Günlük arşivler: 12 Eylül 2014


Türker Ertürk : 12 Eylül Darbesinin tek kazananı Emperyalizm
ve 34 yıl sonra bir muhasebe..

Evet dostlar…

34 yıl önce bu gün..
Sabahın erken saatlerinde Türkiye’de bir askeri darbe daha yapılmıştı.
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde Halk Sağlığı Dalında uzmanlık eğitimi alıyorduk (ihtisas yapıyorduk yaygın deyimiyle).
Eskişehir yolu üzerindeki Yapracık köyünde 1 yıllık Sağlık Ocağı rotasyonumuzdaydık
(Ankara’ya 28 km). Sabah erkenden, eşini yitirdiği için köydeki çok mütevazi lojmanımıza, yanımıza aldığımız Annemiz bizi uyandırdı :

Kalkın, kalkın.. Askeri darbe olmuş!

Buruk bir sevinç içinde idi!?.. Günlük ortalama 20 insan öldürülmekteyken,
bıçakla kesilir gibi “asayiş berkemal” oluvermişti!?
Birkaç ay önce neden yapılmamıştı ki bu hünerli (!) darbe?
İki ay önce olaydı belki babamızı da yitirmezdik örneğin..
Ancak General Kenan Evren, “1 yıl kadar olgunlaşmasını beklediklerini..” belirtiyordu sonraları Darbe koşullarının..

12 Eylül darbesine koşar adım giden kanlı süreçte biz de Emniyet Başkomiseri babamız Halis Zeki Saltık’ı görevi başında bir çatışmada İstanbul’da
şehit vermiştik..
07 Temmuz 1980..
Bu acı olayı ve ailemizin ödediği – ödemekte olduğu ağır bedeli
2 ay önce sitemizde paylaşmıştık :

7 Temmuz 1980.. 34 Yıl Sonra Şehit Olan Babamızı Analım İstedik..
(http://ahmetsaltik.net/2014/07/07/7-temmuz-1980-34-yil-sonra-sehit-olan-babamizi-analim-istedik/)

1938’de Tunceli – Hozat – Karaca köyünde ailemizden – köyümüzden
40’a yakın
masum insan topluca katledilmiş,

ardından

Afyon – İsparta ilçelerine 10 yıl boyunca sürgün edilmiştik!.

Bu çok boyutlu, ağır, uzun erimli örselenmenin (travmanın) yaralarını sar(a)madan,
belimizi büken çok ağır bir yitik daha yaşamaktaydık..

*****

12 Eylülcüler,
yeryüzünün en ilerici anayasalarından olan 1961 Anayasasını toptan kaldırdılar.

61 Anayasası ülkemize 27 Mayıs Devrimcilerinin eşsiz bir armağanıydı.

Zaten 10. yılında 12 Muhtırasının başı Gnkr. Bşk. Org. Memduh Tağmaç,
bu özgürlükler Anayasasının ülkemize bol geldiğini buyurmuşlardı ve özellikle sosyal ve ekonomik haklarla ilgili 35 önemli maddeyi ara rejim döneminde değiştirmişlerdi.

Bu kez 10 yıl sonra KüreselleşTİR meciler = Yeni emperyalistler yeni (!) bir Anayasa istiyorlardı ki, Türkiye küresel piyasalara sosyal devlet olmaktan çıkartılarak eklemlensin, özelleştirmelerin önü iyice açılsın,
Türkiye küresel piyasalara pazar olsun, yem olarak sunulsun..

İşte 12 Eylülcüler bunu yaptılar 82 Anayasası ile.. Bu Anayasa da 32 yılda işlevini tamamladı. Zaten 32 yılda 117 maddesi 20’ye yakın değişiklikle adeta başkalaştırıldı. Eldeki artık 82 Anayasası olmaktan çok uzak.. Özellikle 2002 sonundan günümüze
12 yılda gerici AKP – RTE rejimince epey değişiklik daha yapıldı. Sonki 12 Eylül 2010 referandumu ile idi ve 26 madde daha değiştirildi.. AKP – RTE gerici – irticacı rejimi özgürlüklerden – demokrasiden yana görünerek otoriter, giderek totaliter bir yapı kurguladı. Örn. YÖK düzenine hiç dokunulmadı.. tersine pekiştirildi (tahkim edildi) ve tepe tepe kullanılarak tüm üniversiteler ele geçirildi. Ayrıca 81 ilde sözde üniversitecikler kurularak, 18’i bizzat RTE’nin itirafıyla Cemaat’e ikram edilerek sistem
dikensiz gül bahçesine dönüştürüldü.

– Yandaşlara bu üniversitelerin yapılanmasında kaynak aktararak
– Bu üniversitelerde ciddi biçimde kadrolaşılarak
– Ve kuruldukları küçük – orta kentlerin yapısını gericileştirerek..
başkaca kuşlar da vuruldu bu plan üzerinden..

***

Şimdilerde istenen “YENİ ANAYASA” (!) ise
Büyük Atatürk’ün kurduğu Laik-demokratik-sosyal-hukuk devletini,
tekil (üniter) yapıyı, parlamenter rejimi tasfiye ile en geç 2023’te Başkanlık rejimli Anadolu Federe İslam Cumhuriyeti‘ni kurmaya yöneliktir.

AKP – RTEnin dilinden düşürmediği sloganı “HEDEF 2023” ün kod açılımı budur!

*****

Sayın Ertürk Amiralimizin belirttiği gibi kökleri dışarıda işbirlikçi darbeciler,
kendilerini yurtsever ülke savunucularını darbeci gibi göstererek saklamaya almışlardır.

Dış desteklidirler; hem irticacı hem de bölücüdürler.

Olanaklıysa bir iç savaş çıkarmadan, olabildiğince kansız
-ama gerekliyse ondan da gözlerini sakınmadan- önümüzdeki 9 yılda son hedeflerine varmak istemektedirler.

2015 seçimlerinde Anayasa’yı değiştirebilecek bir çoğunluk 330+ vekil çıkarabilirlerse, Cumhuriyet Türkiye’sinin ruhuna fatihayı okuyacaklardır.

Yeni Anayasa başkancı ve federal bir yapıda olacak, laiklik rafa kaldırılacaktır.

Şimdiki HDP ile uzlaşarak,
APO’yu salarak,
PKK’yı yasallaştırarak….
367’yi de aşarak, halkoylaması olmaksızın köktenci bir anayasa değişikliği yapabilirler.

Özetle, Sn. Ertürk’ün vurgusuyla 12 Eylül Darbesi gerçek anlamda emperyalizmin
işine yaramış, ülkemizi güdümlü işbirlikçi siyasal kadrolara teslim etmiştir.

Önümüzdeki çoooook kritik ve daralan zaman kesitinde, “hızlandırılan gündemde
tüm yurtseverlerin bu stratejik planı ve son 9 yılı dikkate alarak ivedi bir
birleşik eylem planı geliştirmeleri kaçınılmazdır.

ATATÜRK’te birleşerek..

Ülke ve Ulusun bölünmez bütünlüğünde birleşerek..
Cumhuriyetimizin Anayasa da tanımlı 6 temel niteliğinde birleşerek..
Bilmeyiz, CHP (Y-CHP mi desek??) tüm bunların ayırdında mı?

Ya da Atlantik ötesine daha da fazlasını vaadederek AKP’nin yerine mi istekli?

Zaman hızlanmıştır!

AKP – RTE giderek çemberi daraltmakta
, deyim yerinde ise ümüğümüzü sıkmaktadır.
Bu tablo sürdürülemez ve katlanılmaz bir cendere olmuştur.
Koşullar kendi çözümlerini de üretecektir.

  • T.C., AKP – RTE üzerinden emperyalist ağababalara teslim edilmeyecektir!

Tıpkı 92 yıl önce yapıldığı gibi.. Gene başarılacaktır;

Bulunacaktır bahtı karanın maderini kurtaracak boz atlı kadim yiğitler;
çıkıp geleceklerdir AYDINLANMA’nın nurlu ufuklarından..

Hesabı sorulacaktır vatana ihanetin bir kez daha ve son kez..

Ve T.C. ilelebet payidar kalacaktır..

Büyük Atatürk’ün – Yüceler Yücesi’nin hedefe attığı ok dönüşümsüzdür.

Bu yazı böyle yazılmıştır..

Böyle bilinmeli ve herkes ama herkes ayağını denk almalı,
adımını buna göre atmalıdır.

Sevgi ve saygıyla.
12.9.2014, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Uygarlığın sonu mu geliyor?


Dostlar,

12 Eylül gerici – faşist darbesinin 34. yılında,
en az 3 onyıldır ekilen gericiliğin – irticanın – etnik ve inanç ayrımcılığının
“semeresini” (!) Türkiye deriyor..

Prof. Korkut Boratav‘dan, adına yaraşır bir derlemeyi,
12 Eylül gerici darbesinin sorumlularının yüzüne 34 yıl sonra
boş bir eldiven gibi çarpıyoruz.. 

Sevgi ve saygıyla.
12.9.2014, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

Not     : 12 Eylül Dönemi MGK’sının Genel Sekreteri merhum Org. Haydar Saltık‘ı büyük ölçüde bu ağır sitemimizin dışında tutuyoruz. Nedeni, aynı soyadını taşıyacak ölçüde yakın akrabalık ilişkilerinin derin duygusallığı değil..
Paşa’nın bize kurduğu bir tümce (mealen – yaklaşık) :

  • “Ahmet’ciğim, elimden geldiği ölçüde frenliyorum..
    İyi ki (!) buradayım ve burada kalmalıyım…”

================================================

Uygarlığın sonu mu geliyor?

 Portresi

 

 

Prof. Dr. Korkut Boratav

 

http://www.sendika.org/2014/09/uygarligin-sonu-mu-geliyor-korkut-boratav/, 12.9.14


Çağımızın bilgelerinden Prof. Noam Chomsky
, dünyanın haline bakmış; sorgulamış ve 4 Temmuz 2014 tarihli In These Times’ta Tarihin Sonu mu?” başlıklı bir yazı yayımlamış. Kısaltarak, toparlayarak aktarıyorum:

  • “Yaklaşık on bin yıl önce uygarlık, Dicle ve Fırat havzasında doğdu.
    Günümüze yaklaştıkça bu topraklarda ölçüsüz dehşetler yaşandı.
    2003’teki George W. Bush ve Tony Blair saldırısı, Iraklıların birçoğu tarafından
    13. yüzyıldaki Moğol istilasına benzetilir. Bu öldürücü darbeden hemen önce
    Bill Clinton’un başlattığı Birleşmiş Milletler yaptırımları gelmişti. Yaptırımları uygulayan iki diplomat (Halliday ile von Sponeck), bunları ‘soykırım benzeri’ olarak nitelendirmiş ve istifa etmişlerdi. Bu yıkımdan arta kalan varlıkların çoğunu da Bush-Blair saldırısı yok etti. 2003’te farklı kimliklerin aynı mahallelerde
    yan yana yaşadığı Bağdat, bugün sınırsız bir nefret girdabı içindedir;
    mezhepler ayrı, kuşatılmış bölgelere sığınmıştır. ABD-Britanya istilasının tetiklediği korkunç çatışmalar, tüm bölgeyi paramparça hale getirmektedir.”

Chomsky, karanlık gözlemlerini Suriye’ye, Lübnan’a, Mısır’a, Filistin’e taşıyor ve
Gazze kıyımını anımsatıyor.

İnsanlık tarihinin beşiğini oluşturan Mezopotamya coğrafyasının on bin yıl sonunda sergilediği enkaza bakan Chomsky hüzünleniyor:

  • “İnsan uygarlığının kısa, tuhaf çağı galiba son bulmaktadır.”

********

Chomsky’nin gezindiği enkaz coğrafyası çok sınırlıdır.
Batı’ya doğru küçük bir adım atalım ve Libya’ya bakalım.

Libya’dan söz ettikçe, gözümün önüne iki görüntü gelir. Birincisi, Muammer Kaddafi’nin 20 Ekim 2011’de, tarifsiz işkenceler sonunda linç edilmesini gösteren video filmi;
ikincisi ise bu ölüm haberinden hemen sonra ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un
TV kanallarına böbürlenerek verdiği “zafer demeci”:

Veni, vidi and he’s dead…”  

Bayan Clinton birilerine öykünmektedir: Belki, Bağdat’ın düşmesinden sonra,
1 Mayıs 2003’te bir uçak gemisinin güvertesine pilot giysileriyle çıkıp
görev tamamdır…” diyen George W. Bush’a…

Belki de Zile’de Pontus Kralı Farneke’yi yendikten sonra veni, vidi, vici…”
sözleriyle de tarihe geçen Roma İmparatoru Julius Sezar’a…

Ne var ki Sezar düşmanını öldürmemişti ve “geldim, gördüm, yendim” diyordu; Clinton ise, “geldim, gördüm, O öldü…” 

Kaddafi sağ yakalansaydı açıklayacağı çok şey olduğu için öldürülmeliydi…
Linç ise taşeronların katkısı idi. Ayrıca bunlarda düşmanı öldürme tutkusu da var. Kaddafi’den yaklaşık altı ay önce Obama ve Bayan Clinton Beyaz Saray’da bir başka düşmanlarının (Usame bin Ladin’in) Pakistan’da öldürülüşünü canlı yayından izlediler. Usame silahsızdı. Talimat gereği öldürüldü; cesedi de (Arjantin cuntasının solcu tutsaklara yaptığı gibi) denize atıldı. Amerika’da “niçin getirip yargılamadınız?” diye
bu eylemi yalnızca birkaç solcu (örneğin Michael Moore) protesto etti.

Bizler, yok olmakta olan bir başka geleneğin izlerini taşıdığımız için, Timur’un ve Mustafa Kemal’in savaş tutsaklarını (Bayezid’i ve General Trikopis’i) anımsarız.

Vietnam’la savaşırken, bombalarken tutsak düşen Amerikan askerleri aklımıza gelir. Bunlardan biri, altı yıl boyunca Kuzey Vietnam’da tutsak kalan (ve yıllar sonra
ABD Başkan adayı olan) John McCain idi. Cenevre Sözleşmesi söz konusu değildi; zira ABD Kuzey Vietnam’a savaş ilan etmemişti.

***

Peki, Kaddafi’yi öldürdüler de ne oldu?

“Sosyalist ve laik” Libya Arap Cemahiriyesi tarihe karıştı.
Devleti ve ülkesi ile Libya da yok oldu. Ülke aşiretler ve çeşitli İslamcı gruplar arasında paylaşıldı. Türkiye üzerinden Suriye’ye geçen cihatçı çetelerin ana kaynaklarından
biri oldu. Kaddafi’nin ölümünden bir yıl geçmeden ABD Bingazi Konsolosluğu’nu basan çeteler, büyükelçi Stevens’i (ve üç Amerikalıyı) öldürdü. 26 Temmuz 2014’te
ABD Libya’daki büyükelçiliğini kapattı. Batılı diplomatlar canlarının derdine düştü;
topluca ülkeyi terk etti. İslamcı milisler, Trablus’taki ABD büyükelçiliğine yerleşti.

Peki, bu Orta Çağ yobazlığına batmış olan Libya’da “laik” Türkiye Cumhuriyeti’nin
hâlâ ne işi var? Bu soruyu sormamın nedeni, 28 Ağustos tarihli
Defense and Foreign Affairs dergisinde çıkan bir yazıdır. Yazıya göre;

  • Türkiye ve Katar, Müslüman Kardeşler’le bağlantılı cihatçılarla işbirliği yapmakta; Batı Libya çöllerinde bir Özgür Mısır Ordusu oluşturmaya çalışmaktadır.

Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri bu nedenle Libya’daki cihatçı gruplara karşı
Ağustos’ta iki hava saldırısı düzenledi ve ABD tarafından uyarıldı.
25 Ağustos tarihli New York Times da bu bilgileri bir ölçüde doğrulamaktadır.

***

Galiba Chomsky’nin hakkı var. Uygarlığın harcında yer alan bütün pozitif normların, değerlerin utanmazca çiğnendiği; bu harca karışmış tüm pisliklerin ortaya çıktığı; kaderlerimize hükmettiği bir dönemdeyiz.

“İnsan insanın kurdu” olmakta; “kıyamet alametleri” artmaktadır.

Peki direnenler?

Bu yazının karanlık coğrafyasına, Ortadoğu’ya, Türkiye’ye bakalım.
Emperyalizme, sömürüye karşı, programı ve kadroları bakımından birçoğu laik;
bazen de sosyalist öğeler içeren direnme hareketleri yerine;
Katar, Suudi, bazen İran devletlerinin parasıyla, silahıyla “sözde düşmanlara, ötekilere” cihat açan mezheplerin, tarikatların, güruhların vurucu güçleri öne çıktı.

Laik, ilerici Filistin Kurtuluş Hareketi’ne katılan, can veren Türkiyeli devrimciler
ilk dönemin; kelle kesmek üzere Suriye’de IŞİD’le buluşanlar
ikinci dönemin Türkiye’deki simgeleri olarak düşünülebilir.

“MODERNLEŞEN TÜRKİYE’NİN TARİHİ” ERİCH JAN ZÜRCHER


Dostlar,

Meslektaşımız Dr. Alper Akçam‘ın derinlikli bir aydın (entellektüel) olarak keyif veren, öğreten.. yazılarını paylaşıyoruz.. O bir yurtsever aydın.. Kendi ekinine yabancılaşmamış ve aşağılık kompleksi içinde de değil doğallıkla..

Tersine, Anadolu kültürünün kendine özgü güzellik ve varsıllıklarını önemsiyor.
Bunların gerek Anadolu yazarları – yöneticileri gerekse Batı’lı içtenlikli olmayan
yazar- tarihçilerce bilerek görmezden gelinmesine hatta gözden kaçırılmasına, modernitenin salt Batı tekeline alınmasına içerliyor..

Biz de !

Hele tüm bunlara ek olarak Mustafa Kemal’in Devrimlerine künt kalmaları,
dahası tektipleştirici- tepeden inme – Jakoben gibi nitemleri iliştirmeleri
sigortamızı attırıyor.

Bilim – tarih namusu olan ve gerçeği teslim eden Batı’lı yazarlar da yok değil bereket. Bunlardan biri de İngiliz tarihçi Arnold Toynbee..

Üstelik Toynbee 1915’lerde İng,liz gizli servisi için çalışırken sipariş üzerine
“The Blue Book” adlı kara propaganda kitabını yazmıştı. Kitap İngiliz sömürgelerinde dağıtılmış, Yeni Zelanda ve Avusrtalya’dan asker toplamak için psikolojik ajitasyon aracı olarak kullanılmıştı. 

Toynbee “The Blue Book” adlı kara propaganda kitabında barbar Türklerin ayaklandığını ve yeryüzü uygarlığını yok edeceklerini savlamaktaydı. Onları durdurmak gerekiyordu.. 7-8 yy. önce de Hıristiyan alemi Haçlı seferleri düzenlemişti
Kutsal Kudüs’ü barbar Müsümanlardan (!) almak için.. Bu kitap sayesinde ANZAC (Australia and New Zealand Army Corps) Kolordusu oluşturulmuş ve “Haka dansı” eşliğinde Pavlov’un koşullu refleksi ile özel savaş marşları ile koşullandırılan
birer savaş canavarı
olarak Çanakkale’ye yollanmışlardı.. Bu dev cüsseli yerliler,
45+ kg tüm erkekleri askere alınan Türk ordusu neferlerinin yer yer 2 katı irilikteydiler.. Ama gene başaramadılar.. Mustafa Kemal’in askeri dehası ve Mehmetçiklerin vatan aşkını geçemediler..

****

Biz de Dr. Akçam’ın 3 kişilik mini toplantısına sanal ortamda birkaç gün sonra katılmış olduk.. Salı akşamı toplantılarına zamanımız elverdikçe katılacağız..

Teşekkürler Dr. Akçam..

Sevgi ve saygıyla.
12.9.2014, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=========================================

“MODERNLEŞEN TÜRKİYE’NİN TARİHİ”
ERİCH JAN ZÜRCHER ve BİR DERNEK TOPLANTISI ÜZERİNE…

portresi

Dr. Alper AKÇAM

Dün akşam (AS:9.9.14), Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Ankara Şubesi’nin olağan haftalık toplantısı vardı.
İki üye, bir konukla derneğin en verimli toplantılarından birini yaptık!
Toplantı saati geldi geçiyor derken yalnızdım. Kapı çaldı; yeni üyelerimizden,
çok sevgili Kerim amcamın küçük kızı Fatma Akçam Duran’dı gelen.
Elinde de üç simit taşıyan bir paket.
Hemen çay suyunu koyduk, uzun süredir görüşmemiştik, sohbete başladık.
Tam demlenen çaylarımızı almıştık ki, kapı yeniden çaldı. Bir konuğumuz vardı.
Öyle ya, çağrılarımızda toplantılar üyelere (üye sayımız yüz ona ulaştı, ne kadar sevinsek azdır!) ve tüm dostlara açıktır, demiyor muyduk? Gelen, Bilkent Üniversitesi Kütüphane Sanat Galerisi Koordinatörü, daha önce de birkaç etkinlikte karşılaşmış olduğumuz F. Atilla Güllü idi.

Derneğin yakın gelecekteki etkinlikleri üzerine biraz konuşup Cumhuriyet tarihi üzerine bir söyleşiye daldık. Batılı Şarkiyatçı düşüncenin Orta Doğu’da işgal ve savaş çığırtkanlıklarına başladığı zaman dilimiyle örtüşen tarihlerde, Cumhuriyet tarihine karşı başlatılmış kültürel saldırı ile Cumhuriyet’e sahip çıktığını sanırken Atatürk’ten ülkenin tapusunu almış gibi davranan elitist bir zümrenin yol açtığı kavram karışıklıkları üzerine yoğunlaşmıştık.

Tarihimiz yeniden yazılırken nesnel gerçeklikler gözardı ediliyor,
inanç bezirgânlıkları ve halktan kopuk aydın gevezelikleri ile
genç kuşakların kafaları karıştırılıyordu.

Söz döndü dolaştı, bizim liberal aydınlara esin kaynağı olmuş,
benim Anadolu Rönesası adlı kitabımda üzerinde uzun uzun durduğum
“Modernleşen Türkiye’nin Tarihi” adlı kitaba ve yazarı Erich Jan Zürcher’e geldi.

Zürcher ve O’ndan esin almış kimi liberal aydınların başlattığı bir kampanya ile Cumhuriyet kültür politikaları “tepeden inmeci”, “darbeci” bir nitelikte tanımlanmış,
Köy Enstitüleri ve Halkevleri gazeteci Engin Ardıç’ın kezlerce başlık yaptığı gibi
“faşist bir müesssese” ilan edilmişti.

“Komünistlik”ten kapatılmış Köy Enstitüleri, bu kampanya ve Karaömerlioğlu gibi ayakları ABD ve İngiltere’de olan aydınlar tarafından “faşistlik” mertebesine
terfi ettirilmişti!

Her gün en az bir saat özgür okumanın olduğu, öğrencilerin okul yönetimi ve derslerin hazırlanmasına etkin olarak katıldığı, cumartesi toplantılarında okul yönetimine ve işleyişe yönelik her türlü eleştirinin özgürce yapıldığı, doğaçlama oyunların,
halk oyunlarının oynandığı, her öğrencinin bir müzik aygıtı çaldığı, köylülerin de derslere ve eğlencelere katıldığı o okullarla günümüz eğitimini karşılaştırıldığında insanın içi burkulmaktadır ama, ne çare…

Akılları ve cepleri emperyalizm tarafından doldurulan aklı evvellerin sayesinde bizim Cumhuriyet tarihine ait birçok yapıt “resmi tarih”, Erich Jan Zürcher gibi Abdülhamit ve Saidi Nursi’yi “gelenekçi modernist” olarak gören bir Batılı Şarkiyatçı, “sivil tarihçi” olarak kayda geçirilmiş, üniversite öğrencilerine adı anılan kitap okutturulmuş, kitap yüzbinleri bulan baskılar yapmıştı.

“Anadolu Rönesansı”nda kitabın tabansızlığını, ülke tarihinden ve gerçekliğinden kopukluğunu, Şark ülkelerini dinsel bir yaşamın ötesinde görmeyen, görmek istemeyen, kendileri seküler yaşamı seçmişken Şark toplumlarını ille de inançları ile yaşatmak ve
o noktada bırakmak isteyen, kadın haklarını, inancını kendi diline çevrilmiş metin ve duyurularla yapmayı, dini devlet işlerinin dışında tutmayı bizlere layık bulmayan
bu anlayışın art niyetini Edward Said’in “Şarkiyatçılık” adlı yapıtından da örnekler vererek sergilemeye çalışmıştım.

Atilla Güllü, Erich Jan Zürcher’in Ankara’daki bir konferansına dinleyici olarak katıldığını söyleyerek söz aldı… Kendisini dinlemiş ve konuşmasının bitiminde birkaç sorusu ve itirazı olmuştu. O’na yönelttiği soruların başında, neden kitabında ve konuşmasında kadın haklarıyla ilgili tek bir sözün de bulunmadığı, okuryazarlık oranlarının neden karşılaştırılmadığı olmuştu. Öyle ya, madem Osmanlı’nın son zamanlarında “modernleşme” yolunda büyük adımlar atılmıştı, Abdülhamit ve sonrasında Said-i Nursi de “gelenekçi” bir “modernist” idi. Bu konularda onlar ve Jürcher ne düşünüyordu?

“Modernite” kadın hakları ve halkın kültürel yaşam içindeki yeri, özellikle okuryazarlığı konuşulmadan değerlendirilebilir miydi? Cumhuriyet’in kadın hakları konusundaki tutumu ve okuryazarlıkla ilgili olarak, özellikle Köy Enstitüleri’nden sonra atılmış
dev adımları ortadaydı…

Atilla Güllü’nün soru ve itirazlarından sonra Zürcher susup kalmış, arkadaşımızın kendisi böyle bir şey beklemediği halde salondan alkışlar yükselmişti.

Birden, içimde kocaman bir boşluk oluştu. Yıllarca uğraşmıştım Anadolu Rönesansı adlı kitap için. Yüzlerce kaynak taramış, tarihsel belgeleri incelemiştim. Halk kültürü içindeki seküler öğeleri görmezden gelen, Şarkı ve ülkemizi yalnızca İslami, Arap-Fars derebeyi toplumu gibi, politikada koçbaşı olarak kullanılan din bezirgânlığı içinde göstermek isteyen anlayışı yerden yere vurmaya çalışmıştım. Bu adamlara ve onlara yardakçılık eden yerli aydınlarımıza göre, Sis Yaylası’nda tulum çalıp kadın erkek el ele, kol kola horona duran halkımız “gelenekçi” değildi.

Bizim geleneğimiz, bu işe “günah” damgasını vuran Samsun Müftüsü’nün iki dudağı arasında olmalıydı!

Ben de bu tatlı söyleşi sırasında onca emek verdiğim kitapta es geçtiğim cins ayrımcılığı ve kadın hakları konusundaki yavanlığımın farkına varmıştım.
Üç kişilikti toplantımız ama, yol göstericiydi, ufuk açıcıydı.

Her Salı, dağarcığımızdakileri paylaşmak umuduyla, sevgiyle…

Tüm dostlara selam olsun.

10 Eylül 2014, Alper AKÇAM