7 Temmuz 2014 Pazartesi

BU ÇÖZÜM DEĞİL, DAĞILMA SÜRECİDİR

Birgül AYMAN GÜLER
CHP İzmir Milletvekili


AKP Hükümeti, 26 Haziran 2014 günü, TBMM Başkanlığı’na bir yasa tasarısı verdi. Yazı hemen ertesi gün işleme sokuldu.

Tasarı 1/941 Esas sayılı. Adı Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun Tasarısı.

Tasarı, son iki maddesinden biri, yayımlandığı tarihte yürürlüğe gireceğini söyleyen madde, diğeri de hükümlerin Bakanlar Kurulu tarafından yürütüleceğini gösteren yürütme maddesi. Buna göre Tasarı yalnızca 4 maddeden oluşuyor.

Tasarı 2 – 3 – 4 Temmuz 2014 günleri İçişleri Komisyonu’nda görüşüldü.

AKP Tasarısına MHP karşı çıkarken, HDP ve CHP destek verdi.

Basında yer aldığına göre, İnsan Hakları İşleri Genel Başkan Yardımcısı Sezgin TANRIKULU, CHP örgütlerine yazı gönderdi. CHP’nin “çözüm süreci”ne katıldığını, örgütlere bunun çevreye anlatılması görevini verdiğini bildirdi.

Komisyon’da toplam 6 üyesi olan CHP’den 2 üye grubun kararına katılmadı. Biri, Bolu Milletvekili Tanju ÖZCAN, diğeri de İzmir Milletvekili olarak ben oldum.

Grup tutumundan ayrıldık ve destek vermeyerek Komisyon'da “red” oyu kullandığımızı açıkladık.

NEDEN RED OYU? : Müzakerelerin Niteliği

Konuyla ilgili toplam 4 maddelik Tasarı, “çözüm süreci” için, gerçekte ise “PKK ile müzakere”ler için yasal zemin anlamına geliyor.

Yasala Bağlamak. Şimdiye kadar yapılan müzakereler yasa-dışı yapılmıştı. PKK, yasa-dışı görüşmelerde muhatap alınmakla birlikte, “taraf” statüsü kazanamamıştı. Şimdi, bu Tasarı yasalaşırsa PKK bir terör örgütü olmaktan çıkıp “müzakerenin ikinci tarafı” olarak meşru hale gelecek. Onun siyasal uzantısı BDP/HDP de, “uzantı” olma suçlamasından kurtulup resmi uzantı olarak muhatap alınacak. Kısacası, Tasarı’nın adında yer alan “terörün sona erdirilmesi”nde terörle mücadele yerini tümüyle terör örgütüyle müzakereye bırakmış durumda.

Mücadele Yok Müzakere Var. Bu yön değişikliği taraflarca da açıkça dile getiriliyor. İçişleri Bakanı Ala, “paradigma değiştirdik” derken, Başbakan Yardımcısı Atalay “güvenlikçi politikayı terk ettik” derken bunu ilan ediyor. Bu sayede “cenaze gelmiyor”, “anaların gözyaşları dindi”! Toplumun büyük bölümü bu değişikliği destekliyor, “biz de gücümüzü bu destekten alıyoruz” diyerek akan suları durduruyorlar.

PKK ‘Taraf’ Oldu. Bu noktada HDP, verdiği önergelerde yazılı olarak da belgelediği üzere, dinen gözyaşlarının yanı sıra başka bazı sonuçlar doğduğunu ve bundan büyük memnuniyet duyduğunu söylüyor.

(1) Müzakerelerin tarafları tanımlanmış olacak,
(2) Müzakerelere kurumsal bir kimlik tanınmış olacak,
(3) Yabancı kurum, kuruluş, kişilerden üçüncü-tarafsız gözlemci heyet olacak.

Anaların gözyaşlarının dinmesiyle durulan sular, böylece yeniden dalgalanıyor.

(1) PKK yasal “taraf” haline gelince ‘terör’ kapsamından çıkıyor. PKK eylemlerine ilişkin olarak alınmış her türlü önlem, medeni – cezai suç kapsamına girer hale geliyor.

(2) “Taraf”ın yer aldığı müzakerelerin kurumlaşmasıyla birlikte, eski PKK yeni ‘taraf’ın ileri süreceği siyasal taleplerin yerine getirilme zorunluluğu yaratılmış oluyor.

(3) Devreye “üçüncü taraf” olarak yabancı devlet temsilcilerinin kabul edilmesi için boyunlar eğiliyor.

Yabancı Gözlemci Heyet. AKP yetkilileri “biz böyle bir şey dedik mi?” diyerek, “taraf”ın beklentilerini duymazdan gelme çabasına düşerken, şaşılacak biçimde kimi CHP’liler “korku, paranoya”dan kurtulmak gerektiğini dile getirebiliyorlar.

Oysa, egemenlik alanına yabancı devletlerin şu ya da bu biçimde müdahalesi söz konusu olunca beliren düşünce ya da duygular korku – paranoyadan değil, dosdoğru Tarih Bilinci’nden kaynaklanır. Basit bir “mali gözetim komisyonu”nun nasıl Rüsum-u Sitte’ye, ondan da Düyunu Umumiye dönüştüğü, kendi tarihimizden dünyaya mal olmuş büyük bir derstir. Bir kez başladıktan sonra yarı-sömürgeleşmeye, parçalanmaya, Cumhuriyet doğduktan sonra da taa 1954 yılına kadar dişten tırnaktan artırılana el koymaya uzanmış yapışkanlık…

NEDEN RED OYU? : Müzakerelerin İçeriği

Tasarı’nın 2. Maddesinde, “çözüm süreci” için 8 alanda adım atılması, Hükümet’e görev olarak verilmektedir: (1) Siyasi, (2) Hukuki, (3) Sosyoekonomik, (4) Psikolojik, (5) Kültür, (6) İnsan hakları, (7) Güvenlik, (8) Silahsızlandırma.

“Taraf”lar Anlaşmıştır. HDP’nin önergesinde bunlara (9) Ekoloji, (10) Hakikatlerle yüzleşme başlıkları eklenmiştir. AKP Tasarısı’ndaki son iki madde ise, “Karşılıklı Silahsızlandırma” ve “De-militarizasyon” diye yazılmıştır.

AKP Hükümeti’nin Tasarısı, müzakerelerin içeriğine ve özellikle (1) Siyasi, (2) Hukuki alanlarda atılacak adımlara ilişkin en ufak bir ipucu vermezken, HDP önergelerinde bu açıdan beklentiler yazıya dökülmüştür.

Siyasi Hedefler. HDP’nin müzakerelerden siyasal – hukuksal beklentilerinin başında “Ortak Vatan – Eşit Vatandaşlık” ilkelerinin anayasal bakımdan tanınması gelmektedir.

Eşit Vatandaşlık, önergelerde “demokratik eşit siyaset hakkının tanınması” olarak dile getirilmiştir. Bundan kastedilen, yurttaşların bireysel eşitlikleri değil, etnik toplulukların eşitlikleridir.

Bu görüşe göre Türkçe, bir etnik topluluk olarak gördükleri Türklerin anadili iken resmi dil olmuştur. Bu, “eşit vatandaşlık” ilkesine aykırıdır; diğer etnisitelerin anadilleri de resmi dil olarak kabul edilmelidir. Eşit siyaset hakkı, ancak böyle sağlanacaktır.

Ortak Vatan ise, Türkiye’nin “Türkiye’de yaşayan herkesin vatanı olması” anlamına gelmez. Zaten halihazırda Türkiye, tüm vatandaşların vatanıdır. Ortak Vatan’dan kastedilen şey başka bir şeydir; ilgililerin çeşitli kongre kararlarında ve yetkililerinin açıklamalarında şöyle tanımlanmaktadır:

“Ortak Vatan Türkiye ve Kürdistan’dır. Kürdistan temsilcilerinin Türkiye parlamentosuna göndereceği temsilcileriyle Ortak Vatan politikalarına katılmaları gerekir.” Bu talep, yasama sürecinde “uluslararası sözleşmelerdeki çekincelerin kaldırılması”, “yerel/bölgesel özerklik” talepleri çerçevesinde dile getirilmektedir.

Bu taleplere ilişkin ayrıntılı bilgi, İçişleri Komisyonu görüşme tutanaklarından elde edilebilir.

Hukuki Hedefler. AKP Hükümeti, Tasarı’da adım atılacağını belirlediği hukuki alanda neler yapılmak istendiği konusunda ne yazılı ne sözlü hiçbir ipucu vermezken, ‘taraf’ HDP bazı açıklamalar vermektedir.

(1) Anayasa değişikliği elzemdir; ulusal devleti kuran “Türk vatandaşlığı” kurumunun Anayasa’dan çıkarılması hedeflenmektedir.

(2) Yeni Anayasa, tek değil çok resmi-dil uygulamasını kabul edecektir.

(3) Anayasa, merkeziyetçilik ilkesi yerine ademi merkeziyetçilik sistemini benimseyecektir.

Milliyetler Devleti. Türk vatandaşlığı yerine TC Vatandaşlığı kurumunun getirilmesi, “Türk” sıfatını ulusal siyasal kimlik olmaktan çıkaracak, etnik topluluk sıfatı haline getirecektir. Böylece, tüm etnik toplulukların anadillerinin resmi dil haline getirilmesi için gerekli “temizlik” yapılmış olacaktır. [HDP ‘taraf’ı ve bazı CHP milletvekilleri bunu ‘kollektif haklar’ terimiyle dile getirmektedir]

Böyle bir temizlik, ulusal devlet örgütlenmesi yerine “milliyetler devleti” kurmak demektir. Şimdiki anayasal düzende Madde 3, “Türkiye Devleti ….. ve milletiyle bölünmez bir bütündür” ilkesi bu hedefin önündeki temel engeli oluşturmaktadır.

İçişleri Komisyonu’ndaki görüşmelerden anlaşılmıştır ki, aslında iki ayrı değil aynı tarafta yer alan AKP – PKK/HDP ve yazık ki kimi CHP yöneticileri, şimdi ve önümüzdeki dönemde elbirliğiyle “milletin bölünmesi ve milliyetler devleti kurulması” hedefi için çaba sarf edeceklerdir.

Federal Devlet. Hukuki düzenlemeler arasında yer alacağı belirtilen “uluslararası sözleşmelerdeki çekincelerin kaldırılması” konusu, “yerel yönetimlerin güçlendirilmesi” biçimindeki söylemler, Anayasa’nın “idare” bölümünde ademi merkeziyetçilik yönünde değişiklikler yapılmasının hedeflendiğini göstermektedir.

Bu yönde şimdiye kadar çeşitli adımlar atılmıştır.

Bunlardan ikisi önemlidir. Birincisi, 2005 yılında İl Özel İdaresi Kanunu ile Belediye Kanunu’nda bunlar “idari ve mali özerk yönetimler” olarak tanımlanarak federal örgütlenme [subsidiarite] anlayışının içine çekilmişlerdir. İkincisi, 2012 yılında Türkiye’nin üretim ve ticaretinde çok büyük bir bölümü yaratan 30 il, il-genelinde yetkili büyükşehir belediyeciliğinin yönetimine verilmiştir.

Daha şimdiden, ‘taraf’ HDP, yerel yönetimlere madenlerden “pay verilmesi talebi”nde bulunmaktadır. Bu teklif, yerel yönetimlerin “mali desantralizasyon” değil “mali federalizm” ilkesine göre kaynaklandırılmasını istemek demektir.

‘Taraf’ HDP, hukuki düzenlemelerin, AB projesi olan Bölgesel Kalkınma Ajansları temelinde 26 bölgeye özerklik verme temelinde yapılmasını dile getirmekle birlikte, bu isteklerini asıl olarak “Kürdistan” diye adlandırdıkları tek özerk bölge için sıcak tuttuklarını görmek zor değildir.

Bu hedef, Anayasa’nın Madde 3’ünde “Türkiye Devleti ülkesi ….. ile bölünmez bir bütündür”, yani üniterdir; federal ya da bölgesi devlet olmaz diyen maddesine çarpıp durmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, bütün güçlerini “Yeni Anayasa” için harcamak zorundadırlar.

‘Taraf’ HDP’nin, CHP yönetimi tarafından da dile getirilmekte olan Terörle Mücadele Yasası’nın, Türk Ceza Kanunu gibi yasalardaki anti-demokratik düzenlemelerin kaldırılması talepleri, yukarıda açıklanan hedeflerin tamamlayıcılarıdır.

HDP, bütün bunlara ek olarak tüm yasalarda “ayrımcı ve ırkçı” ifadelerin temizlenmesi hedefini de yazıya dökmüştür. Burada “ırkçı” ifadelerin ‘taraf’a göre ‘Türk’ sözcüğünden ibaret olduğu artık kimse için sır değildir.

DEĞERLENDİRME

“Çözüm süreci”, Türkiye’de ulusal ve üniter devlet örgütlenmesini dağıtma sürecidir.

Bu girişim, ülkemizde etnik topluluklar ayrışmasına ve buna hızla eklenecek mezhepler kopuşuna sürükleyecek bir girişimdir.

Bu girişimin sağlayacağı ileri sürülen “kalıcı barış”, Türkiye’nin birlik ve bütünlüğünün kaldırılması şartına bağlanmıştır. PKK/HDP’nin istediği, AKP Hükümeti’nin getirdiği ve CHP yönetiminin destek verdiği Tasarı, terörü Cumhuriyet Rejimi’ni teslim ederek sona erdirmeye hizmet etmektedir.

Hepimizin isteği terörün sona erdirilmesidir. 

Ama bunun bedeli milliyetlere ayrışmak ve toprakta egemenliğin paylaşılması ise, Türkiye kendinden vazgeçerek teröre teslim oluyor demektir. 

Bu ise terörün sona erdirilmesi değil, ülkeyi bir bütün olarak büyük teröre sürüklemek anlamına gelir.

Ülkemizin dağılma sürecine destek vermemiz, elbette mümkün değildir.


6 Temmuz 2014 Pazar

10 AĞUSTOS GÜNAHI KİMİN?


AYDINLIK, 06.07.2014
Sandıklı cumhurbaşkanlığı için aday belirleyenler, sandığa gidip oy kullanacak seçmen kadar sıkıntı çekmemiş görünüyor.

Günün sorusu “10 Ağustos’ta ne yapacağız?” oldu.

AK(P)KK gericiliğine karşı çıkış aranıyor. Çıkış yolu CHP – MHP tarafından gösterilecekti. Onlar “ters köşe” yapmayı yeğlediler. Gerçekten de “ters köşe” yaptılar. Ama göründüğü kadarıyla AKP’ye değil kendi seçmenlerine…

PARTİLİLER ile YÖNETİCİLER

Şimdi bu partilerin seçmenleri partililere, partililer de partilerinin yöneticilerine bakıyor. Yöneticiler, ‘bizim adayımız değil, ortak aday’ diyorlar. ‘Parti kurullarından kararımız yok. Yalnızca keşfi yaptık, adayı çektik çıkardık, size sunuyoruz, o kadar’!

Partililer doğal olarak, ‘e o halde çatıdaki aday partililer için bağlayıcı değil” hükmüne varıyorlar.

Parti yöneticileri buna kızıyor. O kadar çok kızıyorlar ki, anayasal görevlerini yerine getiren ve seçenek üretmeye girişen milletvekillerine disiplin hatırlatması yapıyorlar. Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla durumu. Milletvekiline ve Parti Meclisi üyesine yapılan hatırlatma, partinin her üyesi için yeter. Onlara ayrıca bir şey demeye gerek yok.

İyi ama, hani parti kararı yoktu; aday da partinin adayı değildi! Bu durumda disiplin sopasını hangi el tutacak? Bu sopayı tutacak bir el yok. Daha açıklayıcı söyleyelim. Anayasa’da ‘aday milletvekillerince gösterilir’ hükmü var; parti yetkili kurullarının aldığı bir karar yok. Bu durumda disiplin sopasını tutacak hukuksal bir el de yok.

Parti yöneticileri o zaman ‘tamam’ diyorlar. ‘Hukuksal gerekçe yok, ama etik var. Siyasal etik gereğince her partili, partisinin kararını yanlış bulsa da uymak zorundadır.’

Gerçekten de bu doğrudur. Doğru olmasına doğru da, ortada bu çatı aday için alınmış bir ‘parti kararı’ yok. Aday parti meclislerinde görüşülmedi; açıklanmadan önce de açıklandıktan sonra da…

Yöneticilerin yanıtları tükenmiyor. ‘Parti kararı olmayabilir; partiyi temsil eden genel başkanlık böyle uygun görmüşse onun sözü partinin sözüdür; sana kabul etmek düşer’.

İşte diyalog burada nihayete eriyor. Çünkü bir anda 17. yüzyılda l'État c'est moi (devlet benim) sözüyle tarihe geçen Fransız Kralı Louis Le Grand (Büyük Lui) Ruhu zuhur ediyor.

PARTİ HUKUKU

Ama zaman değişik. 21. yüzyıldayız. Monarşiler biteli çok oldu. Parti oligarşileri de zamanını doldurdu. Şimdi demokratik merkeziyetçilik zamanı. Parti yapıları meşruiyetini parti hukukundan alıyor.

Partilerde genel başkanlıklar karar organı değil; temsiliyet makamı. Temsiliyeti, karar organlarının temsiliyeti demek. Karar yoksa, temsiliyet makamının sözü de yok. Ve yine genel başkanlık karar organı değil; merkez yönetim kurulu ile birlikte yürütme organı. Temel karar organı yoksa, kendisinin de yürütme gücü yok.

Zamanımızda saygı da bağlılık da parti hukukuyla bir bütün. Pusulamızın birinci yönü parti hukuku. Eğer bu yön kaybolmuşsa, pusulamızın ikinci yönü parti programı ve partinin temel ilkeleri. Parti disiplini bu iki kutba bakar. Parti hukuku ortadan kalkmışsa, partinin ilkeleri var. Eğer hukuksuzluğun yanı sıra ilkelere de aykırılık varsa, aynı ‘kanunsuz emir’e uymanın suç sayılması gibi, uydumakılla yürümek de suç olur.

Parti yöneticileri – partililer arasındaki tartışma böyle çözüldü.

PARTİLİLER ile SEÇMENLER

Şimdi büyük tartışma partililer – seçmenler arasında. 10 Ağustos 2014 gününe kadar sürecek. Bütün kalbiyle AKP’nin ders almasını isteyen çatı seçmeni, bütün kalbiyle AKP’nin sandığa gömülmesini isteyen partililere acı bir soru soruyor: Oy kullanmaya gideyim mi, gitmeyeyim mi? Gidip de geçersiz oy mu vereyim?

Partilerin çatıları, çatıdaki adayla kendi seçmenlerini ‘ters köşe’ye yatırdılar.

Açmaz ortadan kalksın diye elimizden geleni yaptık. Seçmen de biz de yine üstümüze düşeni yaparız. Ama herkes bilmeli ki, günah bizden gitti. 10 Ağustos 2014 günü sonuç ne olursa olsun, bunun günahı seçmende de olmayacak.

Hadi bakalım, hepimize kolay gelsin.

1 Temmuz 2014 Salı

SEÇENEKSİZ DEĞİLİZ

Birgül AYMAN GÜLER
AYDINLIK, 29.06.2014


2007’deki büyük yanlış ekimi, yedi yıl sonra şimdi uç verdi.

Cumhurbaşkanlığı, yerelden küresele her türlü egemen odağın doğrudan oyun alanına dahil edildi. Bu gerçek, elbette en erken aşamada, adayların belirlenmesi sırasında ortaya çıktı.

2007’deki büyük yanlış, AKP’nin cumhurbaşkanlığı sistemini değiştirme atağıydı. Bu atak 21 Ekim 2007’de referandum sandığına girmiş ve tüm seçmenin yalnızca %45’inin onayını almıştı. Anketlerde ise başkanlık rejimine o zamandan bu zamana hep %65 “hayır” çıktı.

Sandıklı cumhurbaşkanlığı başkanlık rejimi demektir; demek ki halkın buna rızası yoktur.

YEDİ YILLIK SUSKUNLUK NEDEN?

Gel gör ki, koca yedi yıl boyunca, hep başka önemli işler vardı; bu konu hep ama hep unutuldu. Hatırlatıldığında da, İmambakır Üküş’ün yazdığı gibi ‘ŞYZD Anlayışı’ tarafından "Şimdi Yeri Zamanı Değil”cilik eliyle bastırıldı.

Belki de ilk sorumuz bu olmalı: Neden? 2007 yılında TBMM’de “hayır” dediğimiz, Anayasa Mahkemesi’ne gittiğimiz, referandumda da reddettiğimiz bu değişiklikle ilgili olarak yedi yıl boyunca ne yapıldı? Sükut ikrardan gelirmiş; yoksa bu değişikliğe öyle göründüğü kadar güçlü ve gerçek bir itirazımız yok muydu?

Şimdi, 2014 sıcağında, yedi yıl önce karşı olduğumuz işe ortağız. Başkanlık rejimi demek olan sandıklı-cumhurbaşkanlığı seçiminde başarı elde etmek için uğraşıyoruz.

OOLLSUUUN!

Bir yanda, “Recep Tayyip Erdoğan olmasın da ne olursa olsun” düşüncesi var. CHP – MHP çatılarının çatı adayı bu olanağı verecek umuduyla bekleyiş. Bu pek öfkeli bir beklenti.

Bu kişi:

- 2007 yılında AKP tarafından düşünülen cumhurbaşkanı adayı idi, -Olsun!
- Geleneksel – küresel değerlere bağlıyım diyor, ulusal değerlere değil diyor; -Olsun!
- Cumhuriyetçi değil, Osmanlıcıdır; -Olsun!
- Laiklik dediği Anglo-Amerikan sekülerliğidir, halifeliği de içerir; -Olsun!
- Siyasal İslamcıdır; -Olsun!
- Küresel diyalogcudur; kozmopolit islamcıdır; -Ooollllsssuuuuunn!

-"Olsun! Biz kendi ilkelerimiz ve gelecek tasarımlarımızla yürüyemeyiz. Mustafa Kemal Atatürk’ün altı okuyla artık var olamayız. Bu ilkelerle biz yenilmeye mahkumuz. Neyse ne! Şimdi gericilikle var olalım, sonra bakarız!"

ESAS BOZUK, YA USUL?

İlkelerden böyle açık vazgeçmiş olanlara “usul”den söz etmenin anlamı var mı? Kanımca yok. Yok ama, ilkelerini terk edenlerin iddiaları var. İddia bir kez ortaya atılmışsa, onu yerden alıp kaldırmak gerek.

“Usul” dediğim, CHP – MHP çatılarının çatı adayının belirlenme yöntemi. Burada iki sorun var.

Birincisi, her iki partide de parti genel başkanları görüşüp açıkladılar; yetkili kurullar devre dışı kaldı. Oysa CHP hukuku politika- strateji belirleme; hükümetle ve seçimlerle ilgili işlere karar verme yetkilerini açıkça Parti Meclisi’ne vermiş durumda.

İkincisi, Anayasa cumhurbaşkanı önerisini yapma yetkisini milletvekillerine vermiş bulunuyor; TBMM’deki siyasal partilere değil. O halde siyasal partiler kararlarını TBMM Grubu’nu oluşturan milletvekilleriyle birlikte yaratmalı.

Her ikisi de olmadı. Parti kurulları da milletvekilleri de es geçildi. Sonrası malum; milletvekili iradesi ve anayasa emri ortadan kalktı.

Esas bozuktu. Görüntü belki usulle kurtarılabilirdi; olmadı.

-"Olsun! Size düşen şey, ortada karar olamasa da yapılan açıklamaya uymak! Parti disiplini diye bir şey var!"

Gerçek ve doğru ise başka. Parti disiplini parti hukukundan doğar. Parti hukuku ve Anayasa ihlal edilmişse, bu durumda parti disiplininin gereği susmak değil konuşmaktır.

FOTOĞRAF ŞUDUR

Belki bu kadar söz bile fazla. Şu fotoğrafa baksak yeter gibi.

Milliyetçi” vekiller “yenilikçi”lerle; ikisi birlikte “cemaatçi vekiller”le yan yana. Ve hepsi birlikte kozmopolit İslamcı adayın çatısı altında!

Kimse kuşku duymasın. Seçeneksiz değiliz. Bugün, yarın ve daima!





28 Haziran 2014 Cumartesi

Cumhurbaşkanlığı İçin Emine Ülker Tarhan'a İmza...


Kamuoyuna Duyuru

Eskişehir Milletvekili Prof. Dr. Süheyl BATUM, seçeneğimiz var diyerek Ankara Milletvekili Emine Ülker Tarhan’ı cumhurbaşkanlığı için aday gösterdi.

Kamuoyu huzurunda imzaladığı simgesel dilekçeyi, ikinci olarak Uşak Milletvekili Dilek AKAGÜN YILMAZ imzaladı.

Üçüncü imza, yine kamuoyu önünde Adana Milletvekili Ümit ÖZGÜMÜŞ’ten geldi.

TBMM’nde birlikte görev yapma şansı bulduğum için onur duyduğum arkadaşlarıma katılıyorum.

Kamuoyu huzurunda, Türkiye’nin aydınlık geleceği için ve halkımızın gerçek yararı doğrultusunda imzaya açılan bu iradeyi, İzmir Milletvekili Prof. Dr. Birgül AYMAN GÜLER olarak imzaladığımı saygılarımla duyuruyorum. 28 Haziran 2014

Prof. Dr. Birgül AYMAN GÜLER
CHP İzmir Milletvekili

24 Haziran 2014 Salı

REALİST 'DEVRİMCİ'LER

Birgül AYMAN GÜLER
İzmir Milletvekili

Dostlardan biri diyor ki “romantik devrimciliğinizin önünde saygıyla eğiliyorum ama doksan yıllık yolculuk bu durakta bıraktı bizi işte!”

Yani kabullen! Biliyorum kendisi öyle demez ama “akıllı ol!” 

“Her sabah” diyor, “onlarca bilgili kalemin yazılarını okuyorum, bunların hepsi karanlık çuvalın bir ucuna mı yapışmışlar yani?”

Konu, tahmin edileceği üzere, devletin çatısına önerilen aday hamlesi.

*
Bu nasıl bir yarılma?

Herhalde bu kez yarılmanın şiddeti, Prof. Dr. Tolga YARMAN’ın yazısına verdiği başlıktaki gerçekten kaynaklanıyor. Sayın Yarman, “Zurnanın Zart Dediği Noktadayız” başlığını koymuş yazısına. http://www.ilk-kursun.com/haber/186007/zurnanin-zart-dedigi-noktadayiz-ne-ki-turkiye-sahipsiz-degildir

Gelişmeler öyle bir noktaya geldi ki, birlikte yürüdüğümüz kişi ve kurumlar Cumhuriyet’in kuruluş ilkelerine aykırı bir adaylaştırmayla adeta çatırdadı. 

Oysa adaylaştırmanın yönteminden kişileştirilmesine kadar durum her şeyiyle ortada. Gözler, öneri sahiplerinden önce arkada ve örtülü durmalarına karşın gerçek fikir sahiplerini anında seçiyor. Arkadaki “lobi”ler portre halinde bile değil, adeta boydan sırıtıyor.

*
O halde neden bu yarılma?

Bunun açıklaması, toprağı bol olsun, Doğan AVCIOĞLU’nda. 1974 yılında yayımlanan “Milli Kurtuluş Tarihi” adlı çalışmasının ilk cildinde.

Bu ilk cilde de bir başlık vermiş Avcıoğlu. Başlık şöyle: Emperyalizm karşısında Türk Aydınının Aymazlığı ve Tam Bağımsızlık”.
Diyor ki, kurtuluş savaşının lider kadrosunda bağımsızlık anlayışı tek değildi. İki bağımsızlık anlayışı vardı. Biri tam bağımsızlık anlayışıydı. Diğeri ise “ekonomik açıdan sömürge koşullarında dahi, siyasal bir bağımsızlık görüntüsünü bağımsızlık say”ma anlayışı.

Bu anlayış sahipleri, “kurtuluş savaşımızın lider kadrosunda [birlikte] yer almışlardır. Amerikan ve İngiliz emperyalizmlerinin Türkiye’ye karşı tutumu açık seçik iken, Sivas Kongresi’nde Amerikan mandası olma görüşünün ilanı, ABD mandayı kabul edeceğine dair bir garanti vermediği için ancak [zar zor] önlenebilmiştir.”
Bu iki anlayış, Batılaşma konusunda Tanzimatçı Ali Paşa’nın 'enternasyonalist' Batıcılığı ile millici Batıcılık diye belirmişti. İlki büyük devletlerin memurluğunu kabul etmiş, ikincisi büyük devletlerle tam eşitlik talep etmiştir.

İki anlayış, kalkınma konusunda 1838’de başlamış serbest ticaretçi ‘enternasyonalist’ kalkınma – millici kalkınma diye belirmiştir. İlkinin temsilcisi “Türkler, Batının büyük devletlerinin yardımıyla ileri hareketlerine devam etmek istemektedir” diyen Sadrazam Damat Ferit Paşa’dır. İkincisinin temsilcisi ise “Osmanlı ülkesi yabancıların serbest bir sömürgesinden başka bir şey değildi” diyen Atatürk’tür: Milli amaç, “milletin tam bağımsızlığını sağlamak ve bunun için ekonomisinin gelişmesine neden olan bütün engelleri ortadan kaldırmak”tır.
*
Yani yine iki anlayış: 

Devrimciliği “realist” olanlar ile “romantik” olanların anlayışları.

Kozmopolit millicilik/Batıcılık, şimdi sindiği her köşeden sızıyor. Küreselciliğin 'başka alternatif yok' emri sayesinde özündeki teslimiyetçilik ayan beyan ortaya çıkıyor.

Buzdolaplarına yapıştırılan “istekler olanaklarla sınırlıdır” çıkartmasını aklına yazmış "realist" devrimcilik, pek ağırbaşlı çağrılarla teslim olalım dyor.  

"90 yıllık yolculuk bu durakta bıraktı bizi, n'apalım!"

*
Ne demeli?

Madem durum ve yarılmalar aynı, o halde Mustafa Kemal’in, Sivas Kongresi’nde “manda iyidir” diyen zamanın 'realist' devrimcilerine bakıp söyledikleriyle yetinmeli. (D. Avcıoğlu, C.1, s. 268)
“Bunlar bizi üçbeş adamın bir araya gelip hayal peşinde koşması kabilinden kişiler sayıyorlar. İtilaf devletlerinin baskısı ve hıyanet şebekelerinin propagandası altında belki de şaşırmış ve bunalmış bulunuyorlar. Şimdilik bunlara “biçareler” demekten başka yapacağımız bir şey yoktur.”
Not: Zamanınız varsa aşağıdaki yazıya da bkz. Şu realist 'devrimci'ler gerçekte 'yeni-mandacılık'tan muzdaripler diyor... 

Orijinal metin