Günlük arşivler: 7 Eylül 2014

Sonun sonu! Erdoğan’ın ipini Arınç mı çekecek?


ARŞİVİMİZDEN…

***28 Mayıs 2013 günü bu köşede yazdığım yazının başlığı “Sonun Başlangıcı/ Başlangıcın Sonu” idi. O yazıda 10.12.2002 tarihinde Beyaz Saray Oval Ofis’te dönemin ABD Başkanı (oğul) Bush tarafından “ABD’nin Ortadoğu taşeronluğuna” atanan Recep Tayyip Erdoğan’ın 16.05.2013 günü yine Beyaz Saray Oval Ofis’te bu kez ABD Başkanı Obama tarafından bu görevden azil edildiğini, dolayısı ile dünyadaki işlevini tamamen yitirdiğini, RTE için artık “Sonun Başlangıcı/Başlangıcın Sonu”nun başladığını yazmıştım.

Ağustos 2012 tarihinde Obama, RTE ile telefonda konuşurken, elinde sallandırdığı beyzbol sopası ile çekilmiş resmi Beyaz Saray tarafından dünyaya servis edildiğinde Don Kişot ve Sancho Panza’sı hariç herkes eski Başkanlardan Theodore Roosevelt’in ABD dış politikasına yıllardır yön veren (Big Steak Ideology) “Büyük Sopa İdeolojisi”ni hatırlamıştı.

“Speak softly and carry a big stick; you will go far.”

(Eğer yumuşak konuşur ama aynı zamanda elinde büyük bir sopa taşırsan her daim ileri gidersin!)

***

Ne RTE ne AD bu mesajı alamadı!

Halbuki, Obama bir sağa bir sola yalpalayan, kimi zaman munis bir kedi, kimi zaman başına buyruk bir tazı postuna bürünen; bunun içindir ki öngörülemeyen/ tahmin edilemeyen/ kendi hayal dünyasında yaşayan/tahammülsüz ve nihayetinde “güvenirliliği”ni tamamen yitiren RTE’yi “sopa” ile Ağustos 2012’de son kez uyarmıştı. RTE mesajı almayınca Mayıs 2013’de toptan reddedildi ve “onurlu yalnızlığı”na terk edildi.

RTE bu kez mesajı aldı ama artık vakit çok geçti!

Çaresizlik hiddet/şiddet doğurur, çaresizlik akli melekeleri dumura uğratır, çaresizlik yalnızlığı arttırır, çaresizlik içi boş kibri körükler, çaresizlik paranoyayı kışkırtır, çaresizlik eninde sonunda otoriterlik kılıfı ile örtülmeye çalışılır!

“Ben sizin babanızım, ben ne dersem o olur!”

Çaresizliğin çaresiz tepkilerinin hepsini Haziran 2013’den beri RTE’de izliyoruz!

***

Çaresiz RTE Haziran’da “Gezi Nümayişleri”ni hiç okuyamadı. Sadece paranoyak, hiddet dolu, akıldan nasibini alamayan tepkiler verdi.

Bu tepkiler çaresizliğine çaresizlik, yalnızlığına yalnızlık kattı!

“İki ayyaş” sözü RTE’nin kendi elleri ile kendisini gömmeye başlamasının ilk sembol sözü oldu.

“Öğrenci evlerinde fuhuş yapılıyor!” minvalli sözü ve bu sözünü inatla savunması ise RTE’nin kendi ipi ile kendisini astığı günü simgeleyecektir!

***

Bülent Arınç ve Yalçın Akdoğan ilk önce “zırva tevil götürmez” prensibini aşmaya çalıştılar, RTE’yi kuyudan almaya kalktılar. Yalaka bakanlar birer emir eri olarak tevile tevil kattılar. Bazı bürokrat/akademisyen/köşe yazarları kendi şahsiyetlerini yerle bir ederek son çare RTE’ye el atmaya çalıştılar.

Nafile! Kimse RTE’yi kuyudan çıkaramadı.

***

Eninde sonunda da ipi bizzat RTE’nin kendi “sadık bendeleri” çekti.

İşte bu satış anı tarihi bir andır.

Basında Mehmet Barlas, Nazlı Ilıcak Erdoğan’ı fena sattılar.

Siyasette ise RTE’yi Bülent Arınç sattı!

Bu satışlar çok ama çok önemlidir.

Son dönemde yalakalığın simge isimleri haline gelmiş, sürekli itibar satarak para kazanan her dönemin adamları Mehmet Barlas ve Nazlı Ilıcak da RTE’yi terk edince “sonun sonuna” iyice yaklaştığımıza inandım.

Ancak Bülent Arınç isyan bayrağını çekince “sonun sonu”na ulaştığımıza hükmettim.

***

Mehmet Barlas ve Nazlı Ilıcak “doğru haber veren kaynaklardan” haber almadan 11 yıllık efendilerini, veli nimetlerini satmazlar. Tabii ki onların tiyneti “batan gemiyi ilk terk eden fareler” olmaya müsaittir. Ama “tiyo” almadan katiyen bu işi yapmazlar!

***

Ancak Bülent Arınç’ın çıkışı çok daha önemlidir.

Arınç; RTE tevilini tevil ettikten ve kendisini yedi düvele rezil ettikten sonra tam 48 saat düşündü ve yurda geri dönüşü beklemeden özel bir basın toplantısı ile 40 yıllık dava arkadaşını sattı!

Bu kez “kol kırılır yen içinde kalır” demedi.
Benim bildiğim Arınç bu 48 saat içinde belirli “mihraklarla” enine boyuna “meşveret” yapmadan böyle bir çıkışı katiyen yapmaz.

Yalaka gazeteciler “tevilin tevilinin teviline” boşuna kalkmasınlar.
“Sonun sonu” geldi!

=========================

Teşekkürler Cüneyt Ülsever…

Sevgi ve saygıyla.
7.9.2014, Denizli

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

 

Prof. Dr. Ali Demirsoy : PARALEL YAPI


Prof. Dr. Ali Demirsoy : PARALEL YAPI

Dostlar,

Sn. Prof. Dr. Ali Demirsoy, dünya genelinde tanınan çok başarılı bir
Evrim Biyoloğu‘dur.

Politik – sosyal olayları irdelemede Doğa modelini başarıyla kullanır.

Aşağıdaki yazısında da böyle yapıyor. Fizikten örneklerle “PARALEL YAPI” denen ülkemizin baş belasını çözümlüyor.

Çok öğretici..
Özenle okunmasını dileriz.

Sevgi ve saygıyla.
7.9.2014, Muğla

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=======================================

PARALEL YAPI..

  • Paralel yapı olarak adlandırılan yapılanma, siyaseten ortadan kaldırılmalıdır; çünkü 2 cambaz bir ipte oynayamaz.
  • Ancak toplumun da öbür cambazın bir gün ayaklarını yere bastırması gerekir. O gün geldi…

Ali_Demirsoy_portresi2

 

Prof. Dr. Ali Demirsoy

 

 

 

Fizikte dalgalar anlatılırken dalgaların aynı frekansta bir biri üzerine bindirildiğinde oluşturdukları yıkıcı gücü açıklayabilmek için çoğunluk şöyle bir örnek verilir:

Bir asma köprüde, birçok kemanın aynı zamanda aynı frekansta ses çıkaracak biçimde yayları çekilirse, bir zaman sonra köprü yıkılır. Çünkü aynı frekansta oluşturulan dalgalar her nota vuruşunda belirli bir itme gücü meydana getireceği ve bir diğeri ile
üst üste binerek güçleneceği için, köprü neden yapılı olursa olsun yıkılır. Eğer farklı sesler çıkarılırsa, dalgaların bir bölümü öbür dalgalarla girişime uğrayarak söner ve yıkım önlenir. Bu fiziğin temel kurallarından biridir.

Aslında daha iyi anlayacağımız bir örnek daha var: Lazer, aynı kaynaktan çıkan ışın demetlerinin paralel bir konuma getirilmesiyle oluşturulur. Doğal ışın kaynaklarında çıkan ışınların bir bölümü biraz erken ya da biraz geç çıktıkları için dalgaların şişkin oldukları yerlerde birbirlerini söndürürler. Böylece bu tip ışınlar çok uzaklara gidemez; yıkıcı etki de gösteremez. Eğer ışınlar aynı kaynaktan çıkıyorsa ve birbirine paralel bir düzenleme ile bir araya getiriliyorsa, bu ışınlar buradan Ay’a dek saçılmadan gidebilirler; yalnızca birkaç kalem pilden enerjilerini alsalar bile, bir noktaya o denli yoğunlaştırılabilirler ki, kalın demiri dahi kesebilirler. Yakarlar, yıkarlar; bu nedenle lazer göstergeçlerini (AS: “pointer” yerine!) retinamızı tahrip etmesin diye gözümüze tutmaktan kaçınırız. Lazer ışınları iyi işlerde de yıkıcı işlerde de başarıyla kullanılabilir. Bu niyete bağlıdır.

Paralel ışınların fiziğin bir kuralı olarak aynı kaynaktan çıkması gerektiğini söyledik. Paralel yapılanmanın en önemli özelliği şu ya da bu biçimde ortak bir noktadan besleniyor ya da beslenmiş olmalarıdır. Şu anda Türkiye’de paralel bir yapılanmanın olduğu yetkililerce akşam-sabah söylenmektedir. Bu yapının koruyucusu ve akıl babası olarak da malum ülke gösterilmektedir. Doğru olmaması için bir neden gözükmüyor. Ancak şu anda yönetimin başında bulunanların, daha yönetime gelmeden, ayaklarının altına kırmızı halı serilerek Oval Ofis’te ülkesinin yetkililerinden uzak, emperyalist olarak bilinen bu ülkenin başkanı ile baş başa görüşmeler yapmış olması (AS: RTE’nin 10.12.2002’de daha milletvekili bile değilken Başkan oğul Bush tarafından kabulü), şu anda gündemde olan paralel yapının öbür bileşeninin hazırlanması olarak akla gelmektedir. Çünkü paralel yapıda iki bileşen yan yana olmak zorundadır.
Belli ki iki bileşen bir yerlerde senkronize edildi (uyumlu hale getirildi) ve belirli çevreler ve emperyalist ülkeler için tehdit olarak algılanan kuruluşların üzerine tutuldu.

Hiç kimsenin daha önce tahmin edemeyeceği bir biçimde, yıkılmaz, yanaşılmaz, eleştirilemez, kolay kolay alt edilemez kurum ve kişilerin üzerine tutularak yakıldı ve yıkıldı. Bunun siyaset tarihimizdeki ismi, başta bağımsız ülke özlemi içinde olan, terör için bizzat emek vermiş askeri zevata, kişilikli bilim adamlarına, yazarlara, sanatkârlara yönlendirildi. Bunlara çeşitli adlar takıldı: Balyoz, Ergenekon, Casusluk
Bu kurumların ve kişilerin belleri kırıldı. Bu yıkım için yasal zeminin hazırlanması yöneticilere, belge ve kanıt yaratılması ile yargılama süreçlerinin yürütülmesi öbür bileşene bırakıldı. Çok uyumlu bir çift olarak gerekli yıkımı yaptılar. Bunu tarih çok daha açık bir biçimde yazacaktır.

Ancak yüzyıllar ötesinden gelen bir atasözümüzün gereği olarak bu paralellik uzun süremedi: İki cambaz bir ipte oynamaz. Sıcak kestaneler maşa kullanılarak sahneden uzaklaştırılmıştı. Öbür bileşen bu aşamadan sonra tehlikeli olabilirdi. Çünkü öbür bileşenin oluşturulma nedenini ve nasıl kullanılabileceğini en iyi kendisi (paralelin öbür bileşeni) bilebilirdi. Ne de olsa aynı memeden süt emmişlerdi. Bunun için öbür bileşenin düzeninin bozulması gerekiyordu. Dershanelerden başlayarak, atamalar, okullara baskınlar, işyerlerinin sürekli denetimleri, cezalar, bu bileşenin içinde olduğu bilinen ya da varsayılan kişilerin görevlerinden uzaklaştırılması ve en üst yönetimin kürsülerden açık açık bu teşkilatın okullarına öğrenci verenleri tehdit etme, bankalarına devlet kaynaklarının esirgenmesi, yayın organlarına devlet reklam desteğinin kaldırılması ve onlarca önlem ile saldırı başlatıldı. Paralel bileşenin birinin cumhurbaşkanı, başbakanı, komutanı ve devleti oluşturan belirli makamlarda temsilcileri yoktu. Dolayısıyla gücü, sadece organizasyonu ile sınırlıydı; öbürünün gücü yasal konumu ve yetkili yerleri elinde bulundurmasından kaynaklanıyordu. Sancılı süreç böylece başladı…

Paralel yapılar oluşturma, sanatta, ticarette, askeriyede, sosyal organizasyonda yararlı sonuçlar doğurduğu Batı dünyasının kol kola girmiş ülkelerinde gözleniyor. Çünkü dinde yapmış oldukları reformlar ile bilimi ve analitik düşünceyi eğitimlerinin vazgeçilmez ögesi yaptılar. Ancak dogma ile yoğrulmuş, korkularla yetiştirilmiş ve her şeyi tehdit olarak gören toplumlarda bu paralellik -en çok ortak kısa vadeli- çıkarları sürdükçe bir arada tutulabiliyor. Bu nedenle İslam ülkelerinin hiçbirinde tüm çabalara karşın ortak bir strateji belirlenemiyor.

Aslında böyle bir paralel yapının oluşturulmasına izin veren ve bu oluşuma yıllarca göz yuman hatta destek veren yönetimlerin ihaneti unutulur gibi değildir. Nitekim 27.07.2014 tarihinde bir zamanların Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ’un açıklamasına göre, “Paralel yapıdan bahsederek bugün bize yarın size” diyerek başbakanı uyarmasına karşın, paralel yapının savcısı olduğunu övünerek kürsülerde haykıran başbakan, ordunun değerli subaylarının, onurlu rektörlerin, parti başkanlarının, yazarların bir çeşit linç edilmesine ve feryatlara seyirci kalmış; ta ki paralel yapı başbakanın oğluna uzanana kadar. Bir yıl önce, yönetimin tam kadro katıldığı törenlerde bu yapılanmaya övgüler dizilirken, bir yıl sonra nefret kusulması çoğu kişi için anlaşılabilir değildir. Birçoğu, bu nefretin, yönetimin başındakilerin ve çocuklarının söylenen ve görüntülenen yolsuzluklarını, bir zamanlar Balyoz ve Ergenekon davalarındaki yöntemlerle servis edilmeye başlanmasına tepki olduğu söylense de, iki cambaz bir ipte oynayamadığı için bu paralellik bozulmuştur. Geçmişte devlet kadrolarını ve kritik makamları ele geçirmek için aralarında su sızmayan bir ortaklık kurulmuştu. Eğitimde başarısıyla öne çıkan, siyasi bir yapılanma göstermeden devletin kadrolarını sinsi sinsi ele geçiren bir bileşen öbürünün işine çok yarayabilirdi; ne de olsa aynı ananın çocuklarıydı. Türbana özgürlük diye ortak bir sloganları da vardı. Ancak devlet gücünü ele geçiren siyasi bileşenin (kanadının) bu kadrolaşmadaki bu ortaklığa gereksinmesi kalmamıştı; bu ortaklığı bir tehdit olarak görmeye başlamıştı. Türban devletin resmi giysisi durumuna geçince etkinliğini yitirmiş oldu; bunun üzerine taraflar hizmet sloganı ile gemiyi yürütmeye çalıştıysalar da. İki cambaz bir ipte oynayamadığı için, birinin bertaraf edilmesi gerekiyordu. Paralel yapılanma tanımı böyle ortaya çıktı. İşin ilginci bu ortaklığın ikizinden biri bu tanımı yaparak öbürünü yok etmeye çalışmasıdır. Çeşitli itham ve suçlamalarla, devlet baskısıyla bu birliktelikteki bir kesimin ışınlarının demet oluşturma gücü söndürülmüş olabilir; ancak öbürü hala tüm diriliğiyle, üstelik devlet olanaklarını arkasına almış olarak devam etmektedir.

Biz tekrar ışınlarımıza dönersek, lazer ışınlarının paralellik (ortaklık) bozulmadığı sürece sonsuza kadar aynı güçle iletildiğini biliyoruz. Ancak dalgaların birinde meydana gelen bir frekans farklılığı sönmelere neden olur. En önemlisi ise paralel olduklarında farklı bir ortamdan geçerken ya da bir kristal üzerine düştüklerinden aynen yollarına devam ederken, paralel ışınların birinde meydana gelen bir frekans değişikliği, onların yolunun ayırımına neden olur. Örneğin üçgen şeklindeki bir kristal üzerine düşen beyaz ışınların farklı renklere ayrılması gibi. Açıkça birlikte seyir eden bu ışınlar yolsuzluk ve rüşvet denen tarihi bir hesaplaşmaya rastlatılmasaydı yıkım yoluna devam edecekti. Ancak başbakana yakın kristalin üzerine düşmesiyle tayflarına ayrıldı. Renkler ortaya çıktı. Bu aşamada kim kimin paraleledir yorumu ya da tartışması yapmak da anlamsızdır. Paralel yapı olabilmesi için bir birinin aynı olan iki dalganın aynı zamanda aynı ortamda bulunması gereklidir. Durum öyleydi. Buradaki en önemli araştırılması ve açığa çıkarılması gereken, bu paralel yapının frekanslarını farklılaştıran güç neydi? Hükümet ve devlet olamazdı. Çünkü zaten kol kola yıkıcı eylemlerini gerçekleştirdiler (idamla yargılanan yüzlerce insanın bugün dışarıda elini kolunu sallayarak gezmesi bunun çok açık kanıtıdır). Bu ışınlardan birinin ortadan kaldırılması gerekirdi; çünkü ikisi aynı ortamda sürseydi, fizikte girişim olarak bilinen sönme olayı ile her ikisi de ortadan kalkacaktı. Biri şu anda devletin olanaklarını kullandığı ve devletin resmi hükümeti olduğu için ayakta kalmalıydı. Dolayısıyla geçmişiyle, yaşanan ahlak, hukuk ve insanlık dışı uygulamalarıyla bu paralelliğin ortadan kalkması gerekirdi;  ölüm kalım savaşı böylece başlatılmış oldu. Ancak, bu paralel yapıyı (her iki ışını) tasarlayan, ülkemize musallat eden gücün kim olduğunu belli ki yalnızca Başbakanımız bilebilir. Hiç kimse bu bakımdan muhalefetten bir açıklama bekleyemez ve onları da sorumlu tutamaz. Geçmişte talimatların Pennsylvania ya da Oval Ofis’ten alınmış olması durumun ahlaki ya da hukuki anlamını değiştirmez.

Dünya siyaset tarihine geçecek eylemleri de bu paralel yapı hengâmesinde öğrendik. Bir zamanlar hukuka, ahlaka, insanlığa, demokrasiye aykırı eylemler yaptığı söylenen insanlar; kaderin cilvesine bakın ki aynı yöntemlerle gözaltına alınıyor, sorgulanıyor, aynı hukuksal işlemlerden geçiriliyorlar. O gün çığlıkları ve yakınmaları duymayanlar;
bugün aynı çığlıkları kendileri atıyor. Paralellik en az bu eylem benzerliğinde sürüyor. Ne yazık ki hukukun, demokrasinin, insani değerlerin, vatan millet kavramlarının zayıflatıldığı bir ülkede insanlar sağır olurlar; haklıyla haksızı ayıracak erdemlerini yitirirler.

Cumhurbaşkanı seçimlerinde, adaylardan birinin, Anayasamızda yazılı olmayan yetkilerin dışındaki yetkileri kullanacağını ve Anayasa gereği tarafsız olması gerektiği halde taraflı olacağını beyan etmesi, filtreleri yerle bir edilmiş eldeki senkronize gücün bugüne dek olduğu gibi, bundan sonra da nasıl kullanacağının ipuçlarını vermektedir.

Elinize bir lazer tüpü alın ve karanlığa tutun, yalnızca size yol gösterecek, yalnızca size yarar sağlayacak ince uzun bir ışık demetinin oluştuğunu    göreceksiniz. Etkilidir; ancak çevresi hep karanlıktır. Tüm yetkileri hep elinde utmak isteyenlerin durumu böyledir. Elinize bir mum alın, ışığının uzağa gitmediğini görseniz de çevrenizin aydınlandığını göreceksiniz. Bu ışık yalnızca size değil herkese yol gösterecektir.

Dilerim bu ülkenin Atatürk’le başlayan, bilime, uygarlığa doğru yöneldiğimiz yolu, laik, bilgili, akılcı ve munis yöneticiler aydınlatır…

CB Seçimi Meşru muydu??


Dostlar,

Prof. Hayrettin Ökçesiz, bir hukuk hocası olarak, 12. CB – Yarıbaşkan seçiminin “meşru olmadığına” ilişkin olarak seçim öncesinde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na başvurarak bu savını gerekçelendirdi..

Yaratılan bilinçli karmaşa (karambol) ortamında konu kamuoyunun gündemine yeterince gelemedi.

Seçimler yapıldı.. Parlamenter rejimlerde “Sandıklı Cumhurbaşkanı” olamayacağına göre, geçiş dönemi Türkiye’sinde yaşanan bir metamorfoz sürecinde yarı başkan seçildi RTE. (tüm oyların %38’i ile!)

Derken Hayrettin hoca hakkında, yazdığı bu dilekçe nedeniyle üniversitesince soruşturma başlatıldı. Tam bir “YILDIRMA” politikası.. Bir hukuk profesörüne bile.. Uzmanlık alanında anayasal dilekçe hakkını (md. 74) kullanması nedeniyle!?

İşte RTE’nin AKP’si – AKP’nin RTE’si döneminde geldiğimiz “ileri demokrasi” aşaması budur! Daha önce de bu sitede yazdık; hiç abartısız söyleyelim, 2014 Türkiye’si
insan hakları rejimi bakımından 1679 İngiltere’sinin Habeas Corpus güvencelerinin gerisindedir. Orada apaçık,

– “Korkma Kralın adamları seni tutarsa, bağımsız yargıçlar suçsuzsan seni
hemen salacaktır..” deniyordu..

AKP – Cemaat ortaklığıyla yurt dışı destekli düzenlenen tertip – kumpas davalarda (Ergenekon, Balyız vd.) gördük Hammurabi yasalarını (-1700’ler…)..

Hayrettin hocanın dilekçesi metin olarak aşağıda..

Seçim artık geride kaldı..

Bir kez daha bu dilekçeyi okuyalım ve serinkanlılıkla düşünelim..

Bu soruşturma utanç vericidir ve derhal özür dilenerek geri çekilmelidir.

Ya da hukuk işleyecekse, bu fahiş hatayı yapanlar, hukuksal bedelini ödeyeceklerdir, ödemelidirler..

Sayın Prof. Dr. Hayretrin Ökçesiz hocamıza dayanışma duygularımızı sunuyoruz..

Sevgi ve saygıyla.
7.9.2014,Marmaris

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

================================================

Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na buradan suç duyurusu
yapıyorum! Başlatılan CB seçim süreci meşru değildir.

Yurttaşlara Çağrı!

Anayasa’ya göre Meclis içindeki siyasal partiler aday gösteremezler.
Vekillerin aday göstermelerini engelleyemezler. Bu hak, partilerinden bağımsız davranacak olan vekillerindir. Meclis partileri vekillere – fiili tehdit tutumlarıyla ve demeçlerle

– Bu yolu kapatarak da Anayasayı çiğnemişlerdir. Ülke bu hoyrat, yaban, saygısız
siyaset tarzını sineye çekmek zorunda mıdır? Bunlar Halkın, yurttaşların özgürce
seçme seçilme hakkını hiçe saymışlardır. Hep birlikte bir partiler oligarşisi
kurmuşlardır. Demokrasiyi askıya almışlardır. Bir taşeron gibi davranmışlardır.

Tüm bu nedenlerle:

1) Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na bu partiler hakkında,
Anayasa’yı ihlal etmelerinden dolayı suç duyurusunda bulununuz.

2) 6271 sayılı CB seçimi yasasının, yanlış yere dayandıkları hükmünün
iptali için Anayasa Mahkemesi’ne gerekiyorsa bireysel başvuru yapınız.

3) Bunlara karşın seçimler yapılacak olursa, oy vermeye gidiniz. Geçersiz oy
kullanınız. 2. oylamaya da gidiniz. yine geçersiz oy veriniz. Geçersiz oylarınız
protesto oyları olarak onları hep düşündürsün! Sayınız ne denli yüksek olursa,
muhalefetiniz o denli güçlü ve inandırıcı olacaktır.

Atatürk Cumhuriyeti’nin tüm Yurttaşları direniniz!

Bu vargılarımın dayanağı olan mevzuat bilgisini yazıyorum:

T. C. Anayasası, madde 101 – (Değişik: 31/5/2007-5678/4 md.)
(…)

Cumhurbaşkanlığına Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri içinden veya Meclis
dışından aday gösterilebilmesi yirmi milletvekilinin yazılı teklifi ile mümkündür.
Ayrıca, en son yapılan milletvekili genel seçimlerinde geçerli oylar toplamı
birlikte hesaplandığında yüzde onu geçen siyasi partiler ortak aday gösterebilir.
Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir ve Türkiye Büyük Millet
Meclisi üyeliği sona erer.”

2) Partilerin dayandıklarını düşündüğüm 6271 sayılı yasa ve ilgili hükmü:

Madde 7: (…)
En son yapılan milletvekili genel seçimlerinde, aldıkları geçerli oylar toplamı
birlikte hesaplandığında, yüzde onu geçen siyasi partiler ortak aday gösterebilir.
Her bir siyasi parti ancak bir aday için teklifte bulunabilir.”
(…)

3) Anayasa’nın 101. maddesinin gerekçesi:

“Bu maddeyle, Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesi ve görev süresinin
5 yıl olması ile bir kişinin iki kezden çok Cumhurbaşkanı seçilemeyeceği; Meclis
içinden veya dışından Cumhurbaşkanı adaylığı için en az yirmi milletvekilinin
yazılı teklifinin gerekli olduğu, en son yapılan milletvekili genel seçimlerinde
geçerli oylar toplamı birlikte hesaplandığında yüzde onu geçen partilerin
ortak aday gösterebilmesi hususları düzenlenmektedir.”

– Biri kazanmasın diye ötekini kullanmak, kendini kullanılmaya açsa bile,
ahlaki midir? Kendisi olduğu için değilse, başka bir şey için seçilmeyi istemediğini söyleyebilse, gider onu seçerdim! Böyle bir siyaset bataklığında seçmen olarak kendimin de kullanıldığını düşünmüyor değilim. Kullanmak ve kullanılmak istemeyen
bir siyasete oyumu vereceğim. Bu bir protesto oyu olacak!

– Her ne nedenle olursa olsun kitap yakan kimse bir gün, hangi nedenle olursa
olsun, insanların yakılmasına en azından göz yumabilir. Kitap yakılmasıyla
insan yakılması arasında böyle bir ilişki, kitaplar yakıldığından beri var!

– Aptalca şeylerle aptallaştırıyorlar, sonra da aptallara göre şeyler yapıyorlar.
Bunlar daha çok aptallaşmamıza yol açıyor. Buna aptallaştırma / aptallaşma
sarmalı diyebiliriz.

Yoksulluk sınırı 3722, asgari  ücret 842 lira (AS: 1.7.2014 sonrası bekar 18+ işçi için 891 TL). Kayıtlı kayıtsız milyonlarca işsiz… OECD’nin en yoksul üçüncü, AB’nin
en yoksul birinci ülkesiyiz. IQ düzeyimiz Avrupa’da Arnavutluk ve Bosna-Hersek’le birlikte en düşük (88) düzeyde… Hukuk Devleti’nin tüm kurumları tahrip edilmiş,
insan hakları korunmasız kalmış, şiddet ve korku günlük yaşantıya dönüşmüş,
tüm ülke içeriden ve dışarıdan bölünmeye, parçalanmaya açık bırakılmış,
yurttaşın sorumluluk bilinci zayıflatılmış, halkın tüm tepki yetenekleri felç edilmiş, devletin iç ve dış saygınlığı yerle bir edilmiş…

Halkın üçüncü bir CB adayı çıkarabilmek için yirmi vekili bulamadığı bir Meclis…
hırsızlıklardan, yolsuzluklardan hiç söz etmiyorum bile. Bize neler oldu?
Bize neler oluyor?

Dr. Alper AKÇAM : RAKI MASASINDA MEMLEKET KURTARANLAR!…



Dostlar,


Çok değerli meslektaşımız Dr. Alper AKÇAM’ın nefis bir yazısı aşağıda..

Tüm CHP’liler okumalı ve ders almalı..

Sevgi ve saygıyla.
7.9.2014, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

===================================================

RAKI MASASINDA MEMLEKET KURTARANLAR!…



portresi

Dr. Alper AKÇAM

 

CHP Kurultayı’nda konuşan Kılıçdaroğlu’nu dinlerken memleketim Ardahan geldi gözümün önüne. Kendisi, “sol”, “sosyal demokrat”, hatta “sosyalist” sayan, konuştuğunda mangalda kül bırakmayan birçok aydını bulmak için ya taş ve kâğıt oynanan, belden aşağı fıkralardan başka ortam teması bulunmayan Şehir Kulübü’ne gideceksiniz, ya da akşam üzerleri ve hafta sonları yakındaki Gölebert veya Ölçek ormanlarında rakı kokularını izleyeceksiniz.

Birçoğunun “hadi gidelim” dediğinde arkasından gelecek tek bir köylü ya da şehirli yurttaşımızı bulamazsınız. Halkla en küçük bir temasları yoktur… Gece gündüz gördükleri düşlerdeki tek hedefleri, ileride milletvekili olabilmektir. Eleştirmeyi çok severler ama… On bir yıldır Ardahan’da kültür adına, sanat adına yapılan, yerel ve çoğul kültürün yaşatılması, devrimci estetikle çoğaltılması çabası olan Dursun Akçam Kültür Sanat Günleri’ne birçoğu hiç uğramaz bile. Ama eleştirmeyi çok severler. En çok da “haber verilmiyor” eleştirisi gelir. Oysaki, birçoğuna, örgütlerine tek tek davetiye dağıtılır, Şehir Kulübü’nün camına, sokaklara afişler yapıştırılır…

06 Eylül akşamı da CNN Türk’te Muharrem İnce’yi dinledim. O da örgütünü korumaya çalıştı ve “rakı içme” deyimiyle çağrıştırılan yasakçı anlayışa karşı çıktı.

Bu tartışmayı bir kenara bırakıp, asıl konuşulması gereken yere gelmek gerek. Kılıçdaroğlu’nun ikide bir söylediği “çalışma” kavramının içinde ne var? Neyi ve nasıl çalışacaksınız? Parti merkezi, taşradaki, çevredeki örgütlere, partililere doğru hedefler, devrimci yönelim için yollar gösterebiliyor mu? “Ben devrimci Kemal”im demekle devrimci olunabiliyor mu?

Hani senin doksan yıldır CHP’nin ağzını açıp tek söz edemediği toprak ağalığına karşı devrimci tutumun? Hani Anadolu köylüsünün yedi bin yıldır sırtına yapışmış tefeci -bezirgân – aracı soygununa karşı önlemin? Hani üretici örgütlenmesi hedefin? Ardahan’da 1200 çiçekten süzülmüş Omega 3’lü, dünyanın en zengin içerikli, en doğal sütünü köylü 85 kuruştan satıyor, Ardahan’daki memur çocuğu nereden geldiği belli olmayan UHF (AS: UHT olmalı?) sütü 250 kuruşa alıp içiyor. Mersin’de limon 10 kuruş, şehirdeki manavda 100 kuruş, domates tarlada 20 kuruş, pazarda 200 kuruş.
Bir litre mazot alabilmek için beş litre süt satman gerekiyor.
Böyle çılgın üretici – köylü sömürüsünün olduğu başka kaç ülke var?

Bıraktık sosyalizmi, halk iktidarını filan… Gidin gezin kapitalizmin merkezi olan
Batı ülkelerini… Tüm üreticiler örgütlü… Her köyde kooperatif, üretici birliği var…
Hani özelleştirmelere karşı kamulaştırmalarla halkın ve yurdun malını sahibine paylaştırıp iş alanları yaratma hedefin? Özelleştirmelere, yağmalara, kesilen ormanlara, karayolları politikasıyla kurulan petrol saltanatlarına, trafik kazalarında insanların parçalanmasına, derelere kurulan HES’lere, şehirleri betona boğan AVM’lere ne diyorsun?

Ülke zenginliklerinin yerli-yabancı bir avuç parababası tarafından yağmalandığı bir ülkede halkın iktidarının hedefi ne olacak?

Yeryüzünü kana ve savaşa boğan ABD emperyalizminin yöredeki politikaları,
İslam üzerinden oynanan oyunlara karşı devrimci tutumun nedir?

Halka, “AKP tu kaka, onu bırak beni seç”, “ABD ve AB”ye, “Ben Batıcı ve Laikim,
beni tercih et” demek devrimci bir seçenek olabilir mi?

Kendi devrimci geleneklerinden, halk kültürlerinden esin almış, Morales’ten, Chavez’ten, Küba’dan, ABD’nin burnunun dibinde ona kafa tutan devrimci önderlerden
biraz utanmak gerekmez mi?

Emperyalizme karşı dişle tırnakla savaş vermiş bir önderin kurduğu partinin mirasını taşırken, emperyalizmle aynı yatağa girmek çabası içinde olmak doğru mu?

NATO’ya, ikili anlaşmalara, hiç koşulsuz kabul edilmiş Gümrük Birliği’ne karşı bir sözünüz var mı?

Bunlara karşı susulacaksa, seçenek olacak devrimci politikalar üretemeyecekseniz, bırakınız partinin tabanındaki arkadaşlarınız da rakı sofralarında memleket kurtarsınlar!

İnsan olarak o kadar hakları olduğunu sanıyorum.

Ne yazık ki, CHP’de yıldızı parlamaya başlayan Muharrem İnce’den de bu konulara ilişkin en küçük bir değini olmadı…

Hem parti merkezi, muhalefeti, hem partinin taşradaki temsilcileri olarak, “Halk Partisi” olabilmenin ilk gereğini de hemen yerine getirin… Anadolu’nun dört bucağında AKP’nin dağıttığı onca bedava olanağa, kendi yandaşlarına tanıdığı önceliğe karşın, sizin için mücadele eden, muhalif olmayı sürdüren köylülerin, halktan insanların elini öpün.

Eğer isterseniz kendi köyümden, Ölçek’ten böyle adlar verebilirim size…
Devrimci taban için, önce devrimci merkez olmalı.
Yoksa, babamın çok sevdiği o söz gelir hemen akıllara.

“Tezekten terazinin boktan olur dirhemi!”

07 Eylül 2014, Alper AKÇAM

E. Tuğa. Türker ERTÜRK : Uzayda mı Yaşıyorsunuz??


E. Tuğa. Türker ERTÜRK
: Uzayda mı Yaşıyorsunuz??

Aynı soruları biz de ülkenin 28. Genelkurmay Başkanı Özel Paşa‘ya soruyor ve doyurucu yanıt ve EYLEM bekliyoruz..

Özel Paşa bu davranışlarıyla “komik” oluyor en hafif deyimiyle..

Acı olan ise, Türkiye’nin kritik gündeminin bu ve benzeri “komik” likleri kaldırabilecek aşamayı çoktaaaan geçmiş olması..

Ciddiyet lütfen, lütfen artık biraz ciddiyet..

TSK’ya yakışan ve ondan beklenen yurt savunması taktik ve stratejilerinin uygulanmasının zamanıdır..

Yarın çok geç olabilir..

Bu sözlerimizi “darbe çağrısı” gibi yorumlayacak veya öyle göstermek isteyecek zavallılara :

  • Ülkenin – vatanın bölünmesini engellemek için TSK’yı göreve davet
    DARBE çağrısı ise hiç itirazımız yok..

Ülke ve vatan göz göre göre bölünür ve şeriata sürüklenirken
TSK’yı darbe psikozu ile devre dışı tutma eyleminin adı ne??

İŞBİRLİKÇİ VATAN HAİNLİĞİ !

Sevgi ve saygıyla.
7.9.2014, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

 

Yeni Başbakan…. sen neymişsin be abi!!


Yeni Başbakan.... sen neymişsin be abi!!

Yazıyı gönderen Prof. M. Aksoy’a teşekkürlerimle..æ

Prof. Dr. D. Ali Ercan

***

1983-87 Londra. Bir grup arkadaş ITVde yayınlanan haftalık siyasal eğlence programı “Who Dares Wins” (Cüret Eden Kazanır) izliyoruz. Yayın birden bire kesildi.
Bir haber sunucusu ekrana geldi ve son derece ağır ve ciddi bir ifade ile
bir son dakika haberi okudu:

“Sayın seyirciler, biraz önce St. Anns hastanesinden aldığımız habere göre
Prens Charles başarılı bir ameliyat geçirdi. Başhekim Richard Johnston’un verdiği bilgiye göre, 2 saat 45 dakika süren operasyon sonucunda, Sir Alaistair’in dili
Prens Charlesın makatından çıkarıldı. Prens iki gün sonra taburcu edilecek…”

Açıklamada, Sir Alaistair’in, konuşma yeteneğini yitirdiği ancak genel sağlık durumunun iyi olduğu belirtildi. Sir Alastair Burnet, aynı kanalda 22.00 haberlerini sunan ünlü bir gazeteciydi. Geçmişte İngiliz basınında Royal Watcher denilen Saray muhabirliği de yapmıştı. (Sir A. B. 2012 yazında aramızdan ayrıldı.)

Türkiye gibi resmi ve ciddi bir ülkeden gelen bizler, bu yayın karşısında önce bir afalladık. “Bir gazeteci Prensin kıçını yalarken, dili g…ne kaçmış da, ameliyatla alınmış da…”  “Koskoca gazeteciyi de koskoca Prensi de yerin dibine batıran bir yaklaşım;
ayıp yani değil mi? Yarın ortalık karışır, yapımcının işine son verirler; Sir Alaistair ITV aleyhine dava açar, Prens acaba kimi mahkemeye verir?..” türünden kestirim ve değerlendirmeler yürüttüğümüzü anımsıyorum. Ertesi gün hiçbir şey olmadı…

Gazeteciler iktidarla aralarına mesafe koyamaz ise, Kralla, Başkanla iyi geçinmek, onların gözünde makbul insan olmak ya da kendini aklınca hep zirvede tutmak için yalakalık yaparsa, işte böyle dilini yitirir! Bu yayın, birilerinin kulağına küpe olsun mu?

***

Benim en az 40 yıllık dostum Fransız satirik siyaset gazetesi Canard Enchainé de (Zincirli Ördek) her hafta iktidar yağcılarını özel olarak “Cilacılar köşesi”nde teşhir eder. Ortalama 400 bin satışı olan, bir santim ilan almadan neredeyse yüzyıldır yayınlanan
bu gazete, Çarşamba sabahı bayiye çıkar ve Salı gecesi geç saatlerde Elysée (Cumhurbaşkanlığı) ve Matignon (Başbakanlık) Saraylarında endişe ve korku ile taranır. Kanalizasyon çukuruna düş, Canardın ağzına düşme… Rezil eder Başkanları, siyasetçileri, iş adamlarını, yağcıları, yalakaları… Bu aralar burada çok gereksinim var böyle bir gazeteye. Üstelik hiç de konu ve kahraman sıkıntısı çekmez, her hafta 20-30 sayfalık ek bile vermek zorunda kalır…

***

Şimdi Davutoğlu AKP Başkanı ve dolayısıyla Başbakan oldu ya, yandaş medyada aman efendim ne övgüler, ne yalakalıklar, sormayın gitsin… Hani Davutoğlunun
kim olduğunu, ne yaptığını bilmesek, bu yazılarda göklere çıkarılan adamın bir başka Ahmet Davutoğlu olduğunu sanacağız.

Bu yazılardan yeni bir bilgi de edindik: Davutoğlunun akademik kariyer yaptığı Malezya, Dünyada Ivy League, Eaton ve Ecole Polytechnique’den daha önemli bir üniversite diyarı imiş!

Habercilikte, muhabirin / gazetecinin ne yazdığı ne kadar önemli ise, neyi yaz(a)madığı da bir o denli önemlidir. Haberlerde çizilen portrelerde, söyleşilerde, köşe yazılarında ayar tümden kaçmış. Star, Yeni Şafak, Milliyet, Habertürk gibi gazetelerde, iktidar yanlısı internet sitelerinde, yalakalık vergiye tabi olmadığı için olsa gerek;
eline kalemi alan uçmuş. Eleştirel yaklaşım tatile çıkmış, denge, karşı tarafın görüşü namevcut. Nasıl da kalemin ucunu kaçırıvermişler görseniz gülersiniz. Ama bu yazılar sabit, bir yıla kalmaz, arşivden çıkarılıp yazanları pişman eder. Akif Beki mesela tersten yapmış bu hatayı…

Gerçi biz Osmanlı Evladıyız (Davutoğlu için bestelenen şarkının sözlerinden) Hünkara methiye düzme geleneği var bizde. Ee şimdiki Has Odabaşı da kendisine Neo-Osmanlı denmesinden hoşnut ya… Oysaki bihaber, çünkü olsa olsa çakma Osmanlı.
Bu zat, yakın bir geçmişte Osmanoğullarının yaşamda kalan üyelerini Londra Büyükelçiliğinde toplayıp onlara bir yemek vermişti. Yemeğin sonunda da,

“Sizleri Konyaya da davet etmek isterim. Şeb-i Arus törenleri döneminde…” demişti. Osmanoğullarının beti benzi atmış bu daveti duyunca. Büyük tarih alimi Davutoğlu, Osmanoğulları sülalesinin, yani padişah efradının, Şehzadeler dışında, Istanbul’dan
hatta Saraydan dışarı çıkmadığını, çıkarsa da ya sürgüne ya da ölüme gönderildiğini unutmuş herhalde. “Yok Sayın Bakanım, biz Nice’de çok memnunuz, sağolun…”
deyip geçiştirmişler bu tehlikeyi.

CHPli emekli Büyükelçi Loğolu, yeni Başbakan için Sicili sıfırdır dedi.
Diplomat terbiyesi içinde ancak bu denli ağır konuşulur.

Davutoğlunu henüz hiçbir şey yapmadan, bu ölçüde övmenin, övme gereksiniminin nedeni ne olsa gerek?

Komşularla Sıfır Sorun diye yola çıkıp, Sıfır Komşu durağına varan,
Türkiyeyi Ortadoğuda mezhep savaşına sokup yüzlerce insanın ölümüne neden olan, Wikileaks belgelerine göre Washington yönetimince Deli ve tehlikeli olarak nitelenen, oğluna yoksul bursu verilen bir kişiyi bol bol övmek gerekir ki,
bu olumsuzluklar örtülsün, gizlensin. Yakında dillerini yitirme riskiyle karşı karşıya olanlar, kendilerinden geçercesine,

“Abdülhamid Hanın beklenen ruhu
Reisin emanetisin Davutoğlu
Aydınlığa uzanan o kutlu eller için
Mazlumların yanında kıyamda olmak için
Yetimlere dokunan Resullahın ahdı için
Ümmet için…/ Millet için… / Allah için..”

diyerek Davutoğlunu şirin göstermeye çalışıyor. Korkunç ve berbat!

Davutoğlu hakkında yazılanların sentezini çıkarmaya çalıştım:
Çoğu Gürkan Zengin‘in Hoca kitabından seçilip alınmış yalnızca olumlu olay ve görüşler. Doğum yeri Konya-Taşkent’ten akraba izlenimleri. En sık işlenen temalar Annesini 4 yaşında yitirdi, Babaannesi O’na her gün dua ederdi, Hem İstanbul Erkek Lisesi hem de Boğaziçi mezunu, Parlak bir bilim adam, Kitapları çok satıyor,

Türkiye’nin Kissingeri…

Bu son tanımlama ilginç. Düşünelim biraz, Henry Kissinger’e neden ABD’nin Davutoğlu’su denmez de  bizimkine Vietnam savaşının mimarının yerli versiyonu denir?
Birisi yazdı mı bilmem. Kulis haberidir. Washingtonda Dışişleri Bakanı Bayan Clinton, Davutoğlu kendisini telefonla aradığı zaman, sekreterine “Yok deyin yok, şu anda toplantıda filan deyin” diyormuş. O denli sevilen ve sayılan bir diplomat yani…

Davutoğlu’nun ne denli zengin bir bilgi birikimine sahip olduğunu göstermek için neredeyse her biyografisinde -Stalin’in Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm kitabını okuduğu sırada orta üçteydi- cümlesi var. Biri de öbür öğrenciler gibi O da hemen Kafka’yı, Goethe’yi okumaya başlamıştı. Berthold Brechtin yapıtlarını tanımıştı diyor.
İyi güzel de Davudoğlu’nun söylem ya da eylemlerinde bugün bu yazarların hiçbir izine rastlayamıyoruz ki… Böyleleri için Fransızca bir deyiş vardır: Vous avez une bonne lecture mais vous lisez mal! (İyi kitaplar okuyorsunuz ama okumanız kötü!)

Davutoğlunun simyacı yeteneklerini sergilemiş imzasız bir yağdanlık:

Eflatun’dan Hege’le dek düşünce tarihini incelemek, Osmanlı-Türk ve İslam kültürünü içselleştirmesi sonucunu doğurdu. Müthiş bir şey yani… Patates püresinden portakallı ördek yapmak gibi bir maharet!.

Bir de mazlumların koruyucusu edebiyatı var ki, gerçekleri altüst etmenin bu kadarı olur. Okur sanacak ki; Davutoğlu Türkiye’deki Kürtlerin, Kesep’teki Ermenilerin,
Şengal’deki Şiilerin hamisi… Halbuki kendisi İŞİD’e “terörist” bile diyemiyor!

Davutoğlu yazılarında ön plana çıkan o uhrevi, dinsel söylem de pek sevimsiz.
Boğaziçi Üniversitesi’nden söz ederken, örneğin O orada öğrenciyken mescit açılmıştı bilgisi ne denli anlamlı değil mi?

Davutoğlu sanki Başbakanlık değil Şeyhülislamlık makamına getirilmiş.

Davutoğlu’nu övmekte sınır yok; Bence iyi oluyor. Özgüvenle haddini aşmayı aynı şey sanan bu kişilik, bu yazılarla, bu gaz ve yağlarla, zaten patlamaya az kalmış egosuyla, Türkiye’nin iç işlerinde de dış politikada gösterdiği başarıyı gösterirse,
Erdoğan ve AKP hanedanlığı beklenenden de daha kısa süre içinde sona erer.

Ben ondan sonra görürüm dilini ameliyat masasında başka yerde yitirmişlerin suratını… (varsa tabi!).

Hamza SAYKAN : Kuzuların sessizliği!


Kuzuların sessizliği!

portresi

 

Hamza SAYKAN
04.09.2014, Yenimahalle Gazetesi

Emre Kongar 22 Ağustos’ta Cumhuriyet’teki köşesinde “Üniversitede kuzuların sessizliği” başlıklı bir yazı yayımladı.
Yazısında “İlk, orta ve lise eğitimi gibi üniversiteler de darbelerin, diktatörlerin
ilk hedeflerinden biri olmuştur..” diyor Emre Kongar.
Devamla toplumun çeşitli kesimlerindeki olumsuzluklar karşısında üniversitelerin sessizliğini anlamadığını belirterek, “Bilim adına, üniversite adına utanıyorum..” diye bitiriyor yazısını.
Üniversitelerin yol gösterici olması gerektiğini biliyoruz. Gerçekten de gerek üniversite yöneticilerinin, gerekse öğretim üyelerinin sessizliği kabullenebilir nitelikte değildir.
Peki, sessiz olanlar yalnız onlar mı?
Askerler sindirilmiş durumda.
Polis kuvveti, hükümet kuvveti olarak her kesime korku salmaya devam ediyor.
Yargı derseniz yaşanan onca hukuksuzluk karşısında suskun…
Sivil toplum kuruluşları sıranın kendine geleceğini öngöremiyor ve bölük pörçük…
İş adamları ve onların örgütleri tümüyle sinmiş durumdalar.
Medya mı dediniz?
Medyanın çok büyük bir bölümü zaten yandaş. 
Basının amiral gemisi diye bilinenler ise “amiral battıyı” oynuyor!
Siyasal partiler ise pusulasını şaşırmış durumdalar.
Halk şaşkın! Kimin peşinden gideceğini bilemez durumda.
Yeni dönemde başbakanlık da Cumhurbaşkanlığından yönetileceğine göre,
daha diktatöryal bir yönetim Türkiye’yi bekliyor demektir.
Kısacası dostlar, herkes kafasını kuma sokmuş, devekuşu rolü yapıyor.
Peki, halkımız bunu hak ediyor mu?
Yolsuzlukları ve yoksulluğu dile getirme görevi yalnızca muhalefet partilerine mi ait?
Sanırım Emre Kongar’ın söylemek istediği de bu.
Velhasıl suskun bir toplum olduk çıktık.
“Ne gelirse kabulümüzdür” anlayışındayız.
“Aman bana dokunmayan yılan bin yaşasın” düşüncesi yaşam felsefemiz oldu

Magic (Büyülü) % 40 Türkiye’nin Yazgısını Belirliyor…


Dostlar,
Sn. Prof. Dr. D. Ali Ercan‘ın ilginç ve öğretici bir yazısı daha…Lütfen dikkatle okuyalım..

Özellikle YSK’nın seçmen sayılarındaki akıl almaz oyunlarını..
2002, 2007 ve 2011 seçimlerindeki milyonlarca tutarsızlığı ya da hileyi!?
Buraya bir kez daha aynen aktaralım Sn. Ercan’ın çoook ciddi savını :

*****

  • “2002 seçiminde seçmen sayımız 41,4 milyondu; üstelik seçmen yaş sınırı 20 idi.. 2007’de seçmen yaşı 18’e indirildi ve aradan 5 yıl geçmişti. Nüfusumuz en az 5 milyon artmış ve 18-20 yaş fark etkisiyle birlikte seçmen sayısı en az 7 milyon çoğalmış olmalıydı.. Uyarılarımıza YSK hiiiç aldırış etmedi, kulağının üzerine yattı ve 2007 seçmen sayısını 6 milyon eksiği ile 42,8 milyon olarak verdi.. YSK 2007’de 48,8 milyon olması gereken toplam seçmen sayısını 42,8 milyon olarak vermiş, dolayısıyla hem 2007 Milletvekili seçimi hem de Anayasa Referandumu için katılımı olduğundan çok yüksek göstermişti… Ben bunun üzerine çok yazdım, konuştum ama Siyasiler pek ilgili olmadılar.. Başta CHP olmak üzere tüm muhalefet partilerinin Dünyayı ayağa kaldırmaları gerekirdi… Sonra 2011 seçiminde bu farkı kapattılar. 5 yılda yalnızca 1,4 milyon artırdıkları seçmen sayısını bu kez 4 yılda 9,7 milyon artırdılar… tam bir skandaldır bu…”

*****

Sevgi ve saygıyla.
7.9.2014, Datça

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=============================================

Magic (Büyülü) % 40 Türkiye’nin Yazgısını Belirliyor…

Portresi_gulumseyen

 

 

Prof. Dr. D. Ali Ercan

 

Karikatürdeki önemli ayrıntı…

erdogan_kilicdaroglu_karikarturu_gercek_oldu_1407986469_2301.jpg
 
Değerli arkadaşlar,
20 yıl önce 1994’te İstanbul Belediyesi’nin önünden kalkan “Demokrasi Treni”
sonunda 2014’te son istasyon Çankaya’ya geldi…
Bundan ötesi yok… Biz “Yok” diyoruz, ama acaba doğru mu?
Çankaya son istasyon mu, yoksa Tren “Şeriat Ülkesi” görünene dek
yola devam edecek mi?

Nitekim, Memecan’ın karikatüründe de Cumhurbaşkanlığı “son basamak” olarak görünmüyor, daha devamı varmış gibi.. 
 
Umarız, 1993’te “elhamdülillah ben şeriatçıyım” diyen RTE, aradan geçen zaman içinde biraz akıllanmış, değişmiş olur ve Laik Cumhuriyet’te
durmasını bilir. æ
basbakan_erdogan_yuksek_hizli_trenle_eskisehire_gitti_h46301
“Magic” 40 % !
 
Değerli arkadaşlar,RTE 10. Ağustos’ta Türkiye’deki tüm seçmenlerin % 38’inin oyu ile (21 milyon) Cumhurbaşkanı seçilmiştir. Seçime katılım %73,7 ve RTE’nin aldığı oy oranı %51,79.

Tüm seçmen oyları içinde 0,5179 x 0,737 = 0,38’dir!.. 

 
Aynı oran 2007 Anayasa oylamasında da vardı. 2007 Ekiminde “Cumhurbaşkanını halk seçsin” diyen (19,4 milyon) seçmen, toplam geçerli oyların %69’u idi ve katılım oranı %59’da kalmıştı.*Dolayısıyla, Anayasaya “Evet” diyenlerin oyları Türkiye’deki tüm seçmenlerin oyları içinde 0,69 x 0,59 = 0,40’tır!..
Evet, 12 yıldır Türkiye’nin yazgısını belirleyen, % 40’lık bir kitledir.
Kimlerdir bu % 40 ??
Değerli arkadaşlar,
Bu %40;
  • Çıkar birliği yapmış, dindar görünümlü % 5’lik bir vurguncu takımı ile 
  • Bu takımın çevresinde kümelenmiş %35’lik saf, cahil, dindar, umutsuz,
    eğitimsiz, muhtaç halk kitlesidir. 
Bu simbiyotik yapı, bu çelik gibi birbirine kenetlenmiş %40’lık kitle, 12 yıldır tam kadro sandık başında, bütün seçimleri kazanmıştır.Ve sanıyorum Türkiye’deki Muhalefet aklını başına devşirmez, örgütlenemez ve büyük bir atılım yapamazsa (ya da bir Doğal afet bunların çarkına çomak sokmazsa)  korkarım, daha çoook 12 yıllar sürer bu % 40’ın Devr-i devranı.
Unutmayalım, Demokrasi, salaklık yaparak, şeriatçıya da özgürlük tanır,
ama şeriatçı aynı özgürlüğü ona tanımaz.

Demokrasiden Şeriata geçilir, ama Şeriattan Demokrasiye geçmek
olanaklı değildir..
Sevgilerimle. æ


2002 seçiminde seçmen sayımız 41,4 milyondu; üstelik seçmen yaş sınırı 20 idi.. 2007’de seçmen yaşı 18’e indirildi ve aradan 5 yıl geçmişti. Nüfusumuz en az 5 milyon artmış ve 18-20 yaş fark etkisiyle birlikte seçmen sayısı en az 7 milyon çoğalmış olmalıydı.. Uyarılarımıza YSK hiiiç aldırış etmedi, kulağının üzerine yattı ve 2007 seçmen sayısını  6 milyon eksiği ile 42,8 milyon olarak verdi.. YSK 2007’de 48,8 milyon olması gereken toplam seçmen sayısını 42,8 milyon olarak vermiş, dolayısıyla hem 2007 Milletvekili seçimi hem de Anayasa Referandumu için katılımı olduğundan çok yüksek göstermişti…
Ben bunun üzerine çok yazdım, konuştum ama Siyasiler pek ilgili olmadılar..Başta CHP olmak üzere tüm muhalefet partilerinin Dünyayı ayağa kaldırmaları gerekirdi… Sonra 2011 seçiminde bu farkı kapattılar. 5 yılda yalnızca
1,4 milyon 
artırdıkları seçmen sayısını bu kez 4 yılda 9,7 milyon artırdılar…
tam bir skandaldır bu…