yaşanmaması için çaba gösteriyorlar. Ergenekon tutuklularını ziyaret eden
CHP’li milletvekillerine Hilmioğlu durumunu şu sözlerle özetlemişti.

Fatih_Hilmioglu_portresi

 

  • Darbeye eksik teşebbüs suçundan 16 yıl ceza aldım. Bizi suçladıkları iki şey, 2003’te Jandarma Genel Komutanı’nı ziyaret, bir diğeri de Kent Otel’deki tesadüfi yemek. Düşünebiliyor musunuz, 10 general, 10 rektör yemek yiyor, 3 rektör ve 1 generale ceza veriliyor. 2003 yılında YÖK tasarısı tartışılırken YÖK Başkanı’nın da içinde olduğu bir heyetle her yeri geziyorduk. Askeriyenin de 23 eğitim kurumu var. Onlar da
    söz konusu tasarının paydaşı. Her kuruma gittiğimiz gibi oraya da gittik.
    Biz 7 rektördük ve 10 general vardı. Şimdi bu toplantı örgüt toplantısı olarak değerlendiriliyor. 7 rektörden 3 sanık, 10 komutandan ise sadece
    Şener Eruygur suçlanıyor. Eğer ortada bir suç varsa hepsinin suçlanması lazım. Toplam 17 kişiyiz. 4’ü suçlanıyor, 13’üne kimsenin bir şey dediği yok.
    Bu nasıl eşitlik, bu nasıl adalet?
  • Bir diğer suçlama ise, 3 Mart 2004’te Kent Otel’de yenilen bir yemek.
    Ankara Ticaret Odası’nda bir panele katıldık. Panelde konuşmacıydım. Panelden sonra hep beraber Kent Otel’e gittik, yemek için. Orada da
    Mustafa Balbay, rahmetli İlhan Selçuk ile yemek yiyormuş, masaları birleştirdik, bu yemek örgüt toplantısı oldu. Baştan hükmümüz verilmiş,
    5 yıl boşuna yatmışız. Ayrıca, İnönü Üniversitesi öğrencilerini fişlemek suçundan cezalandım. Suçlama 2003 tarihli, belgesi ise 2006’ya ait.
    Böyle bir şeyle ilgim olmadığını kanıtladığım halde bundan 7 yıl ceza verdiler.”

Kamuoyu Hilmioğlu’nu; rektörlüğü sırasında İnönü Üniversitesi kütüphanesinin girişine yazdırdığı “Atatürk Türkiye’dir; Türkiye Atatürk” yazısıyla ve türbana mesafeli duruşu ile tanımıştı. O süreçte Sayın Hilmioğlu daha sonra başına gelecekleri hayal bile edemezdi, pek çok yurttaşın T.C. ibaresinin kaldırılacağını aklına getirmediği gibi…

Benim en büyük eserim Cumhuriyettir” diyen Atatürk’ü ve Cumhuriyeti kucaklayan bu söz kendisinden sonra kaldırılmış; -yeri boş bırakılırsa tepki daha çok olacağı için şimdilik- Atatürk’ün “Benim manevi mirasım bilim ve akıldır” deyişine yer verilmiştir. Atatürk’ü sahipleniyor gibi yapanların, gerçek sahiplenicileri gönderdiği günümüz sürecinin çarpıcı örneklerinden biridir bu. Bugün Atatürkçü söylemlerle kendilerini alkışlatarak Atatürkçü kadroları tasfiye eden bazı rektörlerin nasıl baş tacı edildiklerini, hatta bazılarının AKP kadroları ile yakın temasta olup, vekillik hayalleri içinde olduklarını duyuyoruz… Atatürkçü kadroları tasfiye için üzerlerinde kurulan baskıya direnemeyenler, telkinle yola getiremedikleri öğretim üyelerini kaçırtmak için kurumlarında onlarla uğraşacak kişilerle işbirliği yaparak tasfiye etme yoluna gidiyorlar.

Kimin ne dediği değil, ne yaptığı önemli… Ne mi diyorum: “Söylediğiniz değil, yaptığınızsınız… Sözleriniz yalnızca sizi kandırır, bizleri değil…” diyorum.
Bugünün konjonktürüne göre uydurulmuş “suç” kavramı ile suçlu muamelesine
tabi tutulanların, hukukun ve adaletin geri çağırılacağı gelecek süreçlerin kahramanları olacağını en iyi Atatürk’ün akıl ve bilimi önceleyen sözlerini yansıtan kurumlarda
yer alanların bilmeleri gerekir. Sayın Hilmioğlu’na, düşüncesi, söylemi, eylemi bir oluşunun vebali ödetilirken seyirci kalarak Atatürkçü olunmaz. Rektörlerin bir araya gelerek, rektörlük yapmış meslektaşlarının göz yumulamayacak durumda bırakılmasına insani ve vicdani olarak itiraz etmeleri gerekmektedir. Bu görev hepsine, (yurttaş olarak hepimize) ama en çok hekim kökenlilere düşmektedir.

Hasta bir insana bugünkü konjonktürü onaylamayan düşünceleri nedeniyle mesafeli durmak, ölüme ilerleyişine göz yummak insanlıkla bağdaşmaz;
hekimlik mesleği ile hiç bağdaşmaz.

  • Yapılması gereken, Sayın Hilmioğlu’nun hastalığının daha fazla ilerlemesinin durdurulması için özgürlüğüne kavuşturulmasıdır.

Bu yazı ile bana ulaştığında 5000 olan imza listesine 5001. imzayı atarken;
durumdan haberdar olup böyle bir talebi haksız bulacak tek bir vicdan sahibi olamaz diye düşünüyorum.

Umarım yanılmıyorum.

12 Eylül Darbesinin Yıldönümünde SAĞLIK KONSORSİYUMLARA KURBAN EDİLİYOR!


Dostlar,

Sağlık hizmetlerinin binası ve personeliyle birlikte tümüyle yerel (ulusal diyemiyoruz!) ve uluslararası sermaye ortaklıklarına (konsorsiyum) devri, SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM masallarının AKP eliyle adım adım uygulamaya konduğu Haziran 2003’ten bu yana 11. yılına girdi. AKP, kendisini iktidar yapan uluslararası güçlerin istemlerini sadakatle yerine getirmeye çabaladı. Politik alanda yer yer başarılı olamadı.. (Kürt açılımı, Suriye’ye savaş açma, 1 Mart 2003 Tezkeresi vb.). Ama ekonomik düzlemde =
rant dağıtımı alanında (yandaşlarına ve uluslararası ortaklarına) doğrusu
son derece atak ve “başarılı” (!) oldu.

11 yılda sağlık giderleri katlanarak büyüdü, devasa SGK açıkları borçlanılarak sübvansiyone edildi. Kamu eliyle yerli – yabancı yandaş sermayeye on milyarlarca dolarlık kaynak aktarıldı, haksız kazanç sağlandı. Ama halkımızı sağlık düzeyi
90. sıralarda kaldı, kıt ulusal kaynaklar talan edildi.

Artık finale gelindi bu alanda. “Tarikatlar koalisyonu”nun, aç kurtları doyurması gerekiyor. İktidarda kalabilmesinin ağır diyetini yine bu yoksullaştırılan halk ödeyecek, ödüyor. Prof. Erinç Yeldan’ın şu saptaması ne denli acı ve yerindedir :

  • “…Sağlıkta Dönüşüm Programı özünde, gerek IMF’ye gerekse ulusal ve uluslararası sermaye çevrelerine aktarılacak yeni kaynak arayışı içinde olan tarikatlar koalisyonu AKP‘nin kısa dönemde gerçekleştirmeye çabaladığı
    bir
    rant transferi ve güven tazeleme operasyonu olarak değerlendirilmelidir.”
    (Sağlıkta Dönüşüm Programı ve Gerçekler. Prof. Dr. ErinçYELDAN,
    Ekonomi Politik,
    www.cumhuriyet.com.tr, 12.01.2005)

Kamu – özel ortaklığı hakkında bu sitede epey teknik yazı yer aldı.
Uygun anahtar sözcüklerle tarandığında erişilebilir.

TBMM’deki muhalefetin halka bu sorunu etkili biçimde aktarabilmesi gerekiyor.

TTB, doğrusu son derece başarılı bir karşı duruş, halkın sağlığından yana tavır sergilemekte. Ancak kuşatılmış, satın alınmış yandaş (besleme!) basın
bu kritik uyarıları görmezden geliyor.

Eski deyimle; bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete..

  • AKP iktidarından bir “an” önce kurtumak,
    Türkiye için acil bir stratejik öncelik durumuna gelmiştir.

Tüm ulusal çıkarlar, dönüşü çok zor biçimde talan edilmektedir.

Öyle ki, Maliye Bakanı Mr. Mehmet Simsek, “SATILACAK DEVLET MALI KALMADI” buyurmuşlardır.

  • Gelinen yer; ülkenin tam da bekasıyla ilgilidir!
    Asimetrik küresel tehdit yaşamın her alanındadır..
    Tek çare TOPYEKUN SAVUNMADIR..
    Hattı müdafa yok, sathı müdafa vardır, o satıh tüm vatandır (ATATÜRK).
    TBMM’deki muhalefet olayın ciddiyetinin ayrımında mıdır?
    Topyekun toplumsal muhalefeti örmek ve örgütlemek zorundadırlar..

Bu son tümcemiz son derece kritik bir belirleme, uyarı ve çağrıdır..

Duyuluyor mu acaba??

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 13.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

TTB’nin çok önemli basın açıklaması – uyarısı aşağıda, tarihe not düşüyor..

=========================================================

12 Eylül Darbesinin Yıldönümünde SAĞLIK (Eski Sütlüce Mezbahası’nda)
KONSORSİYUMLARA KURBAN EDİLİYOR!

alt

Sağlık Bakanlığı, 12 Eylül günü (bugün) Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da katılımıyla İstanbul’da Haliç Kongre Merkezi’nde (Eski Sütlüce Mezbahası) yapılan törenle 14 ilde inşa edilecek 15 “Şehir Hastanesi” ile Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Binası inşaatı için, 25 yıllığına hem şirketlerin kiracısı olması hem de tüm hizmetleri taşerona devretmesinin altına imza attı!

TTB Merkez Konseyi tarafından ise törenin yapıldığı gün ve saatte İstanbul Tabip Odası’nda basın toplantısı düzenlendi. Toplantıda yapılan basın açıklamasında;

  • “12 Eylül darbesinin 33. yıldönümünde, bugün, AKP hükümeti tam da
    12 Eylül’cülerin açtığı yolda önemli bir adım atıyor.”

denilerek, AKP hükümetine “Kamu Özel Ortaklığı adı altında ‘torunlarımızın bile ödeyemeyeceği’ katrilyonlarca liralık borçların altına imza atıp sağlığı uluslararası konsorsiyumlara kurban ederek, kime hizmet ediyorsunuz?” sorusu yöneltildi.

TTB_logosu

12.09.2013
Basın Açıklaması

12 Eylül Darbesinin Yıldönümünde
SAĞLIK (Eski Sütlüce Mezbahası’nda) KONSORSİYUMLARA KURBAN EDİLİYOR

Bugün Türkiye’de, ABD yapımı 12 Eylül askeri darbesinin otuz üçüncü yıldönümü.

(Dün de, Şili’de halkın oylarıyla seçilmiş ilk sosyalist Devlet Başkanı’nı deviren,
gene ABD yapımı askeri darbenin kırkıncı yıldönümüydü. Aynı zamanda meslektaşımız olan Salvador Allende’yi sevgiyle, saygıyla anıyoruz.)

Otuz üç yıl önce bugün yönetime el koyan CIA’nın “Bizim Çocuklar”ı siyasal partileri, sendikaları, aralarında Türk Tabipleri Birliği’nin (TTB) de bulunduğu meslek odalarını kapattılar; işçilerin-emekçilerin haklarını gasp ettiler / sofralarındaki ekmeklerini çaldılar; toplumu büyük bir terör dalgasıyla susturdular ve piyasacı-özelleştirmeci düzenlemeleri içeren 24 Ocak “Acı Reçetesi”ni halka zorla içirdiler.
(A. Saltık’ın notu; 24 Ocak 1980 kararları için sitemizde yer alan dosyaya bakılabilir.. http://ahmetsaltik.net/2013/01/28/24-ocak-1980-kararlari/, 28.1. 2013)

12 Eylül darbesinden sağlık da nasibini(!) aldı.

1961 Anayasası’nda sağlık hizmetini devletin görevi olarak düzenleyen madde
(A.S. md. 49) kaldırıldı, sağlıkta özelleştirmenin önü açıldı.

12 Eylül darbesinin 33. yıldönümünde, bugün, AKP Hükümeti tam da 12 Eylül’cülerin açtığı yolda önemli bir adım atıyor.

Sağlık Bakanlığı bugün saat 14.00’de geniş katılımlı bir imza töreni yapılacağını duyurdu. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın katılımıyla İstanbul’da Haliç Kongre Merkezi’nde (Eski Sütlüce Mezbahası) yapılacak törende, aralarında Ankara, İstanbul ve Kayseri’nin de bulunduğu 14 ilde inşa edilecek 15 “Şehir hastanesi” ile Türkiye
Halk Sağlığı Kurumu binası inşaatı için Sağlık Bakanlığı’nın 25 yıllığına hem şirketlerin kiracısı olması hem de tüm hizmetleri taşerona devretmesinin altına imza atılacak.

Protokolü imzalanacak şehir hastaneleri şunlar:

Adana,
Ankara Bilkent, Ankara Etlik,
Elazığ,
Gaziantep,
İstanbul İkitelli,
Kayseri,
Mersin,
Yozgat,
İzmir Bayraklı,
Konya-Karatay,
Manisa,
Bursa,
Kocaeli,
Isparta ve
Türkiye Halk Sağlığı Kurumu binası.

İmzalanacak sözleşmelerin konusu Kamu Özel Ortaklığı ile yapılacak şehir hastaneleri.

Peki nedir bu Kamu Özel Ortaklığı?

Geçmişi eski. Kamu Özel Ortaklığı teorisinin müellifi Milton Friedman, 70’li yıllarda olgunlaştırdığı bu yapının “hızla” ve “kitleler uyanmadan” gerçekleştirilmesi gerektiğini savunuyordu. Friedman’ın ilk laboratuvarı ise 11 Eylül 1973’te darbe yapılan Şili oldu. Askeri Diktatör Pinochet’nin danışmanı olarak ilk elden uygulamayı denetledi.

Biliyoruz ki, 20 yıldan fazla zamandır bu yöntemi uygulayan İngiltere’de şu an itibariyle
7 hastane resmen iflas etti, tüm sağlık sistemi mali krize girdi.

Türkiye’de ise ilk ihale 2011 yılı Nisan ayında Kayseri için yapıldı. (Eylül 2011’de
temel atma töreni yapılan Kayseri Entegre Sağlık Tesisi’nin 2.5 yılda bitirileceğine ilişkin tören esnasında yapılan anlaşma açısından yalnızca 6 ay kalmasına karşın henüz inşaatın temelinin atılamadığı, tahsis edilen arazinin bataklık çıktığı biliniyor.)

  • TTB’nin açtığı davalarda Ankara-Etlik, Ankara-Bilkent ve
    Elazığ şehir hastanelerinin ihalelerinin yürütmesi durduruldu.

Sağlık Bakanlığı kararlara itiraz etti, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu itirazı reddetti. Bu üç ihaleye ilişkin Danıştay’ın yürütmeyi durdurma gerekçesine uygun yeni bir ihale yapmadan sözleşme imzalanması yargı kararına uymamak, dolayısıyla
suç işlemek anlamına gelecek.

TTB’nin önceki tüm açıklamalarında da belirtildiği gibi,
Kamu Özel Ortaklığı bir özelleştirme yöntemidir.

Üstelik Sağlık Bakanlığı bu yöntemle yaptığı şehir hastaneleri ile aslen yatak sayısını artırmıyor yalnızca yenileme yapıyor, yani aslında yatırım yapılmıyor.
(Bunu Sağlık Bakanlığı da kabul ediyor.)

Ekteki tabloda da görüleceği gibi, Sağlık Bakanlığı’nın bütün bu binaları kendisinin yap(tır)masının, Kamu Özel Ortaklığı Modeli ile yaptırmasından çok daha ucuza geleceği biliniyor.

Bu tesislerden vatandaşların ancak çok yüksek ücretler ödeyerek yararlanabileceği, burada çalışan hekimlerin-sağlık çalışanlarının güvencesiz taşeron işçisi haline getirileceği, bu hastanelerde eğitim alacak hekimlerin çalışma koşullarının belirsiz hale geleceği, katrilyonlarca liralık kamu kaynağının yalnızca bina  yenileme adı altında şirketlere dağıtılacağı, ihalelerin içine gömülü modern kapitülasyonlarla
sağlık hizmetlerinin özelleştirileceği de biliniyor.

Bütün bunlar bilindiği halde, 14 ilde 15 “şehir hastanesi” ile Türkiye Halk Sağlığı Kurumu Binası inşaatı için sözleşmeler imzalanıyor.

TTB olarak; bu hastanelerde çalışacak hekimler-sağlık çalışanları adına,
bu hastanelerden hizmet alacak hastalar adına soruyoruz  :

* Etlik, Bilkent ve Elazığ ihalelerinin yürütmesi durdurulmasına karşın nasıl sözleşme imzalanıyor?

Soruyoruz  : Kayseri’nin sözleşmesi 10 Ağustos 2011’de imzalanıp temeli 10 Eylül 2011’de atıldı. Bu durumda sözleşme mi yoktu yoksa kira sözleşmesi mi yenileniyor?

Soruyoruz   : Yozgat’ta sözleşme imzalanmaksızın mı temel atma töreni yapıldı?

Soruyoruz  : Türkiye Halk Sağlığı Kurumu binasına ilişkin ihale, içinde Türkiye İlaç ve Tıbbi Cihaz Kurumu da bulunan bir kampüs. İhale ikiye mi bölündü ki sadece Türkiye Halk Sağlığı Kurumu için sözleşme imzalanıyor?

Soruyoruz  : Türkiye Sağlık Bakanlığı eliyle Somali’de kamu özel ortaklığı ile yapılacak hastane için görüntüleme ve laboratuvar hizmetleri “kamu” eliyle yürütülecekken, neden Türkiye için yapılan ihalelerde bu hizmetler şirketlere veriliyor?

Halk adına soruyoruz      :

KAMU ÖZEL ORTAKLIĞI ADI ALTINDA “TORUNLARIMIZIN BİLE ÖDEYEMEYECEĞİ” KATRİLYONLARCA LİRALIK BORÇLARIN ALTINA
İMZA ATIP SAĞLIĞI ULUSLARARASI KONSORSİYUMLARA KURBAN EDEREK, KİME HİZMET EDİYORSUNUZ?

CEVAP VERİN!

TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ
MERKEZ KONSEYİ

Tablo: Sağlık Bakanlığı’nın Klasik İhale Yöntemi ve Kamu Özel Ortaklığı Modeliyle Yaptırdığı Bazı Sağlık Tesislerinin Maliyet Karşılaştırması

KLASİK İHALE
(Hak ediş olarak 1 kez ödenen)
KAMU ÖZEL ORTAKLIĞI
(25 yıl ödenecek)
333 yataklı Aydın Kadın Doğum ve Çocuk Hastanesini donanımı ile birlikte toplam: 37 Milyon 797 Bin 556 TL Ankara-Etlik (3566 yataklı)276.000.000 (Bina kirası)256.288.181,53 (Hizmet bedeli)

532.288.181,53 (Toplam 1 yıllık kira)

400 yataklı Trabzon Kanuni Eğitim ve Araştırma Hastanesi donanımı ile birlikte toplam: 80 Milyon 115 Bin 600 TL Ankara-Bilkent (3660 yataklı)240.000.000 (Bina kirası)233.881.598,64(Hizmet bedeli)

473.881.598,64(Toplam1yıllık kira

1200 yataklı Erzurum Devlet Hastanesi
193 Milyon TL
Elazığ (1040 yataklı)94.837.104 (Bina kirası)58.451.037(Hizmet bedeli)

153.288.141,00 (Toplam 1 yıllık kira)

İl sağlık müdürlüğü, diyaliz merkezi, ağız ve diş sağlığı merkezi, 112 komuta kontrol merkezi ve istasyon ile toplum sağlığı merkezi içeren Yalova Sağlık Kompleksi: 10 Milyon 30 Bin TL Manisa (558 Yataklı)64.250.000(Bina kirası)(Hizmet bedeli henüz öğrenilemedi)
Bu 4 ihalede kira ve hizmet bedellerinin yanı sıra kapatılarak bu hastaneye taşınacak mevcut hastane binalarının da şirketlere verilmesi öngörüldü

http://www.ttb.org.tr/index.php/Haberler/12eylul-4009.html, 13.9.2013

KAS HASTALIKLARI DERNEĞİNE DESTEK OLALIM!

KAS HASTALIKLARI DERNEĞİNE DESTEK OLALIM!

Dostlar,

İstanbul Yeşilköy’deki Kas Hastalıkları Derneği binası boşaltılmak isteniyor..

Bu mütevazi binada 20 yıldır binlerce kas hatasına şifa ve umut verildi.

  • Kas hastalıkları ağır, ilerleyici ve ölümcül hastalıklardır.

Örn. geçelim yürüme ve kollarınızı kullanmayı; yeme, yutma, konuşma, gözlerinizi açıp kapama… ve sonunda solunum kaslarını kullanamaz duruma gelir hastalar zamanla.
Bu son aşama ölüm demektir.

Kas hastalarının yaşam standardı ve niteliği (kalitesi) hızla düşer, tekerlekli sandalyeye ve yardımcı araçlara gereksinim duyar, hatta bağımlı olurlar. Yaşamlarını yalnız sürdüremezler, bakım gereksinimli ve yüksek düzeyde engelli hastalardır.

Ünlü İngiliz fizik profesörü Stephan Hawking de özel bir dejeneratif kas hastalığı olan AML (amyotrophc lateral sclerosis) hastasıdır. İngiliz devlet aklı, olağanüstü bir özenle bu dahi kişiye tam destek olmakta ve çok ağır hasta Hawking yalnızca bir elinin başparmağını kullanabildiği halde, sıradışı bir biçimde yaşamda tutulmaktadır.

Belediye bu çalışmayı destekleyeceğine köstekliyor!?

Oysa daha birkaç gün önce Fatih belediyesi kocaman bir bina yaptı ve yurt olarak kullanılmak üzere malum vakıflardan birine devretti.

Bu ne denli çifte standart hatta ayrımcılıktır?

“Sorun kim, bu sevdadan (!) usanmazlar mı?”, Fuzuli‘nin deyişiyle??

İstanbul Büyükşehir Belediyesini ve Başkan Topbaş’ı yanlıştan dönmeye çağırıyoruz.

Dernek başkanı özverili insan, 83 yaşında bu hastalar için karşılıksız koşturan,
bizim de tıbbiyeden hocamız eşsiz insan Prof. Dr. Coşkun Özdemir‘i
saygı ile selamlıyoruz.

portresi

Derneğin çağrısı / feryadı aşağıda..

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 13.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

============================

Üç yıl aradan sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi kas hastalarını yeniden sokağa atmaya karar verdi!

Türkiye Kas Hastalıkları Derneği ikinci kez İstanbul Büyük Şehir Belediyesi tarafından yer gösterilmeksizin tahliye edilmek isteniyor. İki gün önce Bakırköy Kaymakamlığı tarafından 11.09.2013 tarih 3197 sayılı yazısı ile derneğimize, kendi binasını boşaltması için bir hafta süre verilmiş ve 18 Eylül 2013, saat 11.00’de dernek binasının boşaltması istenmiştir. 

1978 yılından beri, kendi alanındaki çalışmalarıyla, gerek ülkemizdeki bilim çevrelerinde, gerekse de uluslararası alanda saygın bir yeri olan 35 yıllık derneğimiz,
İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından, kiracısı olduğumuz 572m2 lik arsasındaki, kendi binamızdan hiçbir gerekçe gösterilmeden tahliye edilmek istenmektedir.

DERNEK BİNAMIZA ASILAN PANKARTLARIMIZ
SİVİL POLİSLERCE KEYFİ OLARAK İNDİRİLDİ!..

Kas hastaları olarak derneğimizi ve haklarımızı savunmak üzere çalışmalara başlamış bulunmaktayız. Konuyla ilgili bu gün dernek binasına ve bahçesine astığımız pankartlarımız aynı gece saat 20:30da derneğe gelen sivil polislerce
keyfi olarak indirilmiştir!..

Gerekçe olarak dernek binamızın valilik konağı bitişiğinde olması ve pankart asmak için izin almamız gerektiği bildirilmiştir. Konuyla ilgili avukatımızla yaptığımız görüşmede, kendi derneğimize ait bir mülkiyete pankart asmak için her hangi bir izin almamıza gerek bulunmadığı bilgisini almış bulunmaktayız.

İBB tarafından yönlendirildiğini düşündüğümüz İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nün
bu keyfi uygulmasını kınıyor, sabah olduğunda pankartlarımızı yerlerine yeniden asacağımızı bildiriyoruz.

Konuyla ilgili tüm hasta ve dernek dostlarımızı, engelli ya da engelsiz demokratik kitle örgütlerini, dost kurum ve kuruluşları dayanışmaya davet ediyoruz…

Sizlerin duyarlı yaklaşımınız anlayışınız ile bizi yalnız bırakmayacağınıza ve
yanımızda olacağınıza inanıyoruz..

Dayanışma çağrımıza kulak vererek 18 Eylül Çarşamba günü 2013, saat 11.00’den önce dernek merkez binamıza bekliyoruz…

KASIMIZIN SON DAMLASINA KADAR DİRENECEĞİZ!..

Ayrıntılar için burayı tıklayınız

 

 

DOKTORLAR YEMİNLERİNİ UNUTTULAR!


DOKTORLAR YEMİNLERİNİ UNUTTULAR!

Fatih_Hilmioglu_Doktorlar_yeminini_unuttu


Prof. Fatih Hilmioğlunun avukat ağabeyi isyan etti

Doktorlar yeminini unuttu, hâkim cübbesini çıkardı, siyasiler tribünde seyirci,

Fatih ölümü bekliyor

SÖZCÜ’ye konuşan Hayati Hilmioğlu, “Ergenekon iddianamesi çöktü.
Ama kardeşim hâlâ tutuklu. Yasalar uygulanmıyor. Bu yargısız ölüm cezasıdır” dedi…

İnö­nü Üni­ver­si­te­si es­ki Rek­tö­rü Prof. Dr. Fa­tih Hil­mi­oğ­lu, 2009’da Er­ge­ne­ko­n’­dan
tu­tuk­lan­dı. Ce­za­evin­dey­ken hu­kuk öğ­ren­ci­si oğ­lu Emi­r’­i tra­fik ka­za­sın­da kay­bet­ti.

Si­roz ve kan­ser­le sa­va­şı­yor.

Son ola­rak “P­si­ko­lo­ji­si bo­zul­du­” di­ye akıl has­ta­ne­si­ne sevk edil­di. Hil­mi­oğ­lu­’nun
du­ru­mu­nu ko­nuş­mak için avukat ağa­be­yi Ha­ya­ti Hil­mi­oğ­lu ile bu­luş­tuk. Bi­ze ‘an­ne­’
evi­nin ka­pı­la­rı­nı aç­tı… 84 ya­şın­da­ki an­ne­si Tür­kan Hil­mi­oğ­lu­’nun ra­hat­sız­lı­ğı ne­de­niy­le
has­ta­ne­de ol­du­ğu­nu söy­le­di. Son­ra da Si­liv­ri sü­re­ci­ni an­lat­tı…

Baş­ba­kan Er­do­ğa­n
’­ın ‘Ec­da­t’ vur­gu­su­nu ha­tır­la­ta­rak şu bil­gi­yi ak­tar­dı:

“A­ile­miz hak­kın­da iki ki­tap var ve araş­tır­ma­cı­lar pey­gam­ber so­yun­dan gel­di­ği­mi­zi
söy­lü­yor…” İş­te o rö­por­taj:

Tek suçlama katıldığı yemekler

Bü­tün id­di­ana­me Fa­ti­h’­in ol­du­ğu iki ye­meğe da­yan­dı. Bi­ri­si 19 Ey­lül 2003’te
Jan­dar­ma Ge­nel Ko­mu­ta­nı Şe­ner Eruy­gur ile üç rek­tö­rün ye­di­ği ye­mek.
O dö­nem çı­ka­rı­lan YÖK ta­sa­rı­sı tüm üni­ver­si­te ca­mi­ası­nı ra­hat­sız et­miş­ti.
Bu ki­şi­ler­den bi­ri de be­nim kar­de­şimdi. Jan­dar­ma Ko­mu­ta­nı­’nın zi­ya­ret se­be­bi ise
dö­ne­min Ge­nel­kur­may Baş­ka­nı Hil­mi Öz­kök ile Baş­ba­ka­n’­ın YÖK Ka­nun Ta­sa­rı­sı ile
il­gi­li yap­tı­ğı gö­rüş­me. Bu id­di­ana­me­de te­rör ör­gü­tü top­lan­tı­sı ola­rak sa­yıl­dı.

İkin­ci ye­mek… An­ka­ra Ti­ca­ret Oda­sı­’n­da 2004’te hi­la­fe­tin kal­dı­rıl­ma­sı ile il­gi­li top­lan­tı ya­pı­lı­yor. Ka­tı­lan­lar ara­sın­da pro­fe­sör­ler, si­vil top­lum ör­güt­le­ri, as­ker­ler var…
Kar­de­şim ko­nuş­ma­cı de­ğil sa­de­ce din­le­yi­ci. Bu te­rör ör­gü­tü top­lan­tı­sı sa­yı­lı­yor.
Bun­dan do­la­yı da ağır­laş­tı­rıl­mış bir mü­eb­bet ha­pis da­ha…

Böyle iddianame yazılmaz

Ye­ni me­zun hu­kuk­çu da­hi böy­le id­di­ana­me ha­zır­la­maz. O za­man di­yo­ruz ki,
bu id­di­ana­me­yi siz ha­zır­la­ma­dı­nız. İd­di­ana­me­nin hep­si çök­tü ama tu­tuk­lu­lu­ğu
de­vam edi­yor.

Bu yar­gı­la­ma, özel­lik­le ağır has­ta­lar­la il­gi­li ka­rar­lar, yar­gı­sız in­fa­zın çok öte­sin­de
yar­gı­sız ölüm ce­za­sı­dır. Ada­mı ölür­ken sey­re­di­yor­sun. Ya­sa­la­rı uy­gu­la­yan yok.
O za­man şu­nu dü­şü­nü­yor­su­nuz: De­mek ki ya­sa­ma­nın dı­şın­da baş­ka bir güç var…
Gö­rün­me­yen baş­ka bir gü­cü dü­şün­me zo­run­lu­lu­ğu do­ğu­yor.

İlaçlar kardeşimi komaya soktu

Fa­tih 15 yıl­dan be­ri si­roz has­ta­sı. 17 Ni­san 2009’da tu­tuk­lan­dı. Si­liv­ri­’ye gön­de­ril­di.
1.5 ay kal­dı. Bu sü­re için­de stres ne­de­niy­le ani bir yüz fel­ci ge­çir­di. Yü­zü ta­ma­men
dön­dü. Bu­nun üze­ri­ne Ha­se­ki Dev­let Has­ta­ne­si­’ne sevk et­ti­ler. Has­ta­ne­de ilaç­lar ve­ril­di. Si­roz has­ta­sı ol­du­ğu­nu bil­mi­yor­lar ki… O za­ma­na ka­dar nor­mal sey­re­den has­ta­lık ile­ri de­re­ce­de si­roz has­ta­lı­ğı­na dö­nüş­tü. Ko­ma­ya gir­di. An­ka­ra­’dan al­tı ki­şi­lik pro­fe­sör­ler­den olu­şan bir he­yet gel­di. Ver­dik­le­ri ra­por­da du­ru­mu kö­tü, ha­pis­ha­ne şart­la­rın­da ani ölüm ris­ki var­dır de­nil­di. Cer­rah­pa­şa Tıp Fa­kül­te­si­’n­den de he­yet is­ten­di.
Bu he­yet­ de ay­nı doğ­rul­tu­da ra­por ver­di. Son­ra 21 ay te­da­vi gör­dü.

5 silahlı asker başında bekliyor

Bü­tün te­da­vi­ye rağ­men kal­dı­ğı yer, 2 met­re­ye 2 met­re… Bir ya­tak bir de kü­çük bir
ko­ri­dor var… Hüc­re gi­bi… Yü­rü­ye­mi­yor­su­nuz. 5 si­lah­lı as­ker, 2 gar­di­yan ba­şı­nda
bek­li­yor. Ka­pı­dan ba­şı­nı çı­ka­ra­mı­yor. Bu ko­şul­lar al­tın­da yaşarken karaciğer kanseri oldu. Ra­po­ru alır al­maz tah­li­ye ta­le­bin­de bu­lun­duk. Mah­ke­me, üni­ver­si­te ra­po­ru­nu
ka­bul et­me­di ve Ad­li Tıp Ku­ru­mu­’na gön­der­di. Ad­li Tıp, ‘İ­ki ay­da bir üni­ver­si­te­nin
he­pa­to­lo­ji kli­ni­ğin­de te­da­vi edil­mek şar­tıy­la, ha­pis­ha­nede ya­şa­r..’ de­di. İki ay­da bir
üni­ver­si­te has­ta­ne­si ye­ri­ne Si­liv­ri Dev­let Has­ta­ne­si­’ne gön­de­ri­li­yor. He­pa­to­lo­ji kli­ni­ği olan üni­ver­si­te has­ta­ne­si­ne yol­la­mı­yor­lar. Son­ra, Mu­rat Kö­lük Has­ta­ne­si­’ne iki kez
sevk et­ti­ler. Bu kez de he­pa­to­lo­ji kli­ni­ği yok de­nin­ce, en son Ba­kır­köy Akıl Has­ta­ne­si­’ne
gön­der­di­ler.

Artık yaşamaktan vazgeçti

Dok­tor­lar ye­mi­ni­ne sa­dık kal­maz­sa, hâ­kim, sav­cı cüb­be­yi bir ta­ra­fa atar­sa, si­ya­si­ler ­de tri­bün­de bu­nu iz­ler­se bu va­tan­daş ne ya­pa­cak? Ne­re­ye gi­dip, der­di­ni ki­me an­la­ta­cak? Va­tan­daş öle­cek ya da ka­de­ri­ne ra­zı ola­cak. Dok­tor gö­re­vi­ni kö­tü­ye kul­la­nı­yor,
yar­gıç­lar bi­ri­le­ri­nin kon­tro­lü al­tın­da.

Sü­re­ci giz­li bir elin yö­net­ti­ği­ni dü­şü­nü­yo­rum.

Ba­bam Hilmi, İs­met (İnönü) Pa­şa­’nın sağ ko­luy­du

Ha­ya­ti Hil­mi­oğ­lu, ai­le­siy­le il­gi­li şun­la­rı an­lat­tı:

“Ba­bam Hil­mi Soy­dan CHP’­den bir dö­nem mil­let­ve­ki­lliği, bir dö­nem ­de se­na­tör­lük yap­tı. İs­met Pa­şa­’nın sağ ko­luy­du. Ba­ba­mın adı­nı so­ya­dı yap­tık. Tür­ki­ye Cum­hu­ri­ye­ti­’nin
yı­kıl­ma­sı gi­bi bir dü­şün­ce­miz ola­maz. Di­le­ği­miz çağ­daş bir Tür­ki­ye. Kar­de­şi­min ba­şı­na ge­len bu ha­di­se­nin se­be­bi de üni­ver­si­te­yi çağ­daş yap­ma­sıy­dı.”

Adalet gece yarısı geldi

Oğ­lu­nun ölü­mü­ne ka­dar bir so­run yok­tu. En azın­dan sa­vun­ma­la­rı ha­zır­lı­yor­du.
Di­re­ni­yor­du. Oğ­lu­nun ölü­mün­den son­ra bı­rak­tı.

Er­gin Say­gun ile il­gi­li ge­ce sa­at 3’te ka­rar ve­ri­li­yor. Bir yar­gı ge­ce sa­at 03:00’te
ka­rar ve­rir mi? O gü­ne ka­dar ka­rar ver­me­miş olan Ad­li Tıp Ku­ru­mu o ge­ce ka­rar ve­ri­yor.
Bi­ri­le­ri te­le­fon açı­yor, ge­re­ğini ya­pı­lı­yor. Ta­raf­sız ol­duk­la­rı­nı dü­şü­ne­bi­li­yor mu­su­nuz?

Pa­zar­te­si gü­nü yi­ne du­ruş­ma­mız var. Sav­cı mü­taa­la­yı ve­rir­se son sa­vun­ma­la­rı
ya­pa­ca­ğız, bir ka­rar ve­ri­le­cek. Mü­ta­laa ve­ril­mez­se ucu açık ne­re­ye ka­dar gi­der­se.

Da­ya­nak­lar çü­rü­dü.

  • Bu id­di­ana­me sav­cı­lı­ğın bi­lim kur­gu yap­ma­sın­dan baş­ka bir şey de­ğil.

An­ne­si has­ta­ne­ye kal­dı­rıl­dı eşi in­ti­ha­rın eşi­ği­ne gel­di

ÇOK ıs­rar et­me­mi­ze kar­şın Prof. Fa­tih Hil­mi­oğ­lu­’nun eşi Nur­han Hil­mi­oğ­lu ile
gö­rü­şe­me­dik. Ha­ya­ti Hil­mi­oğ­lu bu du­ru­mu şöy­le açık­la­dı:

“Ağ­la­mak­tan ko­nu­şa­mı­yor. İn­ti­har et­me­sin­den çok kor­ku­yo­ruz. Du­ru­mu he­pi­miz­den
kö­tü. An­ne­miz 84 ya­şın­da, has­ta­ne­den çı­ka­mı­yor. Eşi fi­zik öğ­ret­me­niy­di, emek­li­li­ği­ni
is­te­di. Ko­nu­şa­mı­yor. Ağ­la­mak­tan ar­tık göz­le­rin­de yaş kal­ma­dı. ‘E­ğer oğ­lum Ar­man
ol­ma­sa çok­tan in­ti­har et­miş­ti­m.’ di­yor.

Eşi, te­ra­zi­nin bir ke­fe­si­ne Fa­ti­h’­in rek­tör ya da dok­tor ola­rak Ma­lat­ya­’ya yap­tı­ğı­nı
ko­yu­yor, di­ğer ke­fe­si­ne de dev­le­tin ken­di­le­ri­ne yap­tı­ğı­nı ko­yu­yor. O za­man da
di­yor­su­nuz ki, ben ni­ye bu ka­dar ken­di­mi fe­da et­mi­şim. Ya­pı­lan şey dev­le­te hiz­met
ne­ti­ce­de. Kim­se bun­dan üzün­tü duy­maz.

‘Çocukların psikolojisi çöktü’

Tu­tuk­lu yar­gı­la­nan bi­ri­si eğer ce­za­evin­de ise bü­tün ai­le­si ay­nı psi­ko­lo­jik ağır­lı­ğı ya­şı­yor. Oğ­lu Emir Baş­kent Üni­ver­si­te­si Hu­kuk Fa­kül­te­si­’n­de oku­yor­du ve bu yıl bi­ti­re­cek­ti.
Siz bu ço­cu­ğun zan­ne­di­yor mu­su­nuz ki psi­ko­lo­ji­si düz­gün. Ya­tı­yor, kal­kı­yor,
oku­la gi­di­yor, ders ça­lı­şı­yor… Ama hep ba­ba­sı­nı dü­şü­nü­yor. Ne­ti­ce­de ara­ba
kul­la­nır­ken de yi­ne ba­ba­sı­nı dü­şü­nü­yor­du. Ka­za yap­tı. Ha­ya­tı­nı kay­bet­ti. Babalarının ce­za­evi ko­şul­la­rı, has­ta­lı­ğı, hak­sız ye­re dört yıl tu­tuk­lu kal­ma­sı ço­cuk­la­rı psi­ko­lo­jik
yön­den çö­kert­ti.
http://sozcu.com.tr/2013/gundem/prof-fatih-hilmioglunun-avukat-agabeyi-isyan-etti.html

==================================

Dostlar,

Bu sitede yakın dostumuz – arkadaşımız – meslektaşımız Fatih hoca ve benzer durumda olanların sağlık gerekçesiyle tutuksuz yargılanmaları, kesin hükm giyenlerin de Ergun Saygun paşa gibi salıverilmesi hakkında çok yazı yazıldı..

SÖZCÜ‘de yer alan bu acıklı söyleşiyi arşivimizden çıkararak bir kez daha paylaşmak istiyoruz..

Bu ülkede hiç vicdan sahibi yargıç kalmadı mı?

Temel ve yakıcı bir sorudur..

Aşağıdaki görseli de biz ekliyoruz bilmem kaçıncı kez…

Ceza_Muhakemeleri_Yasasi_infazi_erteleme

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 11.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Güven Soner : Kapitalizm ve sağlık

Dostlar,

Bir makale.. Biraz uzunca ama ufuk açıcı..

Okunmasını öneriyoruz..
(http://haber.sol.org.tr/serbest-kursu/kapitalizm-ve-saglik-guven-soner-haberi-79014, 4.9.13)

AKP’nin yabanıl (vahşi) sağlıkta özelleştirme – piyasalaştırma dayatmalarına direnmek gerek..

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 6.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=====================================

 

Güven Soner : Kapitalizm ve sağlık 


Kapitalizm ve sağlık (Güven Soner)

Sağlık nedir?

Kuşkusuz bu soruya günümüz AKP Türkiye’sinde, onun piyasacı “sağlıkta dönüşüm”programı on yıldan fazladır hayatımızdayken “haktır!” cevabını yapıştırmamız gerekiyor, duyduğumuz her yerde.

Ancak ben sağlığın kavramsal olarak ne olduğunu ele almak istiyorum.

Bu yazıda sağlığın daha genel bir tanımını sorgulamak istiyorum.

Öyle ya, sürekli olarak kavramların içinin boşaltıldığı, özünün değiştirildiği bir sistemde yaşıyoruz.

Bu yüzden ara ara durup kavram sorgulaması yapmamız, kavramların içeriğinin değiştirilmesine, onun çarptırılmasına izin vermememiz önemli.

Üstelik hayatımızın vazgeçilmez parçaları olmuş kavramlar için bunu yapmamız daha da önemli.

Sağlık da hayatımızdaki bu vazgeçilmez kavramlardan.

Sağlık kavramı üzerine

Sağlık için, günümüzde hem akademi hem sağlık çalışanları çevresinde, hem de artık halk arasında yaygın bir görünürlük kazanan, Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’nün 1947 yılında yapmış olduğu ve hâlâ anayasasında yer alan bir sağlık tanımı kullanılıyor.

  • DSÖ yapmış olduğu tanımda; Sağlığı, yalnızca hastalığın ve sakatlığın olmayış durumu değil aynı zamanda kişinin fiziksel, ruhsal ve sosyal yönden tam bir iyilik haline sahip olması şeklinde tanımlıyor.

Bu tanım çeşitli yönleriyle yıllardır eleştiriliyor.
Kimi çevreler tanımı yeterli görmezken, kimi çevreler gerçekleştirilmesi mümkün olmadığı için çok ütopik buluyorlar.
Bu doğrultuda DSÖ birkaç kez bu tanımı sorgulamak zorunda kaldı, bazı yayınlarında farklı tanımlara yer verdi ancak; hepsi de çok kısa süre görünür kaldılar.
1947 yılından beri farklı bir tanım DSÖ anayasasında yer almadı.

Bu yazımızda sağlık tanımının küçük bir tarihsel gezintisini yaparak en son DSÖ anayasasında yer alan, yukarıda bahsedilen tanımın günümüz neoliberal dünyası ile ne kadar uyumlu olduğunu göstermeye çalışacağız.

Tarihte ‘sağlık’

Sağlık, organik dünyaya ait bir kavramdır.
İnsanlığın ilk zamanlarında bir sağlık kavramından bahsedemesek de bir olgu olarak sağlıktan bahsedebiliriz.
Bu dönemde insan, yaşamını devam ettirebilmek için doğa ile mücadele etmeye başladığı sürece adım atmıştır.
Bunun sonucunda insanın, bir yandan doğaya karşı bir savunma mekanizması olarak bedeninin ve bilincinin evrimsel süreci tetiklenmiş bir yandan da doğa ile karşı karşıya kaldığı anlarda edindiği deneyimler ile hastalık ve kaza durumlarında neler yapabileceğini keşfettiği bir öğrenme süreci belirginleşmiştir.
Birçok sistemin mükemmelleşerek doğaya karşı bir savunma mekanizması oluşturmasına evrimsel gelişim için; kanayan yaraya basınç uygulama, aşırı sıcaklarda suya girme gibi refleksleri deneyimle kazanılan uygulamalara örnek olarak verebiliriz.

İlerleyen dönemlerde, kabile tarzı yaşama geçiş ile birlikte hastalık ve kazalar daha fazla görülmeye başlanmış, hastalıkların yorumlanamadığı durumlarda hastalık nedenleri doğaüstü güçlere bağlanmıştır.
Bu dönemde hastalık, insana ya tanrı tarafından verilen bir ceza ya da kötü bir gücün insan bedenine hapsolması şeklinde algılanır.
Bunun sonucunda hasta olan kişiler ya toplumdan uzaklaştırılmış ya da bir din adamının öncülüğünde büyü ya da dualarla tedavi edilmeye çalışılmıştır.

Egemen sınıfın ayrıcalığı

Bazı bitkilerin bazı hastalıklara iyi geldiğinin gözlenmesi ve yazının da aracılığı ile bu gözlemlerin yaygınlaşması hastalık olgusuna daha farklı bir yaklaşımın önünü açar.
Özellikle Hipokrat’ın tıp alanına yaptığı katkılar ile din ile tıp bilimi arasındaki bağ büyük bir hasara uğramıştır.

Ancak bu ilerlemelere rağmen köleci toplumda sağlıklı olma durumu egemen sınıfın bir ayrıcalığı olmuş, toplumda çoğunluğu oluşturan ezilen sınıfa yönelik bir sağlık hizmeti büyük oranda görülmemiştir.

Feodalizmde de sağlık hizmeti yer yer yaygınlaşmış olsa da yine bu hizmet baskın sınıfın bir ayrıcalığı olarak görülmüştür.

  • Ezilen sınıflar çoğu zaman bir sağlık hizmetine dahi ulaşamaz.

Ayrıca bu dönemde dinlerin oynadığı gerici rol yaygınlaştığı oranda tıp ile din arasındaki bağda oluşan hasar iyileşerek güçlenmeye başlamıştır.
Sağlık hizmetleri çoğu zaman kiliselerde papaz ve rahibeler tarafından sağlanır.
Bu hizmetlerin içeriği bilimsel bir tedavi programından uzak olup daha çok dua ve rituellerden oluşmuştur.

Bu zamanlarda her sınıflı toplumda olduğu gibi sağlıklı olma durumunun egemen sınıfın bir ayrıcalığı olarak görülmesi, bunun sonucunda yaşam alanlarında sağlık hizmeti sunum ağının ya olmaması ya da sağlık hizmetine erişiminin çok zor olması, gerçeklerin yorumlanamadığı oranda olayların doğaüstü güçlere bağlanması, pozitif bilimlerin varlığına rastlanmaması gibi nedenlerle sağlık hep negatif tanımlar ile anılır.
Sağlık yerine onun zıttı olan hastalık kavramı daha fazla oranda görünürde olmuştur.

Kapitalizmde ‘sağlık’

  • Kapitalizmde temel ilke kâr maksimizasyonudur.

Bu ilke doğrultusunda kapitalizmde egemen sınıf olan burjuvazi tüm olaylara pragmatist bir çerçevede yaklaşır, neredeyse her şeyi meta olarak değerlendirir.
Burjuvazinin sağlık konusuna yaklaşımı da elbette bu şekildedir.

Kapitalizmin baskın üretim tarzı olmaya başladığı yıllardan itibaren burjuvazi, daha fazla kâr için büyük bir iştahla üretimde gaza basmış, işçileri çok ağır çalışma koşulları altında çalıştırmış, onları katlanılması güç bir yaşama maruz bırakmıştır.

Bu dönemde kazanma açgözlülüğü ile işçi sınıfının sağlığı da üretim araçlarına sahip sınıf tarafından umursanmamıştır.
Ancak daha sonra durum biraz değişmiştir.
Çünkü; koşulların çok kötü durumda olması nedeniyle çalışma ortamında işçi ölümlerinin artmaya başlaması, işçilerin iyi bir beslenme düzeninden yoksunluğu, işçilerin yaşadığı bölgelerde hijyenden bahsedilememesi(toplu yaşanılan alanlarda kanalizasyon ağlarının olmaması örneğin) gibi sebeplerle bir çok bulaşıcı hastalığın ortaya çıkması, bu bulaşıcı hastalıkların yine hijyen koşullarının kötülüğünden dolayı hızla yayılması kapitalizmde temel üretici güç olan işçi sınıfında büyük kayba neden olmuştur ve egemen sınıf kâr döngüsünü sürdürebilmek için saydığımız nedenleri göz önüne alarak işçi sınıfının sağlığını iyileştirmeye yönelik adımlar atmaya başlamıştır.

İşçi sınıfının sağlığı

Sonuç olarak, sağlık hizmeti sunum ağları işçi sınıfının yaşadığı alanlarda yaygınlaştırılıp, zamanın bilimsel gelişmeleri sayesinde bazı hastalıklar ve nedenleri saptanmış olmasının avantajı ile de bu doğrultuda koruyucu önlemlere ağırlık verilmiştir.
Ayrıca işçinin üretim sürecini devam ettirebilmesi için beslenme ve barınma ihtiyacını karşılayacağı asgari ücretleri, çalışma saatleri burjuva sınıfı tarafından yeniden düzenlenir.
Gerçekleştirilen tüm bu olumlu uygulamalarda işçi sınıfı arasında yükselen hoşnutsuzluğundan payı büyük olmuştur.
Yer yer çıkan işçi sınıfı isyanları burjuvazinin bu adımları atmasını hızlandırır.

İşçi sınıfı emek gücünü satarak yaşamını devam ettirmek zorunda olduğu için,
bu dönemde sağlık, üretim yapabilme gücü ile bağdaştırılmıştır.
Hem işçi sınıfı hem egemen sınıf sağlığı, işçinin ertesi günü için işine devam etmesini sağlayacak miktarda sahip olması gereken enerji şeklinde algılamıştır.

Emperyalizm çağında ise, 1. ve 2. Dünya Savaşı’nın getirdiği büyük hasarları ortadan kaldırmak için kapitalist devletler sağlık hizmeti sunum ağlarını daha fazla geliştirmeye başlar.
Bu geliştirme çabalarında 1917 yılında yapılan Ekim Devrimi’nin de etkisi büyük olur.
Sovyetler Birliği’nde sağlık ücretsiz ve eşit olarak halka sunulduğu için kapitalist devletler kendi halklarında bir başkaldırı meydana gelmemesi adına sağlık sunumunda iyileştirmeye gitmek zorunda kalır.
Bu iki kutuplu dünyada sosyalist kutbun bilim ve akademideki hızlı gelişimi ve diğer kutbun bu hızı yakalama çabaları dünyada bir aydınlanma patlamasına sebep olmuştur.
Tarihin bu kesitinde sağlığa yönelik holistik (bütüncül) bir bakış yaygınlaşmaya başlar.

Bu dönemde en önemli olaylardan bir tanesi Birleşmiş Milletler bünyesinde
Dünya Sağlık Örgütü’nün kuruluşudur.
Dünya Sağlık Örgütü 1947 yılında, yukarıda bahsettiğimiz holistik (A.S.: tümelci, bütüncül)  bakışın etkisi ile sağlığa yönelik bir tanım getirme ihtiyacı hissetmiştir.
Tekrarlamak gerekirse; DSÖ sağlığı, yalnızca hastalık ve sakatlığın olmaması durumu değil aynı zamanda fiziksel, ruhsal ve sosyal yönden tam bir iyilik hali olarak tanımlar.

Dünya Sağlık Örgütü, ‘tüm insanların mümkün olan en üst sağlık düzeyini ulaşmaları’ amacıyla 7 Nisan 1948’de kurulur.
DSÖ, Birleşmiş Milletler bünyesinde özerk bir kuruluş olarak ortaya çıkmıştır.
Kuruluşunun ilk 20, 30 yılında üstlendiği roller önemlidir.

Dünya Sağlık Örgütü 2. Dünya Savaşı sonrasında ağır yaralar alan ülkelere birçok hizmette bulunur ve az gelişmiş ülkelerin sağlık alanında ciddi iyileştirmeler sağlar.
Bu dönemde DSÖ, günümüzden farklı olarak BM içinde bağımsız bir hat izlemiştir.
Bu yüzden DSÖ’nün yaptığı 1947 sağlık tanımı tümüyle iyi niyetlidir ve zamanına göre bir devrim niteliği taşır[3].

Sosyalizmin etkisi

İlerleyen yıllarda iki kutuplu dünyada sosyalist ülkelerin popülerliğinin artması
DSÖ’ye de yansır.

DSÖ hem bu sol ideolojiden doğrudan etkilenir hem de kendi bünyesinde sol görüşlü akademisyenleri barındırmaya başlar.
Bu yüzden 1978 yılında DSÖ’nün gerçekleştirdiği ‘Temel Sağlık Hizmetleri Konferansı’nın Kazakistan’ın başkenti Alma-Ata’da gerçekleşmesi tesadüf değildir.
Bu konferansta ülkelerin toplum sağlığını korumaya ve sürdürmeye yönelik yapmaları gereken standartlar belirlenmiş ve “2000 yılında Herkese Sağlık”hedefi konferansın akıllarda kalan sloganı olmuştur[4].

DSÖ 1984 yılında sağlığı bu kez şu şekilde tanımlar :

  • Sağlık, birey ve grupların bir yandan, istek ve arzularının farkına varabilmesi,
    diğer yandan ise çevreyi değiştirebilme ve onunla baş edebilmesinin ölçüsüdür.

Sağlık, bu nedenle günlük yaşamın bir kaynağı olarak görülür, yaşamın bir amacı olarak değil.
Sağlık, fiziksel kapasiteleri olduğu kadar, sosyal ve kişisel kaynakları da vurgulayan pozitif bir kavramdır.

Görüldüğü gibi yakın zamanda yapılan bu tanım 1947 tanımına göre çok çok ileridedir.
Bu tanımda birey ve gruplar isteklerinin farkına varan ve çevreyi dönüştürebilen bir özne olarak vurgulanmıştır.
Ayrıca sağlık, günlük yaşamın bir kaynağı olarak görülerek, hayatın ‘olmazsa olmaz’larından sayılmıştır.
Bu tanıma göre sağlığın ücretli sunulması da düşünülemez.
Bu tanımın oluşturulmasında DSÖ’deki sol görüşlü akademisyenlerin büyük katkısının olduğu gözükmektedir ve önemli bir gelişmedir.
Ancak, bu tanım daha sonrasında DSÖ anayasasında yer bulamamış ve unutulup gitmiştir.
İnternette bile çok kolay ulaşılmayan bir hâl almıştır.

Neoliberalizm ve satılabilir sağlık

Peki, sonrasında yaptığı daha ileri tanıma rağmen, DSÖ 1947’nin sağlık tanımında neden bu kadar ısrar ediyor?

Yukarıda 1947 tanımının tamamen iyi niyet çerçevesinde ve zamanına göre bir devrim niteliğinde olduğunu belirttik.
Ancak DSÖ’nün günümüzdeki ideolojik konumlayışı dolayısıyla tanımda bir değişiklik yapmamasının iyi niyetli olduğunu söylememiz mümkün değil.
Çünkü bu tanım, neoliberalizmin sağlık anlayışı ile tamamen uygun bir tanımdır.

Neoliberalizm, 1970’li yılların ortalarından itibaren günlük hayatımıza yerleşen bir ideolojidir.
Kapitalizm yarattığı ekonomik buhrandan kurtulmak için neoliberal politikaları izlemeye başlamıştır.
Neoliberalizm, özel mülkiyete sınırsız izin verildiği, kamu sorumluluklarının ortadan kaldırılarak sorumlulukların bireylere yüklendiği, insanın toplumdan kopartılarak yabancılaşmasının tavan yaptırıldığı; onu bencilliğe, pragmatizme, bir hiçliğe iten sistemin adıdır.
Neoliberalizmde birey en temel haklarını dahi kendisi karşılamakla yükümlüdür, bu haklar da zaten satılıktır.
Sağlık bu haklardan sadece bir tanesidir.

Tüketim olarak sağlık

Neoliberal ideolojinin seksenli yıllardan itibaren ağırlık kazanmasının ardından sağlık hizmetleri hızla özelleştirilmiş, hastalar bu hizmetleri tüketen bir müşteri konumuna getirilmiştir.
Ancak kapitalizmde kârın maksimizasyonu temel ilke olduğu için sağlık hizmetlerine erişen kesimin sadece hastalardan ibaret kılınmaması sağlanmıştır.
Bu doğrultuda insan yaşamı tıbbileştirilerek[5] tüketimin süreklilik gösterdiği bir sağlık pazarı oluşturulmuştur.

Yapılan ideolojik girdiler ile bireyler kapitalizmin belirlediği vücut oranlarına sahip olmaya çalışmış, yaşlılık gibi normal bir süreç hastalık olarak gösterilerek önlemeye yönelik hizmetler satın almış, daha önce hiç de anormal karşılamadığı çekingen olma, konsantre olamama, hareketli olma durumları sosyal fobi, dikkat bozukluğu, hiperaktivite gibi adlandırmalarla tekrar ‘tanımıştır’.
Ayrıca tıp alanında kullanılan göstergeler tekrardan tanımlanmış check-up gibi programlarla ideal kolestrol seviyesi, normal kalp hızı, standart akciğer kapasitesi gibi kavramlar hayatımıza girmiştir.
Sonuç olarak sağlıklı insanlar dahi bu değerlere ulaşmak için gayret göstermeye başlamış, kendilerini ‘normal’ kılmak adına sağlık hizmeti satın alır bulmuştur.

Tüm bunlar yapılırken toplum, bir ‘risk toplumu’na dönüştürülmüştür.
Sistemin ideolojik aygıtları sürekli olarak insanlara korku yaymıştır.
Çünkü birey bunları yapmazsa daha ‘güzel’ olamayacak ya da daha fazla yaşayamayabilecektir (Son yıllarda televizyon kanallarında artan sağlık programları, medikal reklamlar tesadüf mü?)

‘Birey’ olarak ‘tam iyilik’ aramak

Üçüncü tekrarımızı yapıyoruz, ancak tekrarlamamızda fayda var; 1947 yılında DSÖ ilk andan beri anayasasında sağlığı şu şekilde tanımlamıştı: Sağlık, sadece hastalık ve sakatlığın olmayışı durumu değil, fiziksel, ruhsal ve sosyal yönden tam bir iyilik halidir.

Şimdi tüm bu yazdıklarımız ile bu tanımı tekrar düşünmekte fayda var.
İnsanlar günümüzde sürekli olarak bir sağlık hizmeti alma zorunluluğu hissediyorsa, bunun nedeni neoliberalizm insanlara işlediği “tam iyilik” haline ulaşma düşüncesidir.
Bu düzende bireyler “bireyselleşerek” pragmatistleşir ve hep en iyisine ulaşmayı arzular, bunun için de teknolojik ve bilimsel gelişmeleri kaçırmamalı, her şeyin en iyisine sahip olmaya çalışmalıdır.

Ayrıca sistem güzellik olarak ne anlamamızı öğütlüyorsa, nasıl daha iyi bir yaşama sahip olunuru, nasıl daha geç ölmemiz gerektiğini tavsiye ediyorsa, hangi kıyafetlerin iyi hangilerinin kötü olduğunu her gün medya aracılığı ile bize haykırıyorsa ve kitleler tüm bunlardan kolayca etkileniyorsa bu, insanların üzerinde beliren yine sistemin ideolojik bir girdisi olan ‘en iyiye özlem’ hâlidir.

Bu yüzden her ne kadar 1947 yılında yapılan sağlık tanımı zamanın koşullarında ileri bir aşama olsa da bu tanım, günümüzde neoliberal dünyaya hizmet etmektedir.

Peki, o halde sağlık nedir?

DSÖ’nün sağlık tanımının birçok eleştiri aldığını söylemiştik.
Bu çerçevede birçok sağlık tanımı önerisi yapıldı.
Bunların tamamını burada saymamız mümkün değil.
Ancak Onur Hamzaoğlu’nun yapmış olduğu tanımı burada paylaşmadan yazıyı bitirmemiz de büyük haksızlık olur.
Bu yüzden kapanışımızı bu tanım ile yapalım.
Onur Hamzaoğlu’nun Sol Meclis üretimi olan “Sosyalist Türkiye’de Sağlık” adlı kitapta yaptığı tanımı, her noktasında materyalizmin izlerini taşıyor.
Hamzaoğlu, sağlığı şu şekilde tanımlıyor:

  • Soyut ve somut pek çok ürünün yaratıcısı olan insanın, toplumun üyeleriyle kolektif içinde ve her bir üyenin gereksinimini sonuçta eşitliği sağlayacak biçimde örgütlenerek üretebilmesi, biyolojik ve zihinsel bütünlüğün korunması ve toplumsal örgütlülük ve üretim süreciyle birlikte geliştirilmesidir.

Notlar    :

1.Bu başlığı açarak, kapitalizmi tarihsel süreçten kopartılmış bir olgu olarak değerlendirdiğimi düşünmeyin sakın.
Sadece kapitalizm gibi karmaşık bir sistemde sağlık olgusunun daha bir özenli incelenmesin gerektiğini düşündüğüm için kapitalizm, ayrı bir başlığı hak ediyor.

2.Bu nokta önemli, çünkü kapitalizmin pragmatist ideolojisini gözler önüne seriyor.
Günümüzde de sağlık hizmeti sunum alanlarının kırsal alanlardan daha fazla oranda kent coğrafyasında yaygınlaşmasının sebebi, işçi sınıfını yerleşiminin genellikle kentsel alanlarda olmasıdır.
Kapitalizm, işçi sınıfına asgari düzeyde sağlık hizmeti sunmak zorundadır ki, fabrikasının bacası tütebilsin.

3.Burada, 1946 yılında New York’ta düzenlenen sağlık konferansında BM’ye üye olan ülkelerce DSÖ anayasasının hazırlandığını, DSÖ’nün kuruluşunun ise bundan iki yıl sonra gerçekleştiğini belirtelim.

4.2013 yılındayız ve bu hedefin gerçekleştiğinden bahsetmemiz imkânsız.
Üstelik DSÖ bu konuda bir sorgulama da yapmamıştır.
Çünkü özellikle 2000’li yıllardan itibaren DSÖ ideolojik olarak ciddi bir deformasyona uğramış ve kendisini büyük oranda egemen sınıftan yana konumlandırmıştır.

5.Kavramsallaştırma Deniz Sezgin’e ait.
Sezgin, Deniz.(2011).

Tıbbileştirilen Yaşam Bireyselleştirilen Sağlık.
İstanbul: Ayrıntı Yayınları

SGK’dan 21 hastalıkta engellilikle (malulen) emeklilik hakkı !?

Dostlar,

SGK (Sosyal Güvenlik Kurumu), geçtiğimiz günlerde Maluliyet Yönetmeliği‘nde değişiklikler yaptı. Söz konusu değişiklikler kapsam genişletme yönünde ve 1.9.13’te yürürlüğe girdi. Kurum Başkanı Yadigar Gökalp İlhan, 31.8.13 günü NTV’ye demeç verdi. (Tüm metin için lütfen tıklayınız: Maluliyet_Yonetmeligi_Degişti_SGK_1.9.13)

Bilindiği gibi SGK prim = ek vergi temelli finanse edilmektedir. 5510 sayılı
Genel Sağlık Sigortası ve Sosyal Güvenlik Yasası, 1.10.2008’den bu yana aşamalı olarak yürürlük alarak varolan sosyal güvenlik kurumlarını birleştirmiş ve
parçalı yapı sona ermiştir. (Banka Sandıklarının devri halen sürüyor..)

Ancak bu köklü değişiklikle akçal (mali) sorunlar çözülmüş değildir.

SGK devasa açıklar vermekte ve Merkezi Yönetim Bütçesinden çok ciddi
ödenek aktarımları ike (transferle) aktüaryal dengenin sağlanmasına çalışılmaktadır. Ancak bu aktarımlar Kurumun bütçesinin yarısına dek varabilmekte, Merkezi Yönetim Bütçesinin (eski deyimle genel bütçe) 1/5’ine dek tırmanabilmektedir!
Öyle ki, bu kaçınılmaz aktarımlar olmasa, Bütçe açık vermeyecektir!
Durum, önceki Çalışma ve SG Bakanı Ömer Çelik’in ağzından, “sürdürülebilir” (sustainable) değildir.

Kurumun aktüaryal (girdi – çıktı) dengeleri kritikitir.
Devletin, kamu işvereni de olması nedeniyle çalışanları için ödediği primler dışında, SOSYAL DEVLET olarak da doğrudan sistemi desteklemesi gerekir. OECD – AB ülkelerinde bu bağlamdaki katkı, tüm SGK gelirlerinin %23-35’i arasında değişmektedir.

Son değişikliğin Kuruma (SGK’ya) akçal (mali, finansal) yükünün iyi hesaplanmış olması beklenir. Ancak bu konuda iyimser değiliz. Bir kez 5510 sayıl yasa ile tam engellilik oranı %66’dan 60’a çekilerek kapsam genişletilmiş ve Kurumdan (SGK) engelli (malul) aylığı alanların sayısı 120 binlere tırmanmıştır. İkincisi, salt kanser olguları üzerinden gidilecek olsa, ülkemizde her yıl yüz bin kişiden 200’üne kanser tanısı konduğuna göre (Yıllık kanser insidens hızı 200E-05), tüm kanser tanısı alanlar ENGELLİLİK kapsamına alındığına göre, 1 yıl sonra salt yeni kanser tanısı alanlar yüzünden Kurumun (SGK) engelli aylığı ödemek zorunda kalacağı kişiler 120 binden 320 bine fırlayacaktır! Öbür yeni eklenen 20 hastalık kaynaklı havuza eklemeler bir yana.. Önceden kanser tanısı almışların engellilik başvuruları da bir yana..

Ayrıca günümüzde pek çok kanser türünün artık “kronik hastalık sayıldığı”,
birçok insanın bu hastalıkları ile birlikte yaşayarak çalışmalarını sürdürdükleri de
bir başka gerçek.

Sonuç      :
Nasrettin hoca eve 2 okka et alır eşi yemek yapsın diye.. Kadın, yaptığı yemeği komşularına ikram eder ve akşam eve gelen Hoca’ya etli yemek sunamaz. Açıklamasını ise eti kedinin kaparak yediği yönünde yapar. Hoca Nasrettin kediyi kapar ve kantara koyar.. 2 okka çekmektedir ve sorar :

– Bre kadın, bu kedi 2 okka.. Hepsi et olsa, Kedi nerede? Bu kedi ise et nerede?

*****

SGK’nın bu Yönetmelik değişikliği Kuruma / Ülkeye çok ciddi mali yük getirecektir.
SGK son derece saldırgan (agressif) davranarak prim yükümlülerinin banka hesaplarına
bile el koymakta, muvazaa ile (danışıklı) boşanan çiftlerin özel yaşamlarına girmekte, eczane ve ilaç firmalarına ağır indirimler (iskontolar) yaptırtmaktadır….

Akla, Mart 2014 yerel seçimleri gelmektedir..
Öte yandan, bizzat Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan ekonominin iyi gitmediğini,
daha kötü günlerin geleceğini açıklamaktadır.

  • Türkiye; AKP iktidarı ile binmiş bir alamete, hızla gidiyor kıyamete..

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 3.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

============================================

 

SGK_logosu

21 hastalıkta engellilikle (malulen) emeklilik hakkı

  • SGK’nın (Sosyal Güvenlik Kurumu’nun) kapsamını genişlettiği engellilikle (malulen) emeklilik düzenlemesi 1 Eylül’den (2013) başlayarak yürürlüğe giriyor. 21 hastalıktan emekliye ayrılabileceklere 971 TL aylık ödenecek.

Engellilikle (Malulen) emekliliğin kapsamı genişletildi. Yeni düzenleme 1 Eylül’den (2013)  başlayarak yürürlükte. 21 hastalıktan emekliye ayrılacaklara 971 TL aylık ödenecek.

SGK’nın (Sosyal Güvenlik Kurumu) malulen emekliliğin kapsamını genişletmesiyle 4 bin 250 kişi 1 Eylül’den (2013) başlayarak emekli olabilecek.
Böylece engellilikle (malulen) emekli sayısı 119 bine çıkacak.

Düzenleme, eski yönetmeliğe göre engellilik (malullük) başvurusu yapıp reddedilenlere yeniden başvuru yapma hakkı getiriyor.

  • Engellilikle (Malulen) emekli olabilmek için kişinin çalışma gücünün veya iş kazası ya da meslek hastalığı sonucu meslekte kazanma gücünün en az %60’ını veya tümünü yitirdiği sağlık kurulunca raporlanacak.

Ayrıca en az 10 yıldan beri sigortalı olup, toplam 1800 gün (5 tam yıl, 360 x 5 = 1800 gün) sigorta primi ödenmiş olma koşulu da bulunuyor.

Kemik iliği aktarımı (nakli) dışında tüm organ aktarımlı hastalara koşulsuz engellilik (maluliyet) hakkı veriliyor. Böbrek aktarımı (nakli) sonrası uygulanan denetim (kontrol) muayeneleri ise kaldırıldı.

  • Tüm kanser hastaları tanı aldıktan sonra koşulsuz olarak engelli (malul)
    kabul edilecek.

Depresyonun teşhis ve tedavisinde köklü değişiklikler

Dostlar,

Depresyon” çok bildik bir kavram..

Özellikle son 3-4 onyılda Küreselleşitirmeci = yeni emperyalist politikalar
yaşamda eşitsizlikleri giderek derinleştirdi. YOKULLAŞTIRMA da buna eklendi
ve özellikle yoksulluk; dünya genelinde sağlık için süregelen en büyük tedhdit olma düzeyine tırmandı. (Prof. Beaglehole Prof. R, Bonita R. Both, from the World Health Organization, Geneva, 2004)

Public_Health_at_Crossroad

Konuya ilişkin daha çok bilgi için,
bu sitede daha önce yayımlanmış olan “Toplumsal uh Sağlığı” başlıklı ders notlarımıza bakılmasını öneririz.. (167 yansılık pdf dosyası)
(http://ahmetsaltik.net/2012/05/21/ toplumsal-ruh-sagligi-community-mental-health/

Temel çare dayanışmacı – paylaşımcı bir toplumsal düzendir.

Sevgi ve saygı ile.
Datça, 2.9.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=========================================

PSİKİYATRİ DÜNYASINDA DEVRİM:

Depresyonun teşhis ve tedavisinde köklü değişiklikler

  • Depresyon, Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO)
    küresel sağlığı tehdit eden önemli hastalıklar listesinin ilk sıralarında.

Son 20-30 yıldır büyük bir artış gösteren hastalığın nedeni hâlâ tam olarak anlaşılmış değil. 1980’li yıllarda mucize ilaç olarak nitelendirilen antidepresanların hastaların ancak yarısını iyileştirdiği, öbür yarısının da ilaçlara direnç geliştirdiği yeni yeni
ortaya çıkıyor.

Bu sonuçlar karşısında dev ilaç şirketlerinin pek çoğu, depresyon araştırmalarına
son vermiş durumda. Ancak bilim insanları hastalığın nedenlerini ortaya çıkartma konusunda kararlı; geliştirdikleri yeni tedavi yöntemlerinden şimdiye dek olumlu sonuçlar alındı.

Hangi hastalığa yakalanırsanız yakalanın- ister soğuk algınlığı kadar sıradan,
ister kanser kadar ciddi bir hastalık olsun- yakınlarınız hastalığınızı ciddiye alır ve iyileşmeniz için ellerinden geleni yaparlar. Ancak depresyona yakalanmış iseniz
işiniz zordur; zira kimse hasta olduğunuza inanmaz; içinde bulunduğunuz durumu şımarıklık, tembellik veya naz olarak algılar. Bu gibi durumlarda en sık duyduğumuz tavsiyeler şunlardır :

– “Her şeyin var, niye hâlâ mutsuzsun?”,
– “Kendini toparla artık!”,
– “Kafana bir şey takma!”,
– “Bütün gün yatacağına, kalk biraz işe yara” vb..

Psikiyatristlere göre depresyon geçirmekte olan bir insana “Toparla artık kendini” demek, ayağı kırık bir insana “Hadi kalk ve koş!” demekle eşdeğerdir.

  • Dünya Sağlık Örgütü’ne göre depresyon, dünyanın en yaygın ve küresel ekonomiye en fazla yük bindiren hastalıklardan biri.

Bu denli yaygın bir hastalığın hem en yanlış bilinen, hem de en çok yasınan (inkâr edilen) bir sağlık sorunu olması ilginç değil mi?

DEPRESYON GERÇEK BİR HASTALIK MI?

Depresyonun gerçek bir hastalık olup olmadığı, melankoli olarak nitelendirildiği ilk andan beri sorgulanır. 1980’li yıllarda mucize ilaç olarak nitelendirilen antidepresanların ortaya çıkışıyla birlikte, hastalığın biyolojik bir nedene dayandığı ilk kez kabul edildi.

İlaçların serotonin düzeyini “düzeltmesiyle” birlikte, hastalığın büyük ölçüde tedavi edilebilir olduğu düşüncesi, psikiyatri dünyasında geniş kabul gördü.
Özellikle Elizabeth Wurtzel’in Prozac Nation-Prozac Toplumu isimli kitabıyla
bu görüş bütün dünyaya yayıldı.

Ancak son on yıldır Prozac ve benzeri ilaçlarla tedavi edilen hastaların yaklaşık yarısında en ufak bir iyiye gidiş görülmüyor. Kullanılmakta olan ilaçların etkisi olabileceği düşünüleceğine, iyileşmeyen hastalar “tedaviye dirençli” oldukları gerekçesiyle
toplum dışına itiliyor.

Bütün bunların depresyon konusundaki belirsizliği biraz daha artırmaktan başka
bir işe yaramadığı kesin.

Bazı büyük ilaç şirketleri ilaç araştırmalarından çekilerek, bir anlamda hastalara “Ne halin varsa gör” diyorlar. Ancak ilaç şirketlerinin bu tavrı, bilim insanlarını yıldırmadığı gibi yeni arayışlara itiyor. Öyle ki, yeni geliştirdikleri kimi yöntemler, “tedavi edilemez” denilen kimi olgularda mucize olarak nitelendirilebilecek sonuçlara yol açıyor.
Bugün bilim insanları depresyon ile ilgili bugüne dek bilinenleri bir kenara bırakıp, hastalığın sanki yeni bir sağlık sorunuymuş gibi ele alınmasına sıcak bakıyor.
Bu yaklaşım, depresyonun altında yatan mekanizmaların daha iyi anlaşılmasını sağladığı gibi, dünyanın bu en anlaşılmaz hastalığının kesin tedavisinin geliştirilebileceği umudunu doğurdu.

TEK BİR BOZUKLUK DEĞİL

Yeni araştırmalar depresyonun tek bir bozukluktan kaynaklanmadığını, tam tersi altında farklı nörolojik mekanizmaların yattığı, çeşitli rahatsızlıklardan oluşan kompleks bir hastalık olduğunu gösteriyor. Böylece ilaç sektöründe 1950’lerden sonra ilk kez bir rönesansın ilk sinyalleri alınmaya başladı.

  • Depresyon en acımasız hastalıklardan biridir. 

Farklı kaynaklar farklı tahminlerde bulunmasına karşın, yaklaşık her altı kişiden birinin yaşamının bir noktasında depresyon ile tanıştığı tahmin ediliyor.
Hastalığın semptomlarına katlanmak gerçekten çok zordur.
Bunların başında

– uykusuzluk,
– umutsuzluk,
– yaşamdan kopuş,
– kronik tükenmişlik ve hatta kalp krizi gibi..

bazı hastalık risklerinin artması geliyor. Depresyondaki hasta ayrıca, kendisini diğer insanlardan soyutlar. Bu eğilimin aşırıya vardırılması sonucunda hasta tedaviyi de reddeder.

Tedavi edilmeyen depresyon hastalarında intihar eğilimi görülür.

Dünyada her 40 saniyede bir, bir insanın intihar girişiminde bulunduğunu açıklayan WHO, depresyonu, insanı yaşamdan kopartan en önemli iş görememezlik hali olarak nitelendiriyor.

İnsanları depresyona iten nedenler nedir?

Bugün kabul gören yaygın kurama göre, hastalık beyindeki kimyasal dengesizliğin bir sonucudur. Bu bağlamda birinci derecedeki suçlu serotonin denilen nörotransmiterdir. Pek çok deneyde depresyon ile düşük düzeyli serotonin arasında çok yakın bir ilişki bulundu. Genel kanıya göre bu hormonun düşük düzeyde olması nöronlar arasındaki mesajlaşmayı aksatır.

İLAÇLARIN ETKİSİNİN AZALMASI

Bu kurama göre, serotonin düzeyi artırıldığı zaman, nöronlar arası sinyal iletimi normale döner ve dolayısıyla duygudurum bozukluğu da ortadan kalkar. Etkin maddesi fluoxetine olan Prozac, serotonin varsayımına göre üretilen ilk ilaçtı. 1980’li yılların sonlarına doğru piyasaya çıkan ilacı, aynı kurama dayanan pek çok ilaç izledi.
Bunların ortak özelliği, beynin serotonini yeniden absorbe etmesini engellemek ve hormonun düzeyini yüksekte tutmaktı.

Bu ilaçlar ilk başta depresyonu iyileştiriyor gibi görünse de zaman içinde etkisini yitirdiği anlaşıldı. 1980’li ve 1990’lı yıllarda yapılan klinik deneyler, hastaların % 80 ile % 90’ının remisyona (belirti kaybı) girdiğini gösterirken, 2000’li yıllarda yapılan çalışmalar standart antidepresanların hastaların yalnızca % 60 veya % 70’inde yarar sağladığını işaret ediyordu. Bu düşüş özellikle Amerikan Akıl Sağlığı Enstitüsü’nün (NIMH) ülke çapında yürüttüğü, geniş katılımlı bir klinik deneyden elde ettiği sonuçları açıklamasıyla
netlik kazandı. Bu sonuç, ilaç şirketlerinin önayak olduğu araştırmalardan çok farklıydı. NIMH’in deneyine katılan 2876 hastadan çok azının tam şifaya kavuşması,
pek çok insanın ilaçlara duyduğu güveni sarstı.

İLAÇ ŞİRKETLERİNİN AYAK OYUNLARI

Antidepresanların etkisindeki bu belirgin düşüşün nedenleri neydi? Bir olasılık, ilaçların iddia edildiği kadar etkili olmamalarıydı. Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA),
bir antidepresana onay vermek için ilacın plaseboya göre daha üstün olduğunu gösterir iki geniş kapsamlı araştırmanın yapılmasını şart koşar. Ne var ki ilaç şirketleri yaptıkları her araştırmanın sonucunu FDA’ya iletmek zorunda değildir. Bu durumda şirketler, yalnızca pozitif sonuçları Kuruma (FDA) bildirmeyi tercih eder.

Massachusetts General Hospital’ın psikiyatri araştırmaları bölümü başkanı
David Mischoulon, ilaç şirketlerinin bir bilim dergisinde yayımlamadıkları ve kamuoyuna duyurmadıkları deneyleri gözden geçirince, pozitif sonuçlardan daha fazla negatif sonuca rastladığını açıklıyor. Bu deneylerin büyük bir bölümünde, ilaçların plasebodan “biraz daha” yararlı olduğu görülüyor. Mischoulon bu sonucu şöyle açıklıyor:

“Halihazırda herhangi bir antidepresanın hastaların ancak % 50’sine yarar sağladığını görmekteyiz. Demek ki antidepresanlara dirençli hasta sayısındaki artış, doktorların ilaçların yetersizliğini kavrayıncaya dek aradan geçen zamanın
bir yansımasından başka bir şey değil.”

YENİ UYGULAMALAR

Hastalığı denetim altına alamayan klinisyenler, yeni tedavilerin peşine düştüler.
Bu yönde çalışmalarının kapsamını genişlettiler. Bu çalışmalarda elektriksel ve manyetik beyin uyarıcılarından ve veterinerlerin kullandığı Ketamin‘den
büyük yarar sağladılar.

Deneysel uygulamaların başında “repetitive transcranial magnetic stimulation -rTMS” geliyor. Bu tedavide hastanın başına bir başlık geçiriliyor ve büyük bir makinenin altında 20 dakika kadar oturtuluyor. Bu arada hastanın sol şakağının birkaç santim uzağına yerleştirilen bir küçük bir bobinden kısa elektrik akımı geçiriliyor. Bu da yüksek yoğunluklu manyetik bir puls yaratıyor.

İlaçlara direnç geliştirdiği düşünülen kimi hastalarda, yaklaşık 15 seanslık bir uygulamadan sonra belirgin bir iyileşme olduğu saptandı. Bir çalışmada hiçbir tedaviye yanıt vermeyen 28 depresyon hastasının 12’sinden olumlu sonuç alındı.

Şu anda rTMS oldukça pahalı bir uygulama. Örneğin İngiltere’de Ulusal Sağlık Sigortası bu uygulamanın giderlerini karşılamıyor. Özel kiniklerde ise yaklaşık 6000 sterline mal oluyor.

ABD’de ise klinisyenler daha ucuz bir seçenekle benzer sonuçlar alabiliyor.
Bunun adı kraniyal elektriksel uyarım. rTMS’den daha küçük olan cihaz iskambil destesi boyutlarında. Bu uygulamada başa sabitlenmiş iki elektrottan az miktarda akım veriliyor.

KETAMİN MUCİZESİ

Uygulama kolaylığı açısından en umut verici seçenek ketamin adlı ilaç. 2000 yılında ilaç tedavisine yanıt vermeyen 8 hastaya damardan tek bir doz ketamin verildiğinde semptomların yittiği izlendi.

Birkaç araştırmadan da benzer olumlu sonuçlar alınınca New York’taki Mount Sinai Tıp Okulu’nda 72 depresyon hastasının katılımı ile bugüne dek yapılmış en geniş kapsamlı çalışma yürütüldü. İntihar eğilimi taşıyan hastalar, daha önce hiçbir tedaviden yarar sağlamazken, ketamin tedavisi ile intihar takıntısından kurtuldular. Bilim insanları ketaminin hastaların % 60’ında yarar sağladığını bildiriyor.

YENİ SUÇLU: GLUTAMAT

Geleneksel sağaltım (tedavi) yöntemlerinin işe yaramamasının nedenlerini araştıran bilim insanları, yeni bir suçlu buldular. Glutamat adı verilen bu baskın beyin nörotransmiteri, öğrenme, motivasyon, bellek ve plastisite konusunda çok önemli bir
rol oynar. Bilim insanları, glutamat düzeyinin serotonin gibi depresyondaki insanların beyninde düşük olduğunu tespit etti.

Ancak glutamat ve serotoninin ortak noktaları bu noktada sona eriyor. Nöronlar arası
ileti taşımasının yanı sıra, glutamat beynin nöronları onarmasına yardım ediyor.
Bu özellik, depresyonun son yıllarda ortaya çıkan bir kuram ile birebir uyuşuyor.

Bu kurama göre depresyon, nöronların ucundaki dendrit denilen dal benzeri yapıların büzülmesine yol açar. Buna bağlı olarak sinapslar kırık birer köprü haline geldiği için, iletilerin (mesajların) nöronlar arasındaki iletimi bozulur. Bu kuramı destekleyen bir başka kanıt da birbiri ardına oluşan depresyon ataklarının, hastayı bir sonraki atağa daha açık hale getirmesidir.

ÇÖZÜM GLUTAMAT MI?

Ketamin deneyleri, glutamatın çözüm sağlayabileceğini gösterir ilk ipuçlarıdır.
Ketamin nöronların bozuk olan dendritlerini onardığı için mesaj iletimindeki aksaklıklar ortadan kalkar. Başka deneylerde de rTKS’nin glutamat düzeyini artırdığı ortaya çıktı.

Bilim insanları bütün bu bulguların ışığında,

– Depresyonun kimyasal bir dengesizlik olarak değil, nöronların yapısal bozukluğu olarak tanımlanmasının daha doğru olacağını düşünüyor.

Ancak bu tanım serotoninin tümüyle taca çıktığı anlamına gelmemeli.
Mischoulon, daha önceki araştırmaların yanlış değil, yalnızca eksik olduğuna
dikkat çekiyor. ABD’de psikiyatrinin kutsal kitabı olarak değerlendirilen
The Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders,
depresyonu kategorilere bölüyor.

Ancak hepsinin altında yatan nörofizyolojik mekanizmanın aynı olduğunu kabul ediyor. Yeni araştırmaların bunu değiştirebileceğini düşünen Mischoulon,

“Şimdi depresyon şemsiyesi altında çok çeşitli hastalıkların toplanmış olduğunu düşünüyoruz. Bu hastalıklarda glutamat da serotonin de suçlu sandalyesinde.” diyor.

YENİ BİR BAŞLANGIÇ

Eğer depresyon çeşitli hastalıkların ortak adıysa, insanlar depresyonun hangi alt tipine yakalanmış olduğunu nasıl anlayacak? Bunun bir yolu, hangi ilaçların iyi geldiğini saptamaktır. “Eğer ilk gün ketaminden fayda sağlamıyorsanız, hiçbir zaman sağlamayacaksınız demektir” diye konuşan Amerikan Akıl Sağlığı Enstitüsü’nden (NIMH) Carlos Zarate,

“Şu anda depresyonun hangi alt tipine yakalanmış olduğunuzu anlamak için
kanda kimi faktörleri belirleme aşamasındayız. Beyin taramaları da başka bir seçenek. Böylece hastanın ilaçlardan mı, yoksa konuşma terapisinden mi daha çok yarar sağlayacağını önceden anlayabileceğiz” diyor.

Bütün bu çalışmalar henüz emekleme evresinde. Ancak kan testlerinden sonuç alınıncaya dek depresyonla savaşımda (mücadelede) glutamat içerikli çok sayıda ilacın piyasaya çıkacağı kestiriliyor. AstraZeneca, Roche ve Janssen başta olmak üzere kimi ilaç şirketleri, hap şeklinde veya damar yoluyla uygulanan ilaçları birkaç yıl içinde
pazara sunmaya hazırlanıyor.

Ancak bilim insanları bir konuda rahatsız. Eğer glutamat beyni yeniden şekillendirebiliyorsa, beyinde kalıcı bir yapısal değişiklik yaratabilir mi?
Yale Üniversitesi’nden George Aghajanian, yineleyen (nükseden) depresyon ataklarına eğilimli olan hastalarda, Ketamin’in kalıcı düzelme sağladığına ilişkin somut verilere ulaşmış durumda.

Gelecekte depresyonun tanı (teşhis) ve sağaltımında (tedavisinde) ne gibi değişikliklerle karşılaşacağımızı şimdilik bilmesek de Glutamat, depresyonu bambaşka bir açıdan ele almamızı sağlayacak. Bu da psikiyatri tarihinde sık rastlanılan bir olgu değil.

Türkçesi: Reyhan Oksay
New Scientist, 27 Temmuz 2013
(Cumhuriyet Bilim Teknik 16.08.2013)

OBEZİTEDE DÜNYA ONUNCUSUYUZ

Dostlar,

Bir yandan şişmanlık (obesite), bir yandan “AÇLIK ÖLÜMLERİ“!
Son derece düşündürücü.. Bipolar bozukluk gibi.. (Manik ve depressif uçlar..)
Kabaca 1 milyar ŞİŞMAN insan 1 milyar da AÇ insan!
7+ milyar nüfusun en az 2 milyarı bu bağlamda ciddi sorunlu..
1 milyar AÇ İNSAN sayısı da KüreselleşTİRme = Yeni Emperyalizm politikalarıyla artışta..

  • 1 milyar AÇ İNSANIN 11 milyonu her yıl AÇLIKTAN ÖLMEKTE!

Bu rakam her 5 ölümden 1’i anlamına gelmekte ve son derece ciddi..
Öbür tüm ölüm nedenlerinin önünde.. Daha açık söyleyelim;

  • 1 numaralı ölüm nedeni, 21. yy’ın postmodern dünyasında, AÇLIK!

Dünya ekonomisi için çok ağır bir sorun.. Son birkaç onyılda ABD kökenli
“fast food” kültürü tüm dünyada çok yaygınlaştı(rıldı). Dünyaya “armağanı” da (!) milyonlarca “şişman” ve “fazla kilolu” insan oldu.

Kapitalizm, “fast food” kültürü yaratarak müşterilerini artırdığı ölçüde, kazancı da büyüdü dünya genelinde zincir marketleriyle. Yarattığı markaların “Franchising” gelirleri kasalarına aktı.. Derken, obesite – fazla kilo sorunu için “çare” yi de
yine kapitalizm üretiyor.. Çoook değişik kimyasal formüller, hatta ilaçlar,
kozmetik yöntemler, egzersiz aletleri ve “obesite cerahisi”!

Sağlık ve Gıda Bakanlıkları başta olmak üzere, Milli Eğitim (okullar!) ile Spor Bakanlığı ve yerel yönetimlerin basın ile işbirliği içinde, bu ciddi ve yaygınlığı giderek artan önemli “Halk Sağlığı Sorunu” nu yönetmek üzere ulusal ölçekte denetim programları geliştirmek ana görevleridir…

  • “Ulusal Şişmanlık Denetim Programı” hızla oluşturularak
    etkin biçimde uygulamaya konmalıdır. Daha kapsamlı olmak üzere,
    çok doğallıkla, açlık – yetersiz beslenme sorunu için
    “Ulusal Beslenme Programı” olmak zorundadır.

Obesite

Sevgi ve saygı ile.
İzmir, 31.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==============================================

Dünya obezite sıralamasında Meksika 1. olurken Türkiye 10’uncu sırada yer alıyor.

OBEZİTEDE DÜNYA ONUNCUSUYUZ

Obezite (şişmanlık) belki de 21. yüzyılın en ciddi sağlık sorunu olma yolunda ilerliyor. Hem dünya hem de Türkiye çapındaki rakamlar da bunu belgeliyor.

Türkiye obezite sıralamasında hızla üst sıralara tırmanırken, dünya genelinde de obezite ciddi şekilde artış gösteriyor. Sağlık Bakanlığı kısa süre sonra obeziteye karşı farkındalık yaratmak için bir çalışma içine girecek. Peki yeterli mi?

BM Gıda ve Tarım Örgütü (A. Saltık : FAO) 2013 yılı rakamlarına göre, ilk kez ABD’yi geçen Meksika, dünyanın en obez ülkesi oldu. Meksika’da nüfusun %32.8’i obez! Meksika’yı sırasıyla ABD, Suriye, Venezüela izlerken, Türkiye obezite liginde 10’uncu. Ülkede obezite sıklığı erkeklerde %20,5 kadınlarda %41,0 düzeyinde. Dünya çapındaysa ise “fazla kilolu” olanların oranı %34.6, “fazla kilolu + şişman”
(A. Saltık : 2’si birlikte) olanlar %64,9, “çok şişmanlar” ise %2,9 olarak belirlenmiş.

Yeniden Türkiye’ye dönelim, bölgesel olarak da ilginç veriler karşımıza çıkıyor. %33.1 oranla Doğu Karadeniz en obez bölgemiz olurken, Orta Anadolu %20,5 ile obezitenin en düşük olduğu bölge.

Sağlık Bakanlığı da bu rakamları dikkate almış olacak ki, obezite hakkında ciddi çalışmalar yapıyor. Bakanlık tarafından yaşama geçirilmeye hazırlanan ‘
’Türkiye Sağlıklı Beslenme ve Hareketli Hayat Programı’’nda kadınların %20’sinin günde yaklaşık 6 saat TV izlemesi verisi temel alınarak, TV kanallarında egzersiz programları yayımlanması, kadınların altın günleri için menü hazırlanması ve alışveriş merkezleri gibi toplu kullanım mekânlarında egzersiz yapılabilecek alanlar oluşturulması gibi hedefler yer alıyor.

Bakanlığın, bu önlemleri almasına neden olan gerekçeler arasında hazır gıda tüketimindeki çarpıcı rakamlar da önemli rol oynuyor. Türkiye’de hazır gıda ticari tüketim kanallarında yaklaşık 32 milyar TL’lik bir harcama olduğu görülüyor.
Yıllık verilere bakınca, hazır gıda tüketimi arttıkça obezitede de koşut (paralel) bir artış görmek mümkün olanaklı. 1997’de 25 yaş üstü bireylerde obezite sıklığında erkekler %18, kadınlar %33 oranında. 2010’da erkeklerde %27, kadınlarda %42’ye yükselmiş; 2013’te erkeklerde %20,5 kadınlarda %41’le bir düşüş görülüyor.

Ancak obezite gün geçtikçe artan bir sorun. Bu sorundan yola çıkarak uzmanlar obezitenin 2015’te erkeklerde %31, 2020’de %35, 2025’te %38’e kadınlarda ise yıllara göre sırasıyla %46, %49 ve %50’sinde bu rahatsızlığın görüleceğini öngörüyor.

Dünya’da çocuklar ve gençlerde de ciddi artışlar gösteren obezite, yapılan araştırmalara göre, ABD’de son 25 yılda 3,3, -ABD yıllık obezite tedavisi harcama gideri 127 milyar $-, İngiltere’de son 10 yılda 2,8 , Mısır’da son 18 yılda 3,9, Japonya’da son 25 yılda 2,5 , Avustralya’da ise son 10 yılda 4,6 kat artış gösterdi.

DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü) tarafından 2015 yılında dünyada 700 milyon “obez”,
2,3 milyar “fazla kilolu” insan olacağını bildiriliyor.

Toplumsal bir sorun olan obezite; insan sağlığını ciddi şekilde tehdit ediyor.

ARTIK ÇOCUKLARIN DA YÜKSEK TANSİYONU VAR

Beslenme ve Diyet Uzmanı Nil Şahin Gürhan anlatıyor :

-Obezite ne gibi hastalıklara neden oluyor?

Kadının gebe olduğu dönemden başlayarak bebeklik, çocukluk, yetişkinlik, yaşlılık her dönemde obezite sağlık sorunları getiriyor. Çocuklukta büyüme çizgisini bozuyor, çocuklarda artık yüksek tansiyon, şeker hastalığı görülüyor.

Obezite vücudumuzu erken yıpratıyor, yüksek tansiyon, şeker hastalığı,
cilt sorunları, saç sorunları ortaya çıkıyor. İnsan soyunu sağlık açısından
ciddi biçimde tehdit ediyor.

-Obeziteye gereğinden çok yemek yemek kadar kötü beslenme de
neden oluyor mu?

  • Obezitenin en önemli sebebi beslenmeye gereken özeni vermemek.

Yiyecek tüketirken, çabuk hazırlanmasından dolayı “fast food”a yöneliyoruz. Tükettiğimiz enerjiden çoğunu çok daha hızla alıp, o gün aldığınız enerjiyi bir günde tüketmemiz olanaklı olmuyor. Sonrasında fazla kalori alma, giderek şişmanlığa
yol açıyor. Siz ne denli kiloluysanız, yağ dokunuz fazlaysa, bedeniniz daha yavaş çalıştığı için, kilo almanız o kadar denli  kolay, vermeniz o ölçüde zor oluyor.
Bu durum obezitenin korunması ve sürdürülmesi (kronikleşmesi) için
zemin hazırlıyor.

– “Sağlıklı Beslenme ve Hareketli Hayat Programı” obeziteye karşı
çeşitli önlemler almayı hedefliyor. Sizce bu önlemler ne denli etkili olur?

Önemli olan insanların istemesi. Sağlık Bakanlığı’nın insanların egzersiz yapabilmesi açısından parklarda yapmış olduğu aletler, yürüyüş alanları var ama burada bireysel özen de gerekli. Sağlık Bakanlığı’nın beslenme eğitimlerinin desteği olacağını düşünüyorum. Obezite yoğun enerji alımından kaynaklanıyor. İnsanların kişi olarak da obeziteye savaş açıp, ayağa kalkmaları gerekiyor.
Çünkü kilolu insanlar gerçekten hareket etmiyor. Alışveriş merkezlerinde kimsenin egzersiz yapacağını zannetmiyorum çünkü insanların oraya gitme amaçları
çok farklı.

-Obezite ile mücadele dünya genelinde ne durumda?
Bu konuda Türkiye ile dünyayı karşılaştırır mısınız?

Türkiye’de en son ekmekle ilgili düzenlemeler yapıldı. Beyaz ekmektense
tam tahıllı ekmeğe ağırlık veriliyor. Çevrede spor için olanaklar oluyor,
son yapılan araştırmalarda doğaya dönüp rafine edilmiş yiyecekleri yaşamımızda azaltarak eskiye dönmeyi çalışıyoruz. Eskiden yaşamımız daha hareketliydi,
artık harcadığımız enerji çok azaldı bunları çoğaltmak amaçlanıyor.
Doğal yiyeceklere yönelmeye çalışılıyor. Alınan enerjiyi ve harcanan enerjiyi denetim altına almak hedefleniyor. Türkiye’de de dünyada da obeziteyle mücadele adına yapılan çalışmalar bu durumda. Ülkeler ölçeğinde çalışmalar yapılmalı diye düşünüyorum. (Cumhuriyet PAZAR Dergi 18.08.2013)

Kadına şiddet salgın boyutlarında


Dostlar
,

Türkiye gündemi gene çok yakıcı..

Suriye savaşı,
– Ekonomideki yangın,
Ergenekon vb. tertiplerin kurbanlarının yıllardır hapite tutulmaları.. vd.

Ama birtakım başka konuların da tümüyle gündemden dışlanmasına izin verilemez. Aşağıdaki yazı gibi..

Sayın Rita Urgan’ın çevirisi, Scientific American online/ (20 Haziran 2013),

  • Kadına şiddet salgın boyutlarında!

Arşivimide kalsın istemedik..

Sevgi ve saygı ile.
İstanbul, 31.8.13

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==============================================

Kadına şiddet salgın boyutlarında!

Dünyada her on kadından üçü yaşamının bir noktasında eski ya da halihazırdaki
eşi tarafından yumruk yemiş, yerlerde sürüklenmiş, çeşitli silahlarla korkutulmuş, tecavüze uğramış ya da başkaca şiddet içeren eylemlerle yüz yüze gelmiş…

Hemen hemen on kadından biri de eşinin dışında yabancı biri tarafından
cinsel tacize uğramıştır. İstatistikler, cinayete kurban giden kadınların üçte birinden çoğunun kocaları ya da erkek arkadaşları tarafından öldürüldüklerini gösteriyor.

Bu iç karartıcı istatistikler kadına şiddetle ilgili ilk küresel ve sistemli ölçümlerden geliyor. Lancet ve Science dergilerinde yayımlanan birbirleriyle bağlantılı araştırmalar kadınların ne sıklıkla eşleri tarafından öldürüldüklerini ve kaç kadının eşi tarafından şiddete uğradığını gözler önüne seriyor.

Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) yanı sıra, Londra Sağlık Bilgisi ve Tropikal Tıp Okulu ile Güney Afrika Tıp Araştırmaları Kurulu tarafından sunulan ilintili rapor ve yönergeler de kadınların eşleri dışındaki kişilerden ne sıklıkla cinsel şiddete uğradıklarını ve eş ya da bir başkası tarafından uygulanan şiddetin kadın sağlığı üzerindeki etkilerini irdeliyor.

Cinsel şiddet konusundaki araştırmalara katılan WHO uzmanlarından Claudia Garcia-Moreno,”Bu sayılar bizler için bir uyarı niteliğinde. Bu dünyanın her bir yerinde yaşanan ve kabul edilemeyecek boyutlara ulaşan bir sorun.” diyor.

WHO raporuna göre, şiddete uğrayan kadınların %42’si eşleri tarafından sakatlanıyor. Ne var ki, şiddet kadınlarda yaralanma ve sakatlanmaların dışında birtakım başka zararlara da yol açıyor.

  • Şiddet uygulayan eşler, kadınların bir sağlık kurumuna başvurmalarına,
    ilaç almalarına ya da gebeliği önleyici yöntemlerden yararlanmalarına da
    karşı çıkabiliyorlar.

Eşi tarafından şiddete uğrayan kadınların HIV ya da cinsel ilişki yoluyla bulaşan herhangi bir hastalığa yakalanma, kürtaj yaptırma, kilosu normalden düşük prematüre bebekler dünyaya getirme ve intihara girişme olasılıkları daha yüksek oluyor.

Bu kadınlar-eş tarafından uygulanan şiddetin hem nedeni, hem de sonucu olabilecek ögeler arasında sayılabilecek- yüksek düzeyde alkol tüketmeye ve depresyona girmeye de iki kat daha yatkın oluyorlar.

Dahası, araştırmacılar artan gerginliğin kadınlarda süreğen ağrılar, kalp hastalıkları ve mide ve bağırsak hastalıkları gibi ciddi birtakım sorunlara neden olduğuna da dikkat çekiyorlar.

Atlanta Üniversitesi’nden Kristin Dunkle, söz konusu istatistiksel değerlerin,
“şiddetin de” sigara ve alkol kullanımı gibi “anaakım” sağlık sorunlarıyla birlikte
ele alınması gerektiğine işaret ettiğini belirterek;

“Artık kimsenin başını kuma gömmesine izin veremeyeceğimiz bir noktadayız. Şiddet konusu ele alınmadığı sürece kadın sağlığından söz etmek abes olur,” diyor.

BİLİMİN GÜNDEMİNDE

Güney Afrika Tıp Araştırmaları Kurulu’nun başkanı Rachel Jewkes verilerin
cinsel şiddete bağlı olayların değerlendirilmesi ve konuyla ilgili bilgilerin yayılması yönünde yıllardır yürütülmekte olan çalışmaların bir ürünü olduğuna dikkat çekerek;

”Cinsel şiddeti ölçme girişimi bu olguyu bilimin gündemine taşıdığımız anlamına geliyor.” diye ekliyor.

Jewkes, 15-20 yıl gibi kısa bir süre öncesine dek, hükümetlerin ev içi şiddeti özel yaşamın kaçınılmaz bir parçası- çözüm getirme konusunda çaresiz kaldıkları bir durum- olarak ele aldıklarını dile getiriyor. Küresel çapta değerlere ulaşılmasının şiddeti “şiddetin ciddi bir konu olduğunu ortaya koymak için somut bir değere gerek duyan küresel güçlerin” ilgi odağı durumuna getirdiğini de sözlerine ekliyor.

Araştırmacılar, yaptıkları hesaplamaları derlemek için meslektaşlarının bu alandaki çalışmalarını ve “gri yayınlar” adıyla bilinen, hükümet yetkilileri tarafından
elde edilen istatistiklerle raporları taramadan geçirdiler. Söz gelimi, Londra Sağlık Bilimi ve Tropikal Tıp Okulu epidemiyoloji uzmanlarından Karen Devries,
kadına uygulanan şiddetin küresel bölgelere ve yaş aralıklarına göre yaygınlığını araştırmak amacıyla, onlarca bilim insanının 25 bini aşkın araştırma özetini gözden geçirdiğine dikkat çekiyor.

Devries ve arkadaşları şiddetin ülkeler çapında, ya da ülke içindeki geniş bölgeler çapındaki yaygınlığına işaret eden araştırmaların izini sürdüler. Ayrıca uluslararası çapta dört büyük araştırmayla ilgili ek çözümlemelerden de yararlandılar. Hesaplamalar, toplamda 81 ülkeden 141 araştırmanın verilerine dayanmaktaydı.

KÜRESEL ÇEŞİTLİLİK

Araştırmalar tasarımsal farklılıklarına ve yöntemsel niteliklerine göre düzenlendi. %54 ile %78 arasında değişen en yüksek düzeyde eş şiddetine Sahra altı Afrika’nın merkezinde tanık olundu. Ancak gelirin yüksek olduğu kimi Asya ülkelerinde, Kuzey Amerika’da ve Batı Avrupa’da bile şiddet oranlarının %15’in üzerine çıktığı görüldü. Eş dışındaki kişiler tarafından uygulanan cinsel şiddet hesaba katıldığında,
bu oranlarda çarpıcı bir yükselişe tanık olundu.

Araştırmalarla ilgili birtakım boşluklar söz konusu. Örneğin eşler tarafından uygulanan şiddet konusunda Afrika’nın merkezi, Doğu Asya ve Latin Amerika’nın güneyinden gelen veriler çok azdı. Ayrıca, araştırmalarda duygusal şiddetle ilgili
bir değerlendirme yapılmadı ve hesaplamalarda eşin cinsiyeti hesaba katılmamakla birlikte, çoğu araştırma çalışmalarında salt erkek eşlerle ilgili bilgilere yer verildi. Dahası, cinayetle ilgili raporların birçoğu faillerin kurbanlarla ilişkileri konusundaki bilgileri içermiyordu.

Yine de, biraraya getirilen veriler araştırmacıların ülke çapında ve yöresel kıyaslamalar yapmalarına ve toplumsal koşullarla politikaların şiddetin yaygınlaşmasında nasıl bir etki yarattığı yönünde savlar oluşturmalarına olanak tanıyacak.

Şiddet konusunda gerçek değerlere ulaşılmasıyla birlikte hükümetler ve toplum araştırmacıları, bunun önüne geçilmesi yönünde çok daha donanımlı bir konuma gelmiş olacaklar.

Rita Urgan
Scientific American online/, 20 Haziran 2013
(Bilim Teknik 16.08.2013)

Sağlıkçı risk altında

 


Sağlıkçı risk altında
İğne yapılırken ya da kateter takılırken yaşanan ele iğne batması sonucunda hastane çalışanları Hepatit B, Hepatit C, HIV/AIDS, KKKAH (Kırım Kongo Kanamalı Ateşi) gibi çok ciddi hastalıkları kapabiliyorlar

Hemşireler ve öbür sağlık çalışanları kan alırken, iğne yaparken ya da kateter takarken ellerine iğne batmasından kaynaklanan yaralanmalar ile sık karşılaşıyor.

Araştırmalara göre, dünyadaki 35 milyon sağlık çalışanı her yıl Hepatit B, Hepatit C, HIV/AIDS, Kırım Kongo Kanamalı Ateşi Hastalığı (KKKAH) ve kuş gribi ile sonuçlanabilen 2 milyon iğne batma yaralanması yaşıyor, hatta yaşamını yitiriyor.

Mesleksel kazalar ve sonuçları Türkiye’de de 450 bin sağlık çalışanını yakından ilgilendiriyor. “Görünmeyen tehlike” olarak adlandıran bu yaralanmaların güvenli sağlık ürünlerinin kullanması ile ortadan kalkabileceğine dikkat çeken uzmanlar,

“Güvenli ürünlere geçilmelidir. Sağlık çalışanı kan aldıktan ya da iğne yaptıktan sonra bu ürünleri kapakla, iki eliyle kapamak yerine, tek elle, ürünün üzerindeki-yanındaki düğmeye basarak otomatik kapanmasını sağlıyor ve risk en aza inmiş oluyor.” dediler.

Avrupa’da her yıl bir milyondan çok iğne batma yaralanması olduğu kestiriliyor. Tüm olguların %40 – 75’inin de raporlanmadığı belirtiliyor. Bu tür kaza ve yaralanmalar, hem sağlık hem de ekonomik açıdan ciddi zararlara yol açıyor. Becton Dickinson (BD) Klinik İşler Müdürü Dr. Nedim Albayrak, iğne batma yaralanmalarının ülkemizde de çok sık görüldüğünü, eğitim ve güvenlikli ürünlerin kullanımı ile bu riskin rahatlıkla ortadan kaldırılabileceğini söyledi. Güvenli ürünlerin kullanımı ile ilgili ABD’de ve Avrupa’da yasal düzenlemelerin yapıldığını,
bu ürünlerin zorunlu olduğunu kaydeden Albayrak, “Ülkemizde şu an böyle bir yasa yok. Bu konu ile ilgili risk analizleri yapılmalı, eğitimlerle farkındalık yaratılmalı ve güvenlikli ürünlere geçilmeli” dedi. (Cumhuriyet, 29.8.13)