Yazar arşivleri: Ahmet SALTIK

Ahmet SALTIK hakkında

Atılım Üniversitesi Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet SALTIK’ın özgeçmişi için manşette tıklayınız: CV_Ahmet_SALTIK Hekim (Halk Sağlığı Profesörü), Hukukçu (Sağlık Hukuku Uzmanı) Mülkiyeli (Kamu Yönetimi - Siyaset Bilimci)

Mustafa BALBAY : Delil hukuku

Mustafa BALBAY

Delil Hukuku

Türkiye’de “iktidar hukuku”nun gölgesinde kalan önemli bir kavram var:

Delil hukuku.

Hukuk biliminin gelişmesiyle birlikte ortaya çıkan ana unsurlardan biri olan
delil hukukunun anayasası diyebileceğimiz cümle şudur:

  • “Bir kişiyi neyle suçluyorsanız, onun delilini orta koymak zorundasınız; 
    delil usule uygun elde edilmiş olmalı, hiçbir şüpheye yer vermeyecek kadar kesin ve net olmalıdır.”

Bu anayasaya dayalı olarak delille ilgili herhangi bir şüphe varsa,
bundan sanığın yararlanması ilke olarak benimsenmiştir.

Hukuka aykırı yöntemlerle elde edilen deliller, bir kişinin suçlu olduğunu kanıtlasa bile mahkemelerce çöp sepetine atılmıştır.

Geçen aylarda izlediğim bir cinayet filminin sonunda hâkim, sanıkla ilgili kimi delillerin saklandığını, kimilerinin değiştirildiğini görünce şu cümleyi kullanmıştı:

“Bu durum cinayetten daha vahimdir.”

***

Anayasa Mahkemesi’nin 19 Aralık Çarşamba günü aldığı karar yukarıdaki satırları bir kez daha anımsamamıza neden oldu.

Mahkeme, “Suç sabit bile olsa, bunu kanıtlayan deliller hukuk dışı yöntemlerle elde edilmişse, mahkûmiyet verilemez” dedi.

Bu davada yargılananların temsil ettikleri kurumlardaki yerlerine bakınca
şunu söylemeden edemiyorsunuz:

Bu kişiler hakkında hukuksuz delille dava açılıyorsa, güç sahipleri kime ne yapmaz.

Silivri zulmünün kökü bundan ibaret.

Hukuksuz deliller… Çürük gizli tanıklar… Gerçekleşmemiş olaylar…
Üst üste yığılmış birbirine benzemez dosyalar…

Delillerin sakatlanmış olduğu ya da hukuksuz elde edildiği ortaya konduğunda
mahkeme heyetinin yanıtı şu oluyor:

“Bu konudaki kararın hüküm aşamasında verilmesine…”

Şöyle bir örnekle durumu daha net açıklayabiliriz:

Yemek yapmak için gerekli bütün malzemeleri topluyorsunuz. Malzemelerin bozulmuş, küflenmiş, kullanım tarihi geçmiş olmasına bakmaksızın yemeği yapıyorsunuz.
Bu konudaki uyarılar için de, “Yemek piştikten sonra tadına bakarken onu da
kontrol ederiz..” diyorsunuz.

O noktada hangi malzemeyi ötekinden ayırabilirsiniz?

Diyelim ki bütün malzemeler tazeymiş ama kullanılan yağ zeytinyağı yerine
motor yağıymış, o yemek yenebilir mi?

Delillerin hukuki olup olmadığına bakmaksızın davayı sürdürmek,
buna ilişkin kararı hüküm aşamasına bırakmak böyle bir şey.

Mahkemenin yıllar sürdüğünü düşünürseniz, verdiğimiz örnek hafif kalıyor.
Zira dava birleştirmeleri çorba pişerken üzerine hoşaf ilave edilmesine,
sonra kazanın büyütülerek hoşaf çorbasının üzerine hiç temizlenmeden
balık konmasına, biraz da dondurmayla marul ekleyip,
kaynadıktan sonra fırına verilmesine benziyor.

Davalar böyle bir mantıkla yürürken, “Bırakın hukuk işlesin”demek ne anlama gelir?

Artık benzetmenin devamını okura bırakıyorum!

***

Delil hukukuna girmişken benimle ilgili durumu da okurun bilgisine sunmak istiyorum.

Hakkımdaki başlıca “delil”, bana ait bilgisayarlardan çıktığı iddia edilen notlar, dokümanlar.

Bilgisayar verilerinin, yani dijital verilerin delil değeri taşıyabilmesi için bilgisayara
el konduğu anda imajının çıkarılıp sahibine ya da avukatına verilmesi gerekiyor.
Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 134. maddesi bunu zorunlu kılıyor.

Bana ya da avukatıma bilgisayarların imajı verilmedi. Ben 1 Temmuz 2008’de gözaltına alındıktan sonra 5 Temmuz’da savcılıkça sorgulandım. Savcı, “bilgisayarınızdan çıkanlar”diye başlayıp sorular sordu.

Dava açıldıktan sonra delil klasörlerindeki polis kaydından gördük ki,
benim bilgisayarların imajı 7 Temmuz 2008’de çıkarılmış. Bilgisayarım bir bakıma mühürlenerek içinde bulunan her şeyin hiç dokunulmadan kayıt altına alınması anlamına gelen “hash değeri” de o gün çıkarılmış.

Bu, delilin sakatlandığını, hukuki yolla elde edilmediğini gösteriyor.
Hukuk diliyle bunun delil değeri yok.

Bunların ötesinde bana ait olduğu iddia edilen, 8 yıllık zaman dilimini kapsayan notların tümü 26 Şubat 2007 gecesi toplam 3-3.5 dakikada oluşturulmuş görünüyor.
Kimileri bunun kanıtı nerede, yoksa mahkemenin kabul etmediği üniversite bilirkişi raporu mu diyor. Hayır, o değil. Bunun kanıtı ikinci iddianamenin 204 No’lu delil klasöründe, Emniyet terörle mücadele şubesi (TEM) polislerinin yaptığı, “1 No’lu delile ait özellikler” başlıklı çalışmanın içinde.

Mahkemenin istemiyle TÜBİTAK tarafından yapılan incelemede de bu notların
kopya olduğu vurgulanıyor.

Bütün bu kuşkular, sakatlıklar yelpazesi içinde mahkeme, delillerin hukuki değeri olup olmadığına ilişkin kararını “hüküm aşamasında” verecek.

AYDINLIK Gazetesi’nin 25 Aralık 2012 günlü sayısı ve yorumlarımız..

Dostlar,

AYDINLIK Gazetesi’nden tarihsel bir kapak :

  • İşte 4 yıl gizlenen Ergenekon şeması!
  • Ergenekon mahkemesi bu belgeyi (?) 4 yıldır neden sakladı??
  • Ergenekon mahkemesi’nin sanıklardan sakladığı başkaca belge var mı? Varsa ve bunlar hakkında sanıkların savunması alınmadı ise nasıl oldu da savcı 13 Aralık 2012’de esas hakkında görüş (mütala) bildirme isteminde bulunabildi ve de mahkeme bu istemi nasıl yerinde görebildi??

Menemen’de yüzbinlerce Kubilay..

82 yıl sonra, Kubilay’ın gerici dinci yobazlar tarafından kurban edilmesi,
yüzbinlerin coşkulu ve içten katılımı ile Menemen’de 23 Aralık 2012 günü anıldı..
Bu görkemli anmaya emek veren herkese engin bir şükranla..

Hataylıların barışa inancı büyüyor..
ÖNCÜ KADINLARIN 22.12.12 günkü coşkulu Suriye Barışı mitingi,
tüm engellemelere karşın çok başarılı oldu ve yöre halkının özgüveni arttı.
Bu gün barış, dünden daha yakın Türkiye ve kardeş Suriye sınırına..

Sevgi ve saygı ile.
26.12.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

ODTÜ’ye Destek : TÜMÖD BASIN AÇIKLAMASI

Dostlar,

Bizim de üyesi olduğumuz ve benimsediğimz TÜMÖD’ün basın açıklamasını
aşağıda sunuyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
26.12.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=====================================

TÜMÖD BASIN AÇIKLAMASI
25 Aralık 2012, Ankara

Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde yaşanan kaygı verici olaylar sonrasında, Üniversitenin Rektörü Sayın Prof. Dr. Ahmet Acar’ın ortaya koyduğu tepki,
içinde bulunduğumuz dönem açısından önemli bir dönüm noktası oluşturmuştur. ‘Üniversiteler suskundur’ yönünde ortaya konulan görüşlerin gerçeklerle bağlantısızlığı böylece bir kez daha ortaya çıkmıştır. Gerçekte siyasi iktidarın üniversite özerkliği
ve bilim özgürlüğü konularındaki tutumuna karşı olan hoşnutsuzluk giderek yaygınlaşmaktadır.

Bununla birlikte sayıları az da olsa bazı üniversite yöneticilerinin bilim insanlığı onuruyla bağdaştırılması olanaksız bir tutum sergiledikleri görülmektedir.

Birbirileriyle yarışa girmiş oldukları bu görüntü, utanç ve esef vericidir.

TÜMÖD olarak, ODTÜ Rektörü Sayın Prof. Dr. Ahmet Acar’ın bu onurlu tutumuna karşı çıkışları onaylamıyor ve şiddetle kınıyoruz.

Prof. Dr. Alpaslan IŞIKLI
TÜMÖD Genel Başkanı

Cumhuriyet gazetesinin 25 Aralık 2012 günlü sayısı ve yorumlarımız..

Cumhuriyet gazetesinin 25 Aralık 2012 günlü sayısı ve yorumlarımız aşağıda..

Öncelikle; Türkiye Cumhuriyeti’nin 2. Cumhurbaşkanı İsmet İNÖNÜ hakkında
gazetenin hiçbir haber yapmayışını esefle karşılıyoruz.

Atatürk’ün kadim dostu ve sağ kolu, 1 numaralı dava arkadaşı için bu yapılamaz.
39 yıl önce bu günlerdeki baskılarının tıpkıbasımlarını ek olarak vermelidir.
Hatasını telafi için bu Pazar kapsamlı haber-yayın-söyleşi yapmalıdır Cumhuriyet!

Bereket, dostumuz Av. Ertuğrul Latif Kazancı‘nın kendi çabasının ürünü olan
2. sayfadaki yazısı yayımlandı.. O da olmasaydı ??

* CHP’li vekillerin cezaevleri raporu insanlık dışı uygulamaları bir kez daha gözler önüne seriyor

Yasak, işkence, beton

Sessiz ölüm  : F tipi 40 cezaevini ziyaret edip, 80 tutuklu ve hükümlüyle görüşen
CHP milletvekilleri Ağbaba, Özel ve Demir, raporlarında her cezaevinin ayrı sorunu olduğunu belirtiyor. Üç milletvekili izlenimlerini, “F tipleri izsiz işkence, sessiz ölüm demek. Balbay’ın koğuşu tecrit, Sedat Peker’in VIP. Birçok cezaevinde robokop denilen ‘A takımı’ var, kamerasız odalarda işkence yapılıyor.

  • Mahkûmlar kelepçeli ameliyat ediliyor, kadınlar çırılçıplak aranıyor.
    diye özetliyor.

Büyüyünce tahliye istiyor

Vekiller çok dokunaklı öyküler de anlattı. Ağbaba, Bakırköy Kadın Cezaevi’nde görüştükleri ve “Ülkemde güneşi görmek istiyorum” diyen Magdelena Martha’nın
2 ay sonra öldüğünü aktarıyor. Adı Lazca “mutluluk” demek olan ve annesinin yanında kalan Şana’ya “Büyüyünce ne olmak istiyorsun” diye sormuşlar. “Tahliye olmak istiyorum” karşılığını vermiş. Bir çocuğa da pilli bebek çok görülmüş.

  • Cezaevlerinde olup biten bu insanlık suçunu şiddetle kınıyoruz.

Uluslararası İnsan Hakları Kuruluşları derin kış uykularından
ne zaman uyanacaklar? Türkiye parçalanınca mı?

“AB müktesebatı” tarihin müzesine mi kaldırıldı?

Ortadoğu’ya “demokrasi ve insan hakları” getirme (!) sevdalısı
Atlantik ötesi “trajik” müttefikimiz  3 maymunları oynamayı sürdürecek mi?

Ya AB – ABD muhiplerine ne demeli? Dün son Osmanlı Padişahı 6. Mehmet Vahdettin de “İngiliz Muhipleri Derneği” kurmuş ve Kemal Paşa için idam fermanı çıkarmış, Kuvvacıları isyancı ilan etmişti..

Sonuç ne oldu ?? Yurtseverler kazandı! Gene kazanacak..

* ODTÜ’ye gözdağı 

YÖK harekete geçti. 12 üniversite Erdoğan’a destek verdi

ODTÜ’deki protestoyla ilgili Başbakan Erdoğan’ın şikâyetinin ardından düğmeye basıldı. YÖK Başkanı, rektör ve öğretim üyelerinin olaylara etkisini incelemesi için Denetleme Kurulu’nu görevlendirdi. İncelemenin ardından soruşturma açılabilecek.

Aralarında İstanbul, Marmara, İTÜ, Yıldız Teknik, Galatasaray, Mimar Sinan ve Hacettepe’nin de bulunduğu 12 üniversiteden ise “öğrenci şiddetini” kınayan açıklamalar yapıldı. Üniversitelerin “polis şiddeti”ne ise hiç değinmemesi dikkat çekti.

Bizim de mensubu olduğumuz Ankara Üniv. öğretim üyelerinin
ODTÜ’ye destek açıklamasını aynen paylaşıyor, onaylıyor ve imzalıyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
26.12.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Namus ve Cesaret…

Av. Ertuğrul Latif KAZANCI
Eski ADD Genel Başkanı

Ertugrul_Kazanci_portresi

Namus ve Cesaret…

  • 25 Aralık 1973 günü aramızdan ayrılan İsmet İnönü,
    Atatürk’e saldıramayanların ilk hedefidir. Onların yükselttikleri Cumhuriyet
    ve devrim değerleri, kimilerince yıkılmak istenilen amaçlardır.
    Atatürk’ün deyişiyle: “Her büyük işin ehli ve faili” İnönü,
    Ulusun ters dönmüş alınyazısını yenmiş” komutan,
    Mudanya ve Lozan” yapıcısı diplomat,
    yetkin ve demokrat bir devlet adamıdır.

Toplumsal bellek, bazı özdeyişlerin tazeliğini koruduğuna tanıktır.
Örneğin İsmet İnönü;

  • Namus erbabı, en az namussuzlar kadar cesaretli olmadıkça
    o ülke sömürge olur.” der.

Sömürü, biri dışa bağlı, bir diğeri ise içten içe olmak kaydıyla iki türlüdür.
Emperyalizmin “mazlum” uluslar üzerindeki yüzyıllara dayalı saldırısını Anadolu’da yenilgiye uğratan irade, dış sömürüyü yok eden güçtür.

1936’daki iş yasasıyla emeği değerlendiren, “Kamu İktisadi Teşekkülleri” eliyle çalışma, üretim ve ucuz tüketim sağlayan adımlar, iç sömürü karşıtlıklarıdır.
1940 yılında “Köy Enstitüleri” kuran, “vurguncu, tefeci ve teneffüs ettiğimiz havadan bile haksız kazanç peşindeki batakçı tüccarı” silmek için 1942’de “Varlık” vergisi çıkaran, 1945 yılında “çiftçiyi topraklandırma” yasası ardında
yer alan tavırlar, yine iç sömürüye karşı çıkışlardır.

Cumhuriyet ve devrimin halktan yana tüm safhalarında birbirlerine güç vererek tamamlayan iki öğe daima Atatürk ve İnönü’dür. Örneğin, 28 Eylül 1930 tarihli “Cumhuriyet” gazetesinde, başbakanlık görevinden istifa eden İnönü’ye ilişkin bir haber şöyledir:

“İsmet İnönü, devlet yönetiminin başkalarınca üstlenilmesine fırsat vermek için başbakanlığı yeniden ve Atatürk’ün ısrarına karşın kabul etmemekte direnmiş,
ısrardan sonra kabul etmiştir. İnönü’nün başbakanlığı kabul etmeme direnişini açıklayan Atatürk, ‘İktidar mevkiinin başka bir deneyime dayanıklılığı olmadığını’ belirterek
‘Eğer İnönü, hükümet kurmaktan kesin şekilde kaçınsaydı, başbakanlığı bizzat üstlenmekten başka çare kalmazdı. Ya ben, ya o’ demiştir”.

Değer ölçütü…

Namus erbabı, eğer namussuzlar kadar cesaret sahibi olmasalardı;
“Kurtuluş” Savaşı’nda İstanbul hükümetinin idam fermanından korkarak zafer için
çaba göstermezlerdi.

Namus erbabı, eğer namussuzlar kadar cesaret taşımasalardı,
bu ülke boş ve asılsız kör geleneklerin tutsaklığına teslim olacaktı.

Namus erbabı, eğer namussuzlar kadar cesaretli davranmasalardı,
“aymazlık, sapkınlık ve hıyanet” içindeki karanlıklar “galebe” çalacaklardı.

Namus, sadece bireysel söz ve davranışlarla sınırlı değildir.
Namusun onurlu sınırsızlığı, ülke ve ulusa yönelen bağlılıktır.
Mandacılığı yadsıyan, emperyalist ülkelere peş keş edilmiş siyasetleri silkeleyen
ve tıpkı şanlı Anadolu İhtilali gibi dirençlerle yoğurulmuş kalkışmalardır.

Halk kitlelerini yanıltarak toplumsal değer yargılarını saptırmak ve böylece politikada kulaç atmak, namusluca iş değildir. İnönü’nün ölçütü şudur:

“Politika ciddi bir iştir. Çünkü devlet yönetme sanatıdır. Politikacı da devlet yönetme sanatına talip olan kişidir. Onun için özü ve sözü doğru olmalıdır.”

İnönü, “doğruluk” kıstasıyla politika ve politikacıyı namus kavramı içine çekmektedir.

İnönü’nün: “Varsın bütün ret ve inkârlar devri üzerimde yaşansın” yaklaşımını göze alarak teşvik ettiği demokrasiyi, devrim değerlerini yok etme pahasına
çoğunluk diktalarına döndürenleri, tarih yargılayacaktır.

Sonuç

“İnönü Savaşları” kahramanı, “Mudanya Ateşkesi” ve “Lozan” antlaşmalarının yapıcısı, Cumhuriyetin kurucularından İnönü’yü
sevgiyle anıyoruz. İsmet İnönü, bu ülke ve halkın şükran duyması gereken
en saygın kişilerindendir.

O, kendisini düzeysizce hedefleyenlere de hep tek yanıtla yetinmiştir:

“Haydi canım sen de!..”
(Cumhuriyet, 25.12.12)

============================================

Dostlar,

Değerli dostumuz, ADD’de dava arkadaşımız (kendileri Genel Başkan iken biz de Genel Başkan Yardımcısı ve zaman zaman da Genel Başkan Vekili idik)
Av. Ertuğrul Latif Kazancı‘nın yazısı tek sözcükle “mükemmel” bir derleme..

Hoşgörüsüyle ve hoşgörünüzle bir minik ama önemsediğimiz katkı yapalım :

1936 tarihli İş Yasası Türkiye’nin ilk iş yasası değil.

ILO (International Labor Organization – Uluslararası Çalışma Örgütü)
1919 kuruluşlu, Milletler Cemiyeti‘nden de eski bir uluslararası uzmanlık kuruluşudur (1920). Atatürk’ün Türkiye’si 1932’de (18 Temmuz) “özel çağrı” ile bu kuruma üye olur. ILO’ya üyelik ise 9 gün daha öncedir (9 Temmuz 1932). ILO’nun da katkılarıyla ülkemiz, büyük Atatürk döneminde, emeğe saygısının ürünü olarak İŞYASASI çıkarır.

Ancak, 1. TBMM’nin 151 sayılı ve 1921 tarihli yasasının adı “AMELE BİRLİĞİ” dir. O saygın 1. TBMM, ülkemiz daha sıcak savaş içinde iken, işgal altında iken, özellikle Zonguldak kömür madenlerindeki işçilerimiz için, Osmanlı’nın beceremediği eylemi (kadük olan 1865 tarihli Dilaver Paşa Nizamnamesi!) olağanüstü ağır koşullar altında başarmıştır. Günümüzde, Ankara Hoşdere Caddesindeki “Zonguldak Amele Birliği” binası, bu bağlamda nostaljik ve narin bir tarihsel yapı olarak dünden bugüne bize – tarihe çok değerli bir emekçi armağanıdır.

(Daha sonra 1971’de 1475 sayılı İş Kanunu ve 2003’te 4857 sayılı İş Kanunu’nu yaptık. 30 Haziran 2012’de İş Güvenliği Yasası çıkardık.. Ancak Türkiye iş sağlığı ve güvenliği bağlamında dünyanın en olumsuz ülkelerinden olmayı sürdürüyor
ne acı ki..)

Büyük Atatürk’ün kadim dostu ve can yoldaşı İsmet İnönü‘ye sonsuz şükranla..

Sevgi ve saygı ile.
25.12.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Kamu hastaneleri artık şirket gibi yönetilecek

Kamu hastaneleri artık şirket gibi yönetilecek!

İstanbul’daki devlet hastaneleri, Sağlıkta Dönüşüm Projesi kapsamında oluşturulan Kamu Hastane Birlikleri (KHB) çatısı altında 5 bölgeye ayrıldı.

İstanbul Sağlık Müdürü Ali İhsan Dokucu, İstanbul Halk Sağlığı Müdürü Mustafa Taşdemir, İstanbul KHB Koordinatör Genel Sekreteri ve Beyoğlu Bölgesi Genel Sekreteri Güven Bektemür, Bakırköy Bölgesi Genel Sekreteri İhsan Bakır,
Fatih Bölgesi Genel Sekreteri Hamza Müslümanoğlu, Anadolu Kuzey Bölgesi
Genel Sekreteri Şuayip Birinci, Anadolu Güney Bölgesi Genel Sekreteri
Tuncay Palteki 
ile düzenlediği basın toplantısında, İstanbul’da KHB’nin yapılanması ve yeni sağlık sistemine ilişkin bilgi verdi.

Dokucu, İstanbul Sağlık Müdürlüğü’nün önceki yapılanma kapsamında yetki ve sorumluluk alanlarının farklı olduğunu, Sağlık Bakanlığı ve Bağlı Kuruluşlarının
Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname‘nin (663 sayılı Yasa Gücünde Kararname) yayınlanmasının ardından ise yapısal anlamda birçok değişiklik meydana geldiğini belirtti.

Yeni yapılanma kapsamında 19 Mart’ta Halk Sağlığı Müdürlüğü‘nün, KHB’ye bağlı genel sekreterliklerin ise 2 Kasım’da hizmete girdiğini ifade eden Dokucu, İstanbul’daki devlet hastanelerinin KHB çatısı altında 5 bölgeye ayrıldığını, her bir bölgenin 5 genel sekreterin sorumluluğuna girdiğini kaydetti.

Dokucu, halkın, giderek yükselme eğiliminde olan sağlık hizmetlerinden memnuniyet oranını daha yükseğe tırmandırma konusunda güçbirliği içinde olduklarını anlattı.
Sağlık alanındaki 2012 yılı verilerine de değinen Dokucu, yılın 11 ayında devlet hastanelerinin polikliniklerinde 34 milyon 363 bin hasta kabul edildiğini, 8 milyon 745 bin hastaya acil hizmeti verildiğini, 245 bin 500 ameliyat gerçekleştirildiğini söyledi.

İstanbul Halk Sağlığı Müdürü Mustafa Taşdemir, görev alanlarına ilişkin bilgi vererek, koruyucu sağlık hizmetleri, laboratuvar hizmetleri ve aile hekimliği hizmetlerinin müdürlüğüne bağlı olduğunu belirtti. Taşdemir, müdürlük çatısı altında 21 şube müdürlüğünün bulunduğunu aktardı.

Genel sekreterler sorumluluk alanlarını anlattı

İstanbul KHB Koordinatör Genel Sekreteri ve Beyoğlu Bölgesi Genel Sekreteri
Güven Bektemür, KHB’nin illerdeki yapılanması olan genel sekreterlikler ve KHB’nin görevlerine ilişkin bilgi verdi. Genel sekreterin altında Tıbbi Hizmetler Başkanı,
İdari Hizmetler Başkanı, Mali Hizmetler Başkanı ile hastane yöneticisinin görev yapacağını anlatan Bektemür, KHB’nin hastane yapılanmasında ise hastane yöneticisinin altında başhekim, idari ve mali işler müdürü ile bakım hizmetleri müdürünün yer alacağını anlattı.

Beyoğlu bölgesinde (Beşiktaş, Beyoğlu, Eyüp, Kağıthane, Sarıyer, Şişli, Gaziosmanpaşa) 2 milyon 253 bin 120 kişiye hizmet verdiklerini belirten Bektemür, bölgede 5’i eğitim ve araştırma hastanesi olmak üzere 11 hastanenin yer aldığını
ifade etti. Bakırköy Bölgesi Genel Sekreteri İhsan Bakır, bölgede (Avcılar, Başakşehir, Beylikdüzü, Büyükçekmece, Çatalca, Esenyurt, Küçükçekmece, Silivri, Bağcılar, Bahçelievler, Bakırköy, Esenler, Güngören) 4 milyon 897 bin 216 kişiye hizmet verdiklerini anlatarak, bölgede 2 ağız ve diş sağlığı merkezi, 6 eğitim ve araştırma hastanesi olmak üzere toplam 16 hastanenin bulunduğunu aktardı.

Fatih Bölgesi Genel Sekreteri Hamza Müslümanoğlu, bölgede (Arnavutköy, Bayrampaşa, Fatih, Sultangazi, Zeytinburnu) 1 milyon 665 bin 760 kişiye hizmet verdiklerini bildirdi. Müslümanoğlu, bölgede 4’ü eğitim ve araştırma hastanesi
olmak üzere toplam 7 hastanenin vatandaşlara hizmet verdiğini söyledi.

Anadolu Kuzey Bölgesi Genel Sekreteri Şuayip Birinci, bölgede (Beykoz, Çekmeköy, Sancaktepe, Şile, Ümraniye, Üsküdar, Ataşehir, Kadıköy) 2 milyon 809 bin 965 kişiye
7 eğitim ve araştırma hastanesi, 3 devlet hastanesi, 4 ağız ve diş sağlığı merkezi,
bir fizik tedavi ve rehabilitasyon merkeziyle hizmet verdiklerini aktardı.

Anadolu Güney Bölgesi Genel Sekreteri Tuncay Palteki, bölgede (Adalar, Kartal, Maltepe, Pendik, Sultanbeyli, Tuzla) 2 milyon 12 bin 777 vatandaşa 4’ü eğitim ve araştırma hastanesi olmak üzere toplam 13 hastaneyle hizmet sunduklarını kaydetti.
(AA, 25.12.12)

==============================================

Dostlar,

AKP’nin sağlık politikası da dış kökenli. IMF ve DB (Dünya Bankası tarafından)
AB’nin de onayı ile harfiyen yazılarak dayatılmakta 10 yıldır..

Son adım da 663 sayılı yasa gücünde kararname ile geçen yıl (2011) 2 Kasım’da atıldı ve SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM “efsanesi-masalı” tamamlanmış oluyor. ABD’de geri dönülen batık sistem ülkemize dayatılıyor.

Geçtiğimiz günlerde sitemizde yazdık..
35-36 yıllık devlet memuru bir hekim olarak, kendi fakültemizin (AÜTF-Ankara Üniv. Tıp Fak.) hastanesinde öğretim üyesi meslektaşlarımıza muayene için 25 TL ödeme yaptık.

Bu “haraç” dün yoktu!

Bize yazılan reçete için de 5 TL ödedik.

Bu “haraç” da dün yoktu..

İlaç bedeline %20 “katkı” payı da ödedik ayrıca.
Bu dün de vardı ancak bedeli ödenmeyen epey ilaç var SGK listesinde..
Bunlar “OTC (Over The Counter) ilaç” sayıldı.. Bir bölümü de bitkisel ilaç, gıda desteği vb. sayılarak ruhsatları Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’na aktarıldı.

Yataklı hizmetlerde ve pek çok tıbbi girişimde de “haraç” lar var ayrıca..
Örn. “bir tıbbi girişim” için 18 TL ayrıca ödedik.

Bankadan para çekerken ya da teminat mektubu-çek vb. işlemlerde “provizyon” ;
(ön onay!) istenir(di).  Şimdi ise önce SKG web sitesinden hasta için “provizyon” 
(ön izin!) isteniyor. SGK vize vermezse hiçbir sağlık hizmeti almanız
söz konusu değil
. Bunun içinde primleriniz = ek vergilerinizin düzenli-eksiksiz yatırılmış olmalı!

Şimdi bizim (benim) kişisel hasta memnuniyetimiz düne göre artmalı mı, azalmalı mı?

Sağlık Bakanlığı’nın “hasta memnuniyeti araştırnaları” en son ne zaman yapılmıştı sahi?

Tarafsız gözlemciler eşliğinde bu “hasta memnuniyeti” (!?) araştırmaları
yinelemeye – yenilemeye ne buyurur Sağlık Bakanı Dr. Akdağ??

Değerli meslektaşım Prof. Dr. İlker Belek‘in (Akdeniz Üniv. Tıp Fak. Halk Sağlığı AbD- Antalya) “SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM Halkın Sağlığına Emperyalist Saldırı” adlı kitabını okumanızı önerebilir miyim ?? (Yazılama yayınevi)

Sevgi ve saygı ile.
25.12.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

İsmet İNÖNÜ.. 40 yıl sonra..


Dostlar,

25 Aralık 1973 idi tarih.. 40 yıl önce..
Hacettepe Tıp’ta 3. sınıfta idim.
Bahçede yürüyordum bir öğlen vakti..
Bir aracın radyosundan “İsmet İnönü” sözleri geçti birkaç kez..
Dikkatimi verdim ve dinledim..
Korktuğum / kestirdiğim gibi idi..
Türkiye Cumhuriyeti’nın 2 numarası yaşama veda etmişti 89 yaşında.

Kendimi öksüz kalmış gibi algıladım..
ATA’dan sonra, O’nun sağ kolu İnönü de gitmişti..
Türkiye adeta öksüz kalmıştı..
Nitekim 12 Eylül’ü yaşadık..
O’ndan önce Maraş ve Çorum kırımlarını yaşadık..
Sonra Sivas kırımı..
Yurtsever aydınlarımızın kırımı izledi birbirini..

Günümüzden tam 11 yıl önce bu gün, ADD Yalova Şubemizin başkanı Sayın Abdullah Öz, bizi davet etmişt İNÖNÜ anması için..
O zaman Edirne’de idik.. Kalktık gittik ve aşağıdaki sunumu yaptık.
Daha sonra bu sununun ilginç bir anısı oldu..
Uygun fırsatta paylaşırız..
Sabah Anıtkabir’e giderek saat 10:00’da rahmetli İnönü’ye saygımızı sunacağuz. Ailesine en iyi dileklerimizi de..

11 yıl önce Yalova ADD’de İsmet İNÖNÜ için neler söylemişiz,
izlemek için lütfen erişkeyi (linki) tıklar mısınız ??

Yalova, İnönü anması, 25.12.03
Sevgi ve saygı ile.
25.12.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK

www.ahmetsaltik.net

Mezhep Savaşları


E. Amiral Türker ERTÜRK

portresi_sade

MEZHEP SAVAŞLARI

Bugün emperyalizmin Türkiye’nin de içinde bulunduğu geniş Ortadoğu coğrafyası üzerinde yapmak istediği ve bu konuda epeyce mesafe kaydettiği işlerin başında
Sünni-Şii eksende bir mezhep kavgasını başlatmak gelmektedir.

Enerji kaynakları bakımından dünyanın en zengin yeri olan ve bu zenginliği en az 50 yıl daha sürdüreceği bilinen bu bölgede emperyalist hegemonyanın devam ettirilebilmesi ve Büyük Ortadoğu Projesi’nin gerçekleştirilebilmesi için mezhep ayrılığı üzerinden çatışmalar zincirini başlatmak büyük önem arz etmektedir.

İsrail’in 14 Mayıs 1948’de bağımsız devlet olarak kurulmasından itibaren bugüne kadar bölgenin ana anlaşmazlık konusu Filistin sorunu ve bunun üzerinden Arap-İsrail çatışması idi.

Şimdi bu anlaşmazlığı ve bunun üzerinden gelişen Arap-İsrail çatışmasını ikinci plana itecek olanSünni-Şii savaşının bölgeye egemen olması için yatırımlar yapılmakta ve bu savaşı yaygınlaştıracak ve uzun sürdürecek nifak tohumları ekilmeye çalışılmaktadır. Bölgede İsrail’in güvenliğini sağlamak ve Nil-Fırat arasında İsrail’i emperyalizmin temsilcisi olarak etkin bir bölge gücü yapabilmek için bu şarttır.

Otuz Yıl Savaşları

Tarih göstermiştir ki, tüm savaşlar ve çatışmalar görünen neden ne olursa olsun daima siyasi ve ekonomik çıkarların üzerine oturur. Haçlı seferleri ve 1618-1648 arasında Avrupa’da gerçekleşen ve adına Otuz Yıl Savaşları denen mezhep savaşlarında da gerçek neden siyasi ve ekonomikti.

Arkasındaki esas neden siyasi ve ekonomik de olsa, din ve mezhep eksenine oturan anlaşmazlıklarda ve savaşlarda ayrımlar çok keskinleşir, taraflar daha acımasızlaşır,
bir araya gelip anlaşmazlıkları gidermek güçleşir ve başlayan bir savaşı durdurmak
çok zorlaşır.

Türkiye bacağı Alevi-Sünni çatışması olan ve geniş Ortadoğu bölgesinde ateşlenen ve yaygınlaşması için üzerine petrol dökülen Sünni-Şii mezhep savaşı ile ulaşılmak istenen belli başlı hedefleri şu şekilde sıralayabiliriz;

*Bölgeyi istikrarsızlaştırmak ve mezhepsel kompartımanlara ayırmak,

*Ulus devletlere son vermek,

*Arap Milliyetçiliğini yok ederek en az 100 yıl Arapların bir araya gelmesinin
önünü kesmek,

*İslam’ı radikalleştirmek ve Batı dünyasının birlikteliği için ihtiyaç duyulan düşman ihtiyacını karşılamak,

Müslümanı Müslümana kırdırmak

* Antiemperyalist tavır sergileyen ve hegemonyaya direnen İran’ın başını çektiği Şiileri yalnızlaştırmak ve Sünniler için düşmanlaştırmak,

*Sünni İslam’ı dönüştürmek ve işbirlikçi hale getirmek,

*Müslümanı Müslümana kırdırmak ve enerjisini birbirini tüketmek için harcatmak,

*Kukla Kürt Devleti oluşumunun önündeki engelleri kaldırmak,

*Bu anlaşmazlıklarla ve savaşlarla bölgeyi Batı’nı hakemliğine ve arabuluculuğuna
daha fazla mecbur etmek,

* Ve bölgenin enerji kaynaklarını götürmektir.

Bölgede Müslüman Kardeşlerin desteklenmesi ve Mısır’da İslami diktatörlük peşinde olan Mursi’nin arkasında durulmasının nedeni budur.

Anımsarsanız yaklaşık bir yıl önce 18 Mart Üniversitesi Rektörü Prof.Dr. Sedat Laçiner 27 Aralık 2011’de TRT’de “Bir insanın Şii olması Hıristiyan olmasından kötü, çünkü Hıristiyan nihayetinde ehli kitaptır; üç dinden bir tanesidir.
Allah onu selamete erdirebilir, belki de cennete de koyabilir. Şii ise sapkınlık var, orada dini bozmaya çalışmak var.“
 demişti.

Bu akıl, bilim ve izandan yoksun sözler üzerine Türkiye’deki Alevi ve Caferiler tepki göstermiş, insanlar arasında kin ve nefret duygularını körüklemeye yönelik bu açıklamalar için yargı yoluna gideceklerini ifade etmişlerdi. Laçiner bunun üzerine
“tam olarak ben bunu söylemek istemedim” dediyse de, söylediklerini densizlik ve maksadını aşan sözler olarak kıymetlendirmek biraz saflık olur.

Mezhepsel kışkırtıcılık yapılıyor

Biliyorsunuz Irak Başbakanı Maliki Erdoğan’ı bölgede mezhepsel kışkırtıcılık yapmakla suçlamaktadır. Aynı yönde suçlama Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad tarafından da yapılmaktadır. Rusya ve İran’da Türkiye’nin bölgede mezhepsel kışkırtıcılık yaptığını söylemektedir.

4+4+4 adı altındaki orta çağ karanlığının eğitim sistemi, okullarda kıyafet serbestisi, Diyanet’te ülkemizde yaşayan Alevi ve Caferileri yok sayan hoşgörüsüz Sünni köktendinci yapılanma,Karacaahmet Cemevi’ne karşı “ucubedir” söylemi, Cemevleri’ni ibadethane saymayan ve ancak kültür evi olabilirler yaklaşımları, emperyalistler tarafından dizayn edilen Sünni-Şii mezhep çatışmasının değirmenine bilinçli olarak taşınan sulardır.

AKP yönetiminde ülkemiz, göz göre göre etnik ve mezhepsel bir iç savaşa doğru koşar adımlarla gitmektedir. Çünkü emperyalizmin çıkarları bunu gerektirmektedir. Çünkü emperyalizm tarafından operasyonla getirilmiş olan Erdoğan görevini yerine getirmektedir.

Yaklaşmakta olan bu iç savaş için Sünni, Alevi ve Caferi yurttaşlarımızı sağduyulu ve uyanık olmaya davet ediyorum. Ama aynı daveti yetkililer için yapamıyorum.
Çünkü Türkiye’de yönetim mekanizmasını ele geçirenler emperyalizmin bölgemizde ve ülkemizde tetiklemeye ve yaygınlaştırmaya çalıştığı bu mezhepsel savaşın tarafıdırlar.

Saygılar sunarım. (25.12.12)

============================================

Dostlar,

E. Amiral Türker Ertürk’ten, dehşet verici uyarılarla dolu bir yazı..

Özellikle şu 2 paragraf ürpertici :

  • AKP yönetiminde ülkemiz, göz göre göre etnik ve mezhepsel bir iç savaşa doğru koşar adımlarla gitmektedir. Çünkü emperyalizmin çıkarları bunu gerektirmektedir. Çünkü emperyalizm tarafından operasyonla getirilmiş olan Erdoğan görevini yerine getirmektedir.
  • Yaklaşmakta olan bu iç savaş için Sünni, Alevi ve Caferi yurttaşlarımızı sağduyulu ve uyanık olmaya davet ediyorum. Ama aynı daveti yetkililer için yapamıyorum.

Çünkü Türkiye’de yönetim mekanizmasını ele geçirenler emperyalizmin bölgemizde ve ülkemizde tetiklemeye ve yaygınlaştırmaya çalıştığı bu mezhepsel savaşın tarafıdırlar.

Serinkanlılıkla okunmalı ve “bir şey yapılmalı”, “bir şey yapılmalı”..
hem de tez elden..

Sevgi ve saygı ile.
25.12.12, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

SELÇUK EREZ : Maria Becket’i yitirdik..

SELÇUK EREZ
 

Maria Becket’i yitirdik

Maria Becket’in yitiminin beni ve kendisini yeterince bilenleri çok üzmesinin
birçok nedeni vardır. Onun “yaratıcı bir demokrasi ve insan hakları savaşçısı” olması bunların başında gelir.

Maria, Atinalı bir işadamının kızıdır. 2. Dünya Savaşı’nda Atina, Alman işgalindeyken
SS görevlilerinin babasını gözlerinin önünde öldüresiye dövdüklerini hiçbir zaman unutamamıştır.

Maria, yıllar sonra evlenip Cenevre’ye yerleştiğinde yurdunda iktidara gelen cuntanın yaptıkları, O’na, Alman işgalinde gördüklerini anımsatır. Kalkar, demokrasi açısından duyarlı sandığı İskandinav ülkelerine gider, yetkililere Cunta’nın cinayetlerini anlatır,
bu yönetimle ilişkilerini kesmelerini ister. Sonuç alamaz.

Cenevre’ye döndükten kısa bir süre sonra bir otelin resepsiyonunda otuz kadar pasaportun bulunduğunu görür. Otel katibi bir an için yerinden uzaklaşmıştır. Pasaportları çantasına atıp kaçar.

Maria, bu pasaportlara, ülkesinden yollanan resimleri yapıştırarak Cunta’nın aradığı birçok kişinin Yunanistan’dan kaçabilmesini sağlamıştır. Maria’nın pasaportlarından birinin de Mihri Belli’nin sıkıyönetim varlığında Türkiye’den kaçmasını sağladığı bilinir.

Cunta’nın varlığını sürdürüdüğünü gören Maria, bu sefer Yaser Arafat’a gider,
yüz Yunanlı genci gerillacı yetiştirmesini ister. Maria, bu gençlerle adalarda Yunan Cuntasına karşı silahlı kalkınma başlatacaktır. Gençler – bu ara kendisi de- eğitilir ama Türkiye, Kıbrıs’a çıkınca Cunta düşer (1974), kalkışmaya gerek kalmaz.

Maria’nın ataları, Yunanistan’a Türkiye’den gitmişlerdir: Özdeşleştiği Patrikhane’nin yeryüzünde etkinliğini artırmak için ne yapabileceğini düşünür. Maria, Patrikhane adına “Din, Bilim ve Çevre” konferansları düzenler. Bu konferanslarda birçok dinin önde gelenleri, çevre uzmanlarının anlattıklarını dinler, cemaatlarına çevreye saygının önemini açıklamak için gereken bilgileri edinirler.

Nobel ödülleri arasında “çevre”yi kollayana verileni yoktur. “Sofinin Dünyası” kitabının getirisiyle desteklenen “Sofi-Çevre Ödülü” Nobel’in bu eksiğini bütünler.
Düzenlenen Çevre Konferansları nedeniyle İstanbul Rum Patriği’ne
(dünyanın her yerinde “Ekümenik” olarak anılmaktadır) Sofi ödülü verilmiştir.

Maria Becket’i anmamızın nedeni, O’nun karşı çıktığı, altetmeye çabaladığı faşizmin
bugün de yeryüzünde birçok yerde ve ülkemde varolmasıdır. Ben, demokrasi için direnen genç eylemcilerin, “direnmede yaratıcılıklar sergileyen” öncüllerinin, özellikle Maria Becket gibi kadın demokrasi savaşçılarının öykülerinden esinlenmelerinin yararına inanmaktayım. (www.selcukerez.com)
(23.12.12, Cumhuriyet Pazar eki)