İhraç Edilen Dört Akademisyen Neden “Hayır” Dediklerini Anlattı

İhraç Edilen Dört Akademisyen
Neden “Hayır” Dediklerini Anlattı


679 ve 686 no’lu KHK’lar ile ihraç edilen
dört akademisyen;
Prof. Dr. Sibel Perçinel, Doç. Dr. Süreyya Karacabey, Prof. Dr. Nur Betül Çelik ve
Prof. Dr. Ülkü Doğanay, 16 Nisan’ı konuştu:
* Barış için, şiddetsizlik için ve bir arada yaşamak için ‘hayır’ diyoruz.

Farklı disiplinlerden dört kadın akademisyen, Ankara’nın yabancısına mütevazı görünen bahar sabahlarından birinde, 16 Nisan’da yapılacak Anayasa Değişikliği Halkoylaması’nda neden ‘Hayır’ diyeceğimizi konuşmak üzere bir araya geldik.

679 ve 686 no’lu KHK’lar ile ihraç edilmeden önce
– Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde patoloji profesörü olan Sibel Perçinel,
– DTCF tiyatro bölümünden  Doç. Dr. Süreyya Karacabey,
– İletişim Fakültesi’nden Siyaset Bilimci Prof. Dr. Nur Betül Çelik ve aynı fakültede
siyasal iletişim üzerine çalışmış olan
Prof. Dr. Ülkü Doğanay.

Bir bahar sabahında bizi bir araya getiren, 16 Nisan’da vereceğimiz “hayır”ın, “hayırlarımızın” bizim için ne ifade ettiği üzerine konuşmaktı. Ama “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalamamızın üzerinden geçen bir yılı aşkın süredir yaşadıklarımızı konuşarak başladık. Çünkü imzamızın arkasında durma çabamız, maruz kaldığımız baskı ve yıldırmalarla ve nihayet her birimizin yirmi yılı aşan emeği bir geceyarısı KHK’sı ile yok edildiğinde yaşadığımız kırgınlıkla baş etme çabamız içinde ördüğümüz dayanışma, uzun zamandır tanışıyormuş ve daha önce bıraktığımız yerden devam ediyormuşuz gibi bir duyguya sahiptik.

Ülkü Doğanay: Başka bir demokrasi tahayyülünü hayata geçirmek mümkün

Bir ayı aşkın süredir gazetelerde, televizyonlarda 16 Nisan’da Anayasa değişikliği paketi ile ilgili olarak yapılacak halkoylamasında vatandaşın neden “evet” veya neden “hayır” oyu kullanması gerektiğine dair yazılar yayınlanıyor, tartışmalar yürütülüyor. Hem bu mecralarda hem de partilerin yürüttükleri kampanyalarda öne çıkan argümanların daha çok “evet”le ilişkilendirilen “istikrar, güç, güven” vaadi ve “hayır”la ilişkilendirilen “demokrasi, özgürlük” talebi eksenine yerleştiğini görüyoruz. Türkiye’de özellikle son yıllarda siyasal kampanya dönemlerinde seçmenin tercihini etkilemek üzere daha çok iktidar partisi tarafından ama kimi zamanlarda muhalefet partileri tarafından da kutuplaştırıcı bir söylem benimseniyor. Bu söylemin başat özelliği ise “biz” ve “onlar” arasında aşılamaz bir duvar örmeye yeltenmesi ve seçim sona erdiğinde bu duvarın “bir arada barış içinde yaşayabilme” iradesi için bir engel teşkil etmeye devam etmesi. Yalnızca karşıt görüşte olanların birbirlerini ikna etmeye çalışması için değil, ilk bakışta aynı görüşte olanların da birbirlerini daha iyi anlayabilmeleri, ortaklaştıkları ve ayrıştıkları bakış açılarını kavrayabilmeleri için. Ne yazık ki, bu gibi halkoylamaları seçmenleri “evet” ya da “hayır” tercihlerinin altında homojenleştiriyor; oysa ki bugün demokrasinin yurttaşların tercihlerini bu şekilde kamplaşmış gruplara ayrıştırmaktan ibaret olamayacağı üzerine oluşturulmuş çok geniş bir literatür ve deneyim birikimi var. Politikacılar, özellikle de seçim, sandık ve demokrasiyi özdeşleştiren bir pragmatizmin etkisi altında hareket ederken bu birikimi görmezden gelmek işlerine geliyor. Oysa bu paradigmanın dışına çıkıp başka bir demokrasi tahayyülünü hayata geçirmek mümkün; bu yüzden, birbirimizi daha iyi anlayabilmek ve tercihlerimizin nedenlerini daha iyi açıklayabilmek için daha çok konuşmaya ihtiyacımız var diye düşünüyorum.  Bugün bir araya gelmemiz de bu ihtiyaçtan kaynaklanıyor. Sibel, seninle başlayalım. Neden “Hayır” diyorsun?

  • Sibel Perçinel: Barış için hayır demeliyiz

Ben konuşmaya barış talebimize değinerek başlayacağım. 2013’te başlayan barış ya da çözüm sürecinin son bulmasıyla çok ciddi insan hak ihlalleri ortaya çıktı. “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalamamızın ardından yaşadığımız ve ihraç edilmemize varan süreç içinde, bu meselenin biraz arka planda kaldığını düşünüyorum. İktidarın “Bu süreci buzdolabına koyduk, dondurduk” açıklamasının ardından çok ciddi insan hakları ihlalleri yaşandı. Arkasından da son Newroz’da Selahattin Demirtaş’ın “Halkımızdan özür diliyoruz.
Bu barış sürecini götüremedik, mahcubuz onlara” açıklaması geldi… Ben bunlara rağmen barış talebimizde ısrarcı olmamız gerektiğini düşünüyorum. Bu anlamda elimizden ne geliyorsa yapmamız gerekiyor. Özellikle gençlerin umutsuz olduğunu görüyorum. Hep şunu soruyorlar: “Bundan sonra ne yapacağız, nasıl bir araya geleceğiz, Kürt halkı ve Türk halkının bir arada yaşama umudu halen var mı?” Tabii ki var. Şu anda belki bu umutlar kırılmış gibi görünüyor;  önce yan yana gelmeliyiz, sonra daha da bütünlüklü bir barış süreci mümkün olabilir.

Sokağa çıkma yasaklarının olduğu dönemde ben de hekim olarak Cizre’ye gittiğimde, Diyarbakır’da yaptığım görüşmelerde gençler olsun, yetişkinler olsun Batı’ya karşı çok kırgın olduklarını ve bunda çok da haklı olduklarını gözlemledim. Çok belirgin, çok ciddi bir duyarsızlıkla karşı karşıya kaldılar. Bunun telafisi çok mümkün görünmüyorsa da bizlerin
Barış için Akademisyenler olarak duyarlılığımızı farklı kesimlerle çoğaltmamız, büyütmemiz, yeniden köprüleri kurmamız gerektiğine inanıyorum. Bunun için de ‘Hayır’ dememiz gerektiğini düşünüyorum.

Ü.D. ‘Hayır’ın bu umudu yeniden canlandırabilme gücünün olduğunu mu düşünüyorsun?
S.P. Evet.

Nur Betül Çelik: “Söz”ümüze sahip çıkamadık

Nur Betül Çelik (solda) ve Sibel Perçinel

Sibel’in bıraktığı yerden devam etmek isterim. Ben de aynı şeyleri düşünüyorum. İhraca kadar varan süreç içerisinde, biz sözümüze sahip çıkamamış bir topluluğuz aslında ve bu beni çok yaralıyor. Sanırım kendi işlerimize ve kendi uğradığımız hak ihlallerine o kadar odaklandık ki sonuçta bu barış vaadimizi çoğaltacak kanalları yaratmakta zorlandık. Bunun için çabaladık ama çok küçük gruplarla sınırlı kaldık. Sayımız giderek azaldı -ki bu da olması beklenecek bir şeydi. Bu kadar baskının altında insanların kolay kolay bir vaadi yerine getirmek için kendi gündelik hayatlarındaki sıkıntılardan vazgeçip çok daha ideal ve uzak gibi görünen bir hedefe doğru harekete geçmesi çok kolay olmuyor. Bunu etrafımızda da görüyoruz.

Benim için barış talebi, aynı zamanda bütün toplum yüzeyinde “şiddete hayır” demektir. Ben sözel şiddetin politikacıların dilinden tekrar ve tekrar yayıldığı bir yerde yaşamak istemiyorum artık. Ve bunun için ‘hayır’ diyorum. Bu dilin halklar arası savaşı körükleyen bir dil olduğunu da görüyoruz hepimiz. Bunun için, bu ayrımcı, nefret dolu, şiddet içeren dilin bir an önce bitirilmesi gerektiğini düşünüyorum. Aşırı milliyetçi vurguların bizi gittikçe daha da şiddete doğru çektiğini görüyorum ve bunun için ‘hayır’ diyorum. Aslında politikayı öldüren bütün bu sürecin bir an önce ortadan kalkması gerekiyor. Bu referandumda belki yüksek oranda ‘hayır’ oyu çıkabilirse, bu tür bir dili sorgulamanın kapısını aralayabilir diye umut ediyorum. Bu sadece bir umut, çünkü bu tür bir dönüşüm bana kalırsa bugünden yarına gerçekleştirilemez. Öylesine yaygınlaşmış ki, insanlar kendi dillerinin içine sinmiş o şiddeti görmekten yoksunlar. İki taraf için de söz konusu; hem ‘evet’ hem ‘hayır’ diyenler için geçerli bu. ‘Hayır’ın böyle bir noktada bu tür bir şiddete hayır, dildeki şiddete hayır, aşırı milliyetçiliğe, ayrımcılığa, ırkçılığa hayır demek olduğunu düşünüyorum.

S.P. Ama bir taraftan referandum da çok dikotomi yaratan, insanları ‘evet’- ‘hayır’ cephesinde kutuplaştıran bir dil yaratmış oluyor. Bunun da üzerinde durmak lazım. Bu anlamda iktidarın körüklemiş olduğu bu referandum Nur Betül’ün söylediği gibi bir anlamda da dili daha çok sertleştirecek, başka bir anlamda çözümsüzlüğe götürecek, insanların daha uçlara savrulmasına yol açacak bir ortam da yaratmış oluyor.

Süreyya Karacabey: Hayır, Gezi gibi

Geldiğimiz nokta, yaşadığımız coğrafyayla ilgili bizi çok yakıcı şeylerle karşılaştırdı. Hayat bize bunun dışında durmak gibi bir seçenek bırakmadı. Ama ‘hayır’ın benim için tıpkı Gezi’de olduğu gibi, bize benzer insanları, artık bir şeylerden sıkılmış insanları bir araya getirdiğinde yeni bir başlangıç için bir moment oluşturabilme potansiyeli nedeniyle bir anlamı var. Yoksa sandıklara sıkıştırılmış hiçbir soru ve cevabın benim için bir değeri yok. Hayır. Elbette hayır. Çünkü böyle yaşamaktan herkes gibi mutsuzum. Batı sadece Kürt illerindeki yıkımı, bodrumlarda öldürülen insanları seyretmedi. Biz orada marjinalize edilirken aslında çok da büyük bir siyaset yapıyor değildik. İnsan olmanın hakkını yerine getiriyorduk. En çok da bunun terörle ilişkilendirilmesine gülüyorum. Ama bu çok eski bir hikâyedir, artık terör kelimesinin içini boşaltacak kadar. Her enflasyon anlamı devalüe eden bir sonuç yaratır. Burada da böyle oldu. Batı sadece Kürt illerine duyarsız ve kayıtsız bakmadı. Batı öyle bir örgütlenmiş yurttaşlık sistemi içerisinde yetiştirildi ki, kendi illerindeki haksızlıklara, kendi emeklilik hakkına, inşaatlardan düşüp ölen kendi işçilerine, sokaklardaki mültecilere… Aklınıza gelebilecek her şeye duyarsız kalan bir çoğunluktan bahsediyoruz.

90’lı yıllarda ben hep şöyle bir iyimserliğe sahiptim; politikayla ilgilenen ya da Özgür Gündem’de muhabir arkadaşı olan birisi olarak şöyle diyordum: Kimse yazmıyor, televizyonlar göstermiyor, insanlar bunu görürse bir tepki verir. Bu bölücü bir örgütle devlet arasındaki savaşı aşmış bir şey. Hak ihlalleri her gün yaşanıyor.

Şimdi ben bu son yıllarda “herkes her şeyi biliyor”a çarptım. Şakran Cezaevi’nde bir şey olduğunda “Yok dedim, çocuklara kıyamayız”. Kimse sesini çıkarmadı, yine üç dört insan gitti oraya. Çocukların bile tecavüze uğramasına, hapishane denilen korkunç yerlerde işkence görmesine karşı çıkar, sokağa dökülürler diye düşündüğüm zaman da kimse bir şey yapmadı. Yani sadece Kürtleri seyretmiyoruz, birbirimizi de, birbirimizin acılarını da seyrediyoruz.

“Bir anarşist olarak hiçbir şeye evet diyesim yok”

Üniversiteler boşaltılırken yukarıdaki hocalar “gürültü oluyor, ders yapamıyorum” diye dekanlığa haber gönderebiliyor. Bu da bir seyretme biçimi. Kentsel dönüşüme uğramış yerlerde gecekonduların nasıl korkunç bir işbirliğiyle rant alanına dönüştürüldüğünü herkes biliyor. ‘Bilgisizlik’ ile ilgili bir sorun yok burada. Buna rıza göstermeyi sadece içinde bulunduğumuz AKP dönemine ait bir olgu olarak da görmüyorum. Bu Cumhuriyet’in başından beri bir yurttaşlık, sindirilmişlik biçimi.

Geçtiğimiz gün Sabahattin Ali‘nin ölüm yıl dönümüydü. Tarihin her anında ağzını açmak, doğal bir biçimde insan gibi yaşamak arzusu, o niye aç, bu neden işkence görüyor demek bu ülkede baskı görmüş. Neticede sindirilmiş politikalarla sessizleştirilmiş bir kitleyle karşı karşıyayız. Ben aslında topyekun bunların hepsine ‘hayır’ diyorum. Bir anarşist olarak hiçbir şeye evet diyesim yok. Türkiye’ye, Amerika’ya, Ortadoğu’daki o kirli politikalara, muhalif görünenlerin kirlenmişliğine, kendi içimizdeki beyazlığa, aslında bir kibirle ötekiyle kurduğumuz ilişkiye… Tarihin öyle bir noktasındayız ki, ben kişisel olarak konvansiyonel siyaset yapma biçimlerini, birilerinin temsil yetkisiyle mecliste karşıma çıkarılmasını problemli buluyorken benim karşıma kaçıncı yüzyıldan kalma bir sistemi çıkarmalarını utanç verici buluyorum. Bunların hepsine  ‘hayır’ dememiz gerekiyor.

Çelik: “Hayır” demek yurttaşlık görevi

Ü.D. Halkoylamasının ya da referandumun seçmenin tercihini ‘evet’ ve ‘hayır’ın içine hapsettiği için özünde demokrasiye ket vuran bir uygulama olduğunu söyleyebilir miyiz?

N.B.Ç. Sonuçta geldiğimiz nokta, bizi bu tür bir sistem içinde hayır derken,  klasik, bilindik 19. yüzyıl tipi bir liberal demokrasinin ilkelerini savunur halde bırakıyor. Zaten bütün problem burada. Parlamenter sistemi, temsil sistemini eleştirebiliriz; demokrasi alışverişi içerisindeki eksiklikleri dile getirebilir, başka bir sistem tartışması yapabiliriz; ama sorun bu değil. Bütün bu insan hakları ihlalleriyle birlikte düşünüldüğünde, hemen hepsi 19. yüzyıl içinde mücadelesi verilmiş temel hak ve özgürlükleri yeniden savunmak durumunda kalıyoruz. Şu anda aslında savunduğumuz klasik liberal demokrasidir ve bunu savunuyor olmak bir siyaset bilimci için zuldür. Öyle ki o günden bu yana teorinin tartıştığı her şeyi unuttuk, geri döndük. Daha başlangıçta bizim kazanımlarımız olarak kabul ettiğimiz bu temel hakların yeniden inşası için bir mücadele yürütüyoruz.

Bütün dünyada bu mücadele var. 11 Eylül’den, belki de daha öncesinden başlayan ve giderek taviz verilen bu haklar üzerinde çok büyük bir baskı var; bütün bu olup bitenlere ses çıkarmayan bir büyük kitleyi dünyanın her yerinde görüyoruz. Çünkü hakların kendilerine sağladığı korunaklı bir alan var ve henüz tam olarak bu alanın işgal edilmediğini varsayarak mücadele başlatmıyorlar. Bizse çok daha çıplak bir biçimde bu hakların elimizden birer birer nasıl sökülüp alındığına tanık oluyoruz. Tabii bu da bizi bunları savunmaya itiyor.

“10 yıl önce demokrasinin niteliğini tartışıyorduk”

Bu yüzyılda halen temel hakları savunacağımı bana birileri on yıl önce söyleseydi inanmazdım. 10 yıl önceki tartışmalarımız demokrasinin niteliği üzerineydi. Temsili demokrasi mi, müzakereci demokrasi mi, radikal demokrasi mi tartışması yapıyorduk ve radikal demokrasi kavramı üzerine yoğun bir teorik tartışmanın yanı sıra ciddi politik bir pratiğin de dünyada var olmasını sağlamaya çalışan gruplar vardı. Şimdi bunların hangisi kaldı acaba? Farklı pozisyonlar, kendi içlerinde kendi duruşlarını savunamaz hale getirildiler. Politik konumlarımızı yitirdik. Bir ‘hayır’a hapsedilmek sonuçta bunun işareti. ‘Hayır’ tabii ki diyeceğiz, bu bir yurttaşlık görevi aynı zamanda, ama bunun böyle bir politik anlamı da var.

S.K. Mungan’ın bir lafı vardır, “Ne kadar giyinirsen giyin, ülken kadar soyunursun”.  Bizim halimiz odur. Başka bir düzlemde başka şeyler tartışmamız gereken bir birikimden “nasıl var olabilirim” düzeyine düşürdüler bizi.

Ü.D. Evet, içinde bulunduğumuz şartlar altında biz temel demokratik kazanımları sürdürebilmek adına ‘hayır’ diyoruz. Peki bu ‘hayır’ın oturduğu zemin üzerinden bakacak olursak, referandum kendi başına ‘hayır’ etrafında bir araya gelmiş bir yurttaşlar grubunun, yeni bir siyaset anlayışı demek belki çok uzak ama, en azından bu birlikteliği daha fazla demokrasi talebi etrafında sürdürmesine yol açacak bir adım olabilir mi?

Karacabey: Bir fırsat eşiğindeyiz

S.K. Bu bir referandumdan çok plebisite benziyor. Bu sıkıştırılmış yerde, ‘hayır’ın yüksek bir sesle çıkması yine de çok önemli. Belki heterojen kimliklerin yan yana nasıl var olacağının, alternatif muhalefet etme biçimlerinin gözden geçirilebileceği bir duruma yol açacak. Birtakım ezberler ya da gerçeklikler üzerinden inşa edilmiş bir ortamda yaşıyoruz. “Biz bunu istiyoruz” derken siz dedikleri hep azınlık oluyor. Bizim yaşam alanlarımıza, bizim düşünme biçimlerimize, var olmamıza yönelmiş bir tehdit. Kendine sol diyen siyasetlerin de belki oturup bunun üzerine yeniden düşünmesi gerekiyor.

‘Evet’ ve ‘hayır’daki dilin başkalarını aşağılama üzerinden kurulmaması gerekir.

Nur Betül’ün söylediği gibi ben de çok sıkıldım sürekli birinin beni korkutmasından, masum isteklerimin kriminalize edilmesinden, sürekli tehdit edilmekten çok sıkıldım. Ama bir bakıyoruz, o ‘biz’ dediğimizin içindeki bazı unsurlar da bizi aynı şekilde tehdit ediyor. Bunları tartışabilmek için önce bir zemine ihtiyaç var. Biz bunları tartışamayacak kadar dağınık olduğumuzu varsayıyoruz hep. Ayrı düşüncelerde bile olsak daha insancıl bir iklimde nasıl bir arada “yaşayabiliriz”in dilbilgisine girmemiz gerekiyor. İnsanların sadece kimliklerinden dolayı, aidiyetlerinden dolayı cezalandırılması inananlar için günah, seküler olanlar için de adalet duygusunun zedelenmesi anlamına geliyor. Böyle bir fırsat eşiğindeyiz.

N.B.Ç. Konuşurken benzer hatalar yapıp kategorilere ayırıyoruz. Dolayısıyla ne kadar heterojen olduğunu düşünsek de “biz” dediğimizde dilimiz onu homojenleştiriyor. Biraz önce Sibel’in söylediğine geri dönecek olursak, gerçekten de insanların hepsi evlerinde oturup olup biteni seyrediyor mu?” Bu ideolojinin mantığı, “biliyorlar, buna rağmen yapıyorlar.” Ya işlerine öyle geliyor, ya o sırada ne yapacaklarını bilmiyorlar, ya kendilerini yalnız hissediyorlar. Modern insan yalnız insan bir taraftan da. Çok büyük kalabalıklarla, çok fazla mesajla sarmalanıyorsa da, aslında yalnız ve nereden başlayacağını bilmiyor. Seyredenlerin bazılarının bir vicdana sahip olduğunu düşünmek istiyorum. Aksi halde hiç umudum kalmayacak.

Bu bir referandum değil, bir plebisit. AKP’nin her zaman yaptığı gibi, kritik dönemlerdeki kriz anlarında plebisitçi mantığı ortaya koyduğunu biliyoruz. Bunu iktidarları boyunca sık sık yaptılar ve bu sonuncusu çok önemli bir kriz. Bunu aşmak için de cumhurbaşkanının yetkilerini iyice artırmak ve bir anlamda sistem değişikliği olabilecek bir yapılanmayı bir plebisitle olanaklı kılmak çözüm olarak görüldü. Çünkü burada o her fırsatta referans verdikleri “milli irade”nin tecelli ettiğini söyleme şanları olacak. Bu nedenle de ‘hayır’ın çıkması önemli bir moment oluşturacak. İktidarın zaten büyük bir çatlağı var ve güçlü bir ‘hayır’ bunu bir kırılmaya, derin bir yaraya dönüştürebilir. O yarığı genişletmek bizim elimizde ancak ondan sonra işimiz bitmiyor, tekrar mücadele etmek gerekecek.

S.K. Hayır aslında iktidar bloğunun da işine yarayacak bir şey. Onların çıkarları ve bizlerin çıkarları birbirinden ayrı şeyler değil. Bir arada yaşayabilmemizle ilgili bir şey. İfade özgürlüğü, evrensel haklar dediğimiz şeyler AKP seçmenini de ilgilendiriyor. Çıkmışlar bir uçurumun kıyısına, bizi de sürüklüyorlar. Biz aslında düşmanca bir şey yapmıyoruz. Bir yerde durun diyoruz sadece. Aslında bunlar olumlu şeyler. Bu referandumdan hemen sonra ya da yarın değil ama Brecht “Bütün yanılgıları tüketmeden yeni bir şey başlatamayız” der; biz de o yanılgıları tüketiyoruz. Milliyetçilik, din ve siyaset ilişkisi, içimizdeki o korkunç beyaz, kendimizi ve ötekileri ayırdığımız bölgeler… Bütün bunlara ilişkin, evinde oturup sadece seyreden de bundan azade değil. Dolayısıyla bu bir hesaplaşma zamanı. Bu yanılgılar tüketildiğinde ve biz onun şiirinde olduğu gibi bir hiçle karşı karşıya kaldığımızda yeniden yaşanabilir bir dünya üzerine hayal kurmaya başlayacağız.

Perçinel: Bonoboların bu çaresizliği kıracağını umuyorum

S.P. Bu çok uzun bir zaman alacak elbette. Bu yüzleşme, hesaplaşmanın diyalog içinde, müzakerelerle olması gerekiyor. Dilin şiddet içermemesi gerekiyor. Biraz evrim teorisine gireceğim bu noktada.

Bize hep anlatılan şempanzelerden geldiğimiz hikâyesi vardır. Oysa yaklaşık iki milyon yıl öncesinde şempanzeler ve Bonobolar denilen iki ayrı tür vardı. Birbirlerinden çok farklılar. Şempanzeler çok mülkiyetçi, kavgacı, şiddet dili olan, erkek egemen bir topluluğa sahipken, Bonobolar ise kadın dilinin hâkim olduğu, çok daha şefkatli, eşitlikçi ve barışçıl bir dili kullanan bir topluluk. Referandum sonrasında ‘hayır’ın nasıl bir dönüşüm yaratabileceğine bu noktadan bakabiliriz. Bize hiçbir zaman Bonobolardan söz etmediler. Oysaki bizim içimizde hem Bonobolar, hem de şempanzeler var. İktidar dili, bize atalarımızın şempanzeler olduğunu söyledi. Hayır çıkarsa, ‘hayır’ bize Bonoboların içimizde çoğalabileceği umudunu verecek. Anketlerde gençlerin referandumda oy kullanmayacağı söyleniyor. Bunun nedeni çok ciddi bir çaresizlik ve umutsuzluk yaşamaları. İçimizdeki Bonoboların bu çaresizliği, umutsuzluğu kıracağını ve yeniden bir yaşama umudu yeşerteceğini umuyorum. (ÜD/HK)
(http://bianet.org/bianet/siyaset/185199-ihrac-edilen-dort-akademisyen-neden-hayir-dediklerini-anlatti.. erişim 6.4.17)
==============================
Dostlar,

4 kadın akademisyen meslektaşımız sorunu ustalıkla ve ayrıntılı işlemişler..
Bizim ekleyeceğimiz bir şey yok gibi..
Okumak, özenle okumak, özdeşim (empati) ile okumak ve okuduğunu anlayarak
bir sonuç çıkarmak, o çıkarımın gereği meşru – haklı eylemi de koymak gerek..

Koyacağız, konacaktır, Türkiye’miz aydınlık birikimiyle bu lanetli yılları da aşacaktır.
Bu gün (6.4.17) Başbakan Yıldırım Kilis’te miting yaparken Suriye’de olup – bitenleri düzene sokmak için oraya girdiklerini söyledi.. Neresinden tutmalı ki? Tam da 6 yıldır olup bitenin, dökülen kanların, yitirilen canların… insanlık dramlarının nedeni – sorumlusu izlenen Batı taşeronu/maşası uydu Suriye politikası iken ve acı mı acı sonuçları süregelirken herhalde

  • merdi kıpti şecaatini arzedecekti sirkatin söylerken..Öyle de olmuştur bu gün (6.4.2017) Kilis’te Yıldırım’ın ve Balıkesir’de Erdoğan’ın ağzından..Ne denli yürek yakıcı ve utandırıcı, yüz kızartıcı.. insanlık suçunun ta kendisi değil mi??
    *****
    Sözü üstad Ahmed Arif’in görkemli ANADOLU şiirinden birkaç dizeye bırakalım :

     


Öyle yıkma kendini,

Öyle mahzun, öyle garip…
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne – üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının…
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.


Sevgi ve saygı ile. 06 Nisan 2017, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
Ankara Üniv. Tıp Fak. – Mülkiyeliler Birliği Üyesi
www.ahmetsaltik.net   profsaltik@gmail.com

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir