Günlük arşivler: 12 Ekim 2013

Zeki Müren’den : Yıldızların Altında

Dostlar,

Sayın Ali Ercan yollamışlar..
Bunca gerginlik içinde gevşemeye de gereksinim tartışma dışı..

Sanat Güneşimiz Sayın Zeki Müren‘i de, söz yazarı (güfteci)
Sayın Ömer Bedrettin Uşaklı’yı da (1904-1946) rahmetle anarız..

Sevgi ve saygı ile.
12.10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

========================================

               Yıldızların Altında

Benim gönlüm sarhoştur
Yıldızların altında
Sevişmek ah ne hoştur
Yıldızların Altında

Sular rüzgarı dinler
Aşıklar hep serinler
Çoban yolları inler
Yıldızların altında

Yanmam gönlüm yansa da
Ecel beni ansa da
Gözlerim kapansa da
Yıldızların altındaMavi nurdan bir ırmak
Gölgede bir salıncak
Bir de ikimiz kalsak
Yıldızların altında

Ne keder ne yas olur
Çakıllar elmas olur
Bir kadeh bir tas olur
Yıldızların altında

Ettiğim ah değildir
Bahtım siyah değildir
Buse günah değildir
Yıldızların altında

Ömer Bedrettin Uşaklı (1904-1946)

Zeki Müren’den dinleyelim :

http://www.youtube.com/watch?v=UTE3LZALkuE

Galaksimizin (Samanyolunun)  ışıldayan yıldızları altında uyumak
ne büyük mutluluk..
Kutup yıldızı etrafında dönen yıldızlar Dünyanın kendi etrafında dönüşünün birinci elden kanıtı

YouTube – Videos from this email

ÖZDEMİR İNCE : AKP tarikatı saltanatında akademik kariyer..

Dostlar,

Sayın Özdemir İnce çok yönlü kişiliği olan derin birikimli bir yazardır.
Yanılmıyorsak Fransızca öğretmenliği ile eğitim ordusunda da görev yapmıştır.
Aşağıdaki makalesini, sorunun süregelmesi nedeniyle, biraz gecikmeyle de olsa yayımlayarak bir kez daha dikkat çekmek istiyoruz.

Dahası da var : Bilimsel yayınlara katkı vermeden adını koymak 2 taraf için de 8koyan ve koyduran) etik dışı olmanın ötesinde resmi evrkata sahtecilik suçudur.
Hatta jüriye yönelik nitelikli dolandırıcılıktır.

Kimi adayların, dosyalarında yer alan yayınların bir bölümüne ad koyduracak düzeyde bilimsel katkı vermekeri maddeten olanaksızıdır.. Moda deyimle yaşamın olağan akışına uygun değildir.. Özellikle farklı kentlerde oruranların.. Konu yargıya taşındığında; verilen (?!) bilimsel katkının türü, zamanı, yeri, miktarı, içeriği vb. kanıtlanması son derece zordur ve dolayısıyla gerçek dışıdır (fiktiftir). Haksız ikramdır, ulufedir, lütuftur ve geleceğe dönük bu kişilere ipotek koyma eylemidir.. Sefil bir davranıştır.. Türk Ceza Yasası karşısında ağır yaptırımları olmak gerekir ve vardır (md. 157-158).

Üstelik, akademik yükselme – atanma amaçlı bilimsel yayın dosyalarında jüri üyesinin “etik sorun” kanısı ile dosyayı YÖK Etik Kurulu‘na taşıması durumunda genellikle
bu durumdaki “adaylar” korunmakta ve “etik sorun” kanısını / kuşkusunu belirterek açıklığa kavuşturulmasını isteyen öğretim üyesi aleyhine bumerang gibi geri döndürülmektedir. İftira atma, kasıtlı geciktime, özlük hakkı gasbı.. gibi..
Bu kez ilgili öğretim üyesi kendisini kurtarabilme savaşımına girmektedir.
Bu uygulama bilinçli bir yıldırmadır.

İşte AKP, darbe anayasası dediği rejimin kurumlarından YÖK’ü
böylesine tepe tepe kullanmaktadır.

YÖK Başkanı Gökhan Çetinsaya hazretleri, bu gün yurt dışından buyurmuşlar :

– Artık Üniversitelerde türbanlı bölüm başkanları, dekanlar hatta rektörler olacakmış..
– Türbanı yüzünden ayrılanları üniversiteye geri çağırmaktaymış..

Peki Anayasanın 131. maddesinde yer alan düzenleme YÖK’e böyle bir yetki tanıyor mu? YÖK’ün yüksek öğretim kurumlarına bu yönde emir ve talimat vermesi olanaklı mı? Üniversite özerkliği ne demektir??

ANAYASA madde 131 – Yükseköğretim kurumlarının öğretimini planlamak, düzenlemek, yönetmek, denetlemek, yükseköğretim kurumlarındaki eğitim – öğretim ve bilimsel araştırma faaliyetlerini yönlendirmek bu kurumların kanunda belirtilen amaç ve ilkeler doğrultusunda kurulmasını, geliştirilmesini ve üniversitelere tahsis edilen kaynakların etkili bir biçimde kullanılmasını sağlamak ve öğretim elemanlarının yetiştirilmesi için planlama yapmak maksadı ile Yükseköğretim Kurulu kurulur.

YÖK Başkanı, Bakanlar Kurulu’nun yönetmelik değişikliği ile kamuda türbanı serbest bırakma eyleminin tümü ile hukuk dışı bir idari işlem olduğuna hiç değinmemekte.
Bu konuda verilen Anayasa Mahkemeleri, Anayasa mad. 153/son uyarınca Yasama – Yürütme – Yargı organları ile idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.

  • Anayasa mad. 153/son : Anayasa Mahkemesi kararları (kesindir / ilk fıkra)
    Resmi Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar. 

Dolayısıyla türbanın kamuda serbest bırakılması Anayasa değişikliği yapılmadan hukuksal olarak olanaksızıdır!

Bu yönde bir Anayasa değişikliğinin yapılıp yapılamayacağı da ayrı bir hukuksal tartışma konusu olmakla birlikte; bir yönetmelikle Anayasa hükmü aşılamayacağına göre.. söz konusu yönetmelik değişikliği YOK HÜKMÜNDEDİR.. Mutlak butlan ile sakattır ve bütün sonuçlarıyla (keenlemyekün) geçersizdir.
Hukuksal olarak doğmamış sayılacaktır. Hukuk normları dikey katmanlanması (hiyerarşisi), Roma hukukundan beri en temel hukuk bilimi ilkelerindendir;
Hukuk mekteplerinde (Fakültelerinde) 1. sınıfta Hukuk Başlangıcı ile Anayasa Hukuku derslerinde öğretilir.. Eskiden Roma Hukuku derslerinde de öğretilirdi, kaldırıldı..
(Bu dizelerin yazarı söz konusu dersleri almış ve sınavlarını başarmıştır..)

Bu yüzden de kamuda Türban takmak ve takılmasına göz yummak hem Anayasa’nın 153. maddesinde vurgulanan “gerçek ve tüzelkişileri bağlar” ibaresi bağlamında
hem de Anayasanın kanunsuz emir maddesi bağlamında (md. 137) suçtur.

AKP hükümetinin fiilen ve hatta cebren, de facto eylemidir. Açıkça Anayasa suçudur. En azından Anayasa başlangıcı, ilk 3 madde, 10 ve 24. maddelerle 42. ve 174. maddeye aykırıdır. Cumhuriyet Başsavcılığı uyumakta mıdır? Apaçık, laikliğe karşı “eylemlerin” odağı olduğu Anayasa Mahkesi’nin oybirliği ile aldığı karar ile onaylanmış bir parti, kör kör gözüm parmağına inatlaşmasıyla Cumhuriyet hukukuna meydan okumaktadır.

Bu ülkenin Hukuk Fakülteleri dekanları nerededir?
Türban’ın Kuran’da yeri olmadığını söylemesi gereken
İlahiyat Fakülteleri nerededir?

  • Aziz vatanın bütün kalelerine cebren ve hile ile girilmiş midir??
  • Öyle ise apaçık GENÇLİĞE HİTABE koşulları içindeyiz ve
    BURSA SÖYLEVİ’nin gerekleri boynumuzun borcu olmaktadır..

Sayın Özdemir İnce‘nin bize bu dizeleri yazdıran aşağıdaki makalesinin başlığını kullanarak bir soru ile bağlayalım :

  • Devr-i AKP’de, “AKP tarikatı saltanatında akademik kariyer” nicedür?

Sevgi ve saygı ile.
12.10.13, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==========================================

AKP tarikatı saltanatında akademik kariyer

portresi1

ÖZDEMİR İNCE

 

 

20 Mayıs 2013 günü yayımlanan “AKP Medreselerinde Bilim” başlıklı yazım yayınlandıktan sonra, bir emekli öğretim üyesi okurdan bir mesaj almıştım.
“Yazınıza ben de küçük bir ek yapmak istiyorum.” diyordu.
Bu yazının ana gövdesini bu ek oluşturuyor.

Bu yazı yayımlandıktan sonra, bu konuda birçok mesaj alacağımı biliyorum.
O zaman daha ayrıntılı bir yazı yazarım artık.

Eski öğretim üyesinin mektubu

“Sayın Özdemir İnce;

Yazılarınızı dikkatle okuyorum. Okuyorum, bilgileniyorum, yararlanıyorum.
Teşekkür ederim. 20 Mayıs (2013) tarihli yazınızı okudum ve küçük bir ek yapmak istiyorum.

Fethullah grubu elemanlarının (Bilim adamları??) diğer bir başarılı oldukları nokta da İMECE usulü bilimsel yayınlardır. Nasıl oluyor: Üniversitede bir veya birden çok profesör sistemdedir ve bunlar yaptıkları çalışmalara civardaki devlet hastaneleri veya adı var kendisi yok kurumlarda çalışan doktorların adlarını yazarak,
onları bilimsel yayın (!) sahibi yapıyorlar.

Sonra ayarladıkları (YÖK?) bilimsel jürilerle doçent, profesör yapıyorlar.
Geçtiğimiz aylarda bir devlet hastanesinde çalışan bir doçent, 140 yayınla
Hacettepe Üniversitesi’ne müracaat ediyor. Üniversitelerde dahi bu kadar yayın yapılması hayalden ötedir. Boğazına kadar hasta ile boğuşan devlet hastanesinden böyle yayınlar nasıl çıkabiliyor?

Jüriler de bir âlem? Jüri açıklanmış; içlerinde köklü üniversitelerden kimsecikler yok; Van, Urfa, Diyarbakır derken Jüri isteğe göre ayarlanmış.”

***

Emekli öğretim üyesine ileti yazıp, biraz daha açıklama yapmasını istedim. Açıklamasını okuyalım:

***

Sayın İnce,

Cemaat, üniversitelerden bazı öğretim üyelerini devşirmiş (profesör, doçent) durumda, hatta bunlardan bazıları büyük üniversitelere rektör yapılmış. Örneğin Hacettepe rektörü gibi. Hacettepe rektörünün ilk icraatından biri de, bildiğiniz gibi Çalışma ve Sosyal Güvenlik bakanının kızını, kuralları hiçe sayarak özel bir üniversiteden Hacettepe Tıp Fakültesi’ne alması olmuştur. Göreve başlar başlamaz yaptığı ilk iş kurumların başındaki görevlileri, otoparktaki güvenlikçilere kadar, değiştirmek olmuştur. Ondan sonra en büyük icraat dışarıdan öğretim üyesi atamalarına gelmiştir. Herhangi bir anabilim dalından kadro isteği olmadan, günlerden bir gün, bir öğretim üyesi ataması yapılıyor. (Örnek Üroloji, Gastroenteroloji, KBB anabilim dalları).
Bu gidişle büyük üniversitelerin içine edecekler haberiniz olsun!!

Bu devşirilmiş öğretim üyeleri, devlet hastanelerindeki uzman doktorların adlarını kendi yaptıkları yayınlara koyarak, onları bilimsel yayın sahibi yapıyorlar.
Devlet hastanelerinde çalışan doktorların bilimsel yayın yapma olanakları,
hasta yükleri ve yönetsel sorumlulukları nedeniyle oldukça azdır.

Gelelim bunların doçent yapılması prosedürüne; YÖK bunların elinde biliyorsunuz. Buradan kendilerine yakın kişileri jüri üyesi olarak belirleyip,
istediklerini kolayca öğretim üyesi yapıyorlar.

Son zamanlarda Jüri üyelerinin, kenarda köşede kurulmuş olan üniversitelerden seçilmesi herkes tarafından bilinmektedir.

Bu konuları, kendinize dost bildiğiniz yakın öğretim üyelerinden doğrulatabilirsiniz. Üniversiteler dışından doçent olanların dosyaları ciddi bir gözle incelendiğinde
bunlar ortaya dökülebilir fakat bu iktidarla bunları yapmak mümkün değil.”

***

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Çelik’in kızıyla ilgili haberi hatırlıyordum.
İnternette, 2 Temmuz 2013 tarihli Hürriyet’te buldum. Haber şöyle:

“Hacettepe Tıp Fakültesi mezunları geçen hafta yapılan törenle diplomalarını aldılar. Mezun olanlar arasında Çalışma Bakanı Çelik’in kızı Zeynep Çelik de vardı.
Bakan Çelik’in katılmadığı mezuniyet töreninde diplomaların verilmesi sırasında
bir öğrenci kürsüye gelerek, ‘İlk 10 bine girememiş bakan kızını bu salonda oturttular.’ dedi. Bunun üzerine kürsüye çıkan Rektör Murat Tuncer, ‘Ben sizden daha olgun davranmanızı beklerdim.’ deyince bazı öğrenciler ve veliler tarafından alkışlarla protesto edildi.

CHP soru önergesi vermişti

Çelik’in, Özel Acıbadem Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde okurken,
Hacettepe Tıp Fakültesi’ne yatay geçiş yapması kamuoyunda tepkiye neden olması sonrası CHP’nin eski Grup Başkanvekili Emine Ülker Tarhan, konuyu Ekim ayında (2012) Meclis’e taşımıştı.

Tarhan verdiği yazılı soru önergesinde Hacettepe İngilizce Tıp’ın üniversite sınavında ancak ilk bine girmiş öğrencilerin tercih ettiği bir bölüm olduğunu anımsatarak,
‘Bölüme yatay geçiş de aynı oranda zordur. Geçiş koşullarını YÖK belirlemektedir
ve koşullar konusunda ilgili üniversitenin yetkili kurullarında karar almak gerekmektedir. İddiaya göre Zeynep Çelik adlı öğrenci gerekli koşulları taşımamasına karşın,
Rektör Murat Tuncer’den çözüm bulması konusunda rica edilmiş ve gereği yapılmıştır. Buna göre öğrencinin belli bir süre içinde ve bizzat başvuruda bulunması gerekmesine karşın, sürenin bitmesinden 1 hafta sonra rektör Üniversite Senatosunu 24 Ağustos’ta acil toplantıya çağırmış, rutin olarak Çarşamba günü yapılması gereken toplantı
başka bir gün yapılmış ve yatay geçiş koşulları değiştirilmiştir. Üstelik toplantıların kameraya alınması gerekirken bu kez alınmamış ve sonuçta tam bir gayretkeşlikle
daha önce yatay geçiş başvurusu reddedilen Zeynep Çelik’in yatay geçiş yapması sağlanmıştır.’ iddialarını dile getirdi. Bu iddialar çerçevesinde yönelttiği 8 sorunun yanıtlanmasını istedi.”

‘İdealist doktor adayı’

Bakan Çelik, Tarhan’ın soru önergesine 22 Kasım 2012 tarihinde cevap vermiş: Yapılan işler yümüyle yasalara uygunmuş.

MUSTAFA MUTLU : “Vatanı sattık bir pula Ne utanmaz köpekleriz”

Vatanı sattık bir pula Ne utanmaz köpekleriz’

Mustafa_Mutlu_portresi

MUSTAFA MUTLU

Edepsizlikte tekleriz
Kimi görsek etekleriz
Hak’tan da yardım bekleriz
***

Geldik vatan kavgasına
Düştük rütbe yağmasına
Daldık dünya safasına
Ne utanmaz köpekleriz.
***
İnsan mı neyiz seçilmez
Bir zehirdir ki içilmez
Tavrımızdan da geçilmez
Ne utanmaz köpekleriz.
***
Biz bakmadan sağ ü sola
Düşman girdi İstanbul’a
Vatanı sattık bir pula
Ne utanmaz köpekleriz.
***
Dalkavuklukla irtikâb (yiyicilik)
İşte etti bizi harab
Sen söyle ey Şevketmeab
Ne utanmaz köpekleriz.
***

Vatanın girdik kanına
Leke getirdik şanına
Cümlemizin bok canına
Ne utanmaz köpekleriz.
***

Yukarıdaki dizeler “Vatan Şairi” Namık Kemal‘e ait…
Durup dururken nereden mi hatırladım?

Durup dururken değil elbet; doksan yaşında olmasına karşın Türkiye’nin en genç,
en üretken ve en çalışkan yazarı, değerli ustam Hıfzı Topuz‘un, Namık Kemal’in hayatını anlattığı “Vatanı Sattık Bir Pula” isimli son kitabını okudum.

Daha önce Nazım Hikmet‘in ve Tevfik Fikret‘in romanlarını yazan Hıfzı Hoca,
bu son romanında Türk dilinin en iz bırakan şairlerinden Namık Kemal’i anlatıyor.
Hem de tüm yalınlığıyla!

O; 19’uncu yüzyılda İstanbul topraklarında yaşayan efsane bir şairdi. Neredeyse tüm şiirlerinde “vatan sevgisi”ni işledi.

Padişahı rahatsız eden şiirleri yüzünden baskı gördü ve Avrupa’ya kaçtı.

Yıllar sonra yurda döndüğünde yazdığı “Vatan Yahut Silistre” adlı oyun büyük yankı uyandırdı. Sultan’ın ve sadrazamların baskısına, keyfi yönetime ve zorbalığa karşı direndi.

Vatan aşkının ve özgürlüğün simgesi oldu.

Sürgünlere gönderildi, adını altın harflerle Osmanlı tarihine yazdırdı.

48 yıllık yaşamının 18 yılını sürgünde geçirdi.

2 Aralık 1888’de öldü…

***

Vatan Mersiyesi isimli şiirinin son kıt’asında diyor ki:

“Vatan eyvah hakir oldu, perişan oldu

Düşman İstanbul’a girdi bu da mı şan oldu

Memesinden dökülen süt yerine kan oldu

Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini

Yoğimiş kurtaracak bahtı kara mâderini…”

***

Mustafa Kemal Paşa, Namık Kemal’in ölümünden tam 31 yıl sonra, 24 Aralık 1919’da Sivas’tan Ankara’ya giderken Kırşehir’e uğradı ve bu şiirin nakaratı olan son iki dizeyi Gençler Cemiyeti üyelerine değiştirerek okudu:

  • “Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
    Bulunur kurtaracak bahtı kara maderini…”

***

Bugün artık ne Namık Kemal var, ne de Mustafa Kemal… Ama aynı hançere isyan eden milyonlarca genç, o ruhun hâlâ işbaşında olduğunu Haziran Direnişi‘nde gösterdi. Kısacası:

  • “Vatanın bağrına düşman dayasın hançerini,
    yine var,
    kurtaracak bahtı kara maderini…

YARGIY-MIŞ, YARGITAY-MIŞ, YARGILA-MIŞ


YARGIY-MIŞ, YARGITAY-MIŞ, YARGILA-MIŞ

Naci_Bestepe_portresi

 

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

 

 

 

Değerli yazar ve bilim insanı Doğan CÜCELOĞLU’nun çok sevdiğim bir tanımlaması vardır.

MIŞ GİBİ yaşam diye özetlenebilir.

Özel yetkili İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin yargılaması tam da öyleydi. Kararlıydı.

Verilen özel yetkiyi en iyi şekilde kullanacaktı. Kullandı.

Usul, esas,hukuk, vicdan, insan hakları, CMK, TCK, AİHM ne varsa ayaklarının altına aldı.

BOP Eşbaşkanlığı ve Cemaatin isteklerini tam yerine getirdi.

Yargılıyor-muş gibi yaptı.

Sonuç baştan belliydi.

Heyetin davranışları da sonucun göstergelerinden biriydi.

Yargıy-mış  gibi yaptı. O kadar yapmacıktı ki, kimseyi inandıramadı.

YARGITAY’DAN BEKLENEN

Gerekçeli karar Yargıtay’a geldiğinde de beklenti yüksek değildi.

Çünkü 12 Eylül 2010 referandumu sonunda Yargıtay’ın yeniden yapılandırılması ile
özel yetkili mahkemelere benzetildiği biliniyordu.

Her şeye karşın son ana kadar yüksek yargıya olan güvenimizi yitirmek istemedik.

Yılların yargıçlarının siyasetin etkisi ile karar vermeyebileceği umudumuzu
korumaya çalıştık.

Hepsi boş çıktı.

Yargıtay da Yargıtay-mış gibi yaptı.

Yargılıyor-muş gibi yaptı.

Yargıla-mış gibi karar verdi.

ÜST YARGI FARKI

Tebliğnamede beraati istenenlere biraz daha ekleme yaparak sanki daha duyarlıy-mış, titiz-miş, incele-miş gibi yaptı.

Böylece suçu ile suçsuzu ayır-mış gibi görünmeye çalıştı.

Tam bir kandırmacadır. Ne suç, ne kanıt ne de suçlu vardır.

Aynı konumda (Harp Akademisi öğrencisi, öğretim üyesi vb.) olup serbest bırakılan, bırakılmayan vardır.

Kavun-karpuz seçer gibi insan seçilmiştir.

Ne üst mahkeme duyarlılığı, ne özen, ne üst düzey hukuk ne de adaletin zerresi  ortalıkta yoktur.

KARAR VERME ZAMANI

Şimdi karar verme zamanıdır.

Türk yargısının bitişi bu kararla ilan edilmiştir. Kesinleşmiştir.

BOP Eşbaşkanlığı yargısı ile adalet sağlamak olanaksızdır.

Bağımsız-tarafsız yargı yeniden teşkil edilene kadar mücadele sürdürülecektir.

Bu mücadele aynı zamanda Cumhuriyetimizi, ülkemizi, birliğimizi kurtarma mücadelesidir.

Bu mücadele bir meydan savaşıdır.

Cumhuriyet ve karşı devrimin savaşıdır.

Savaşanlara alkış tutarak, dua ederek, uzaktan el sallayarak, “gönlüm seninle,
aferin sana” diyerek savaşın kazanılmasına katkı sağlanamaz.

Herkes doğru konumda yerini almalıdır.

Hemen şimdi.

Türker ERTÜRK : MUAVENET


MUAVENET…

Turker_Erturk_E._Amiral

 

 

Türker ERTÜRK

BUNDAN TAM 21 YIL ÖNCE 2 EKİM 1992’DE EGE’DE BİR NATO TATBİKATI SIRASINDA MUAVENET MUHRİBİMİZ ABD’YE AİT SARATOGA UÇAK GEMİSİ TARAFINDAN VURULUR VE BEŞ ŞEHİT VERİRİZ.BU OLAYIN İÇ YÜZÜNÜ ANLATTIĞIM GEÇEN YILKİ KÖŞE YAZIMI…
İSTEK NEDENİYLE TEKRAR YAYINLIYORUM. ŞEHİTLERİMİZİN RUHU
ŞAD OLSUN.

SAYGILAR
Muavenet-i Milliye Osmanlı Donanması’nda 1910-1923 yılları arasında hizmet etmiş olan 74 metre boyunda ve 765 ton ağırlığında bir torpidobottur. Çanakkale Savaşı esnasında 13 Mayıs 1915’de İngiliz Kraliyet Donanması’nın 120 metre boyunda ve 13.160 ton ağırlığında olan HMS Goliath’ı Morto koyunda torpilleyerek batırması ile ünlüdür.Muavenet yardım, Muavenet-i Milliye ise Milli veya Ulusal yardım anlamına gelmektedir. Osmanlı Donanması’nın güçlendirilmesi için parasal destek sağlanması amacıyla İstanbullu 28 işadamının öncülüğünde kurulan ve faaliyetlerini tüm yurda yayan “Donanma-i Osmani Muavenet-i Milliye cemiyeti“ halktan topladığı yardım paraları ile aldığı ilk gemiye Muavenet-i Milliye ismi vermiştir.Türk Deniz Kuvvetleri’nde daha sonra envantere giren üç gemiye daha bu ilk geminin yarattığı ün nedeniyle Muavenet ismi verilmiştir. İkinci Muavenet 1939’da İngiltere’de yaptırılır fakat II. Dünya Savaşı’nın başlaması nedeniyle İngiltere gemiyi alıkoyar ve savaştaHMS Inconstant adıyla gemiyi kullanır ve savaş sonrasında Türkiye’ye verir. İkinci Muavenet 1946-1960 arasında Türk Deniz Kuvvetleri’nde hizmet verir ve sonrasında hurdaya ayrılır.

Üçüncü Muavenet 1942’de Amerika’da inşa edilir, USS Gwin adıyla ABD Deniz Kuvvetleri’nde görev yapar ve 15 Ağustos 1971’deTürkiye tarafından satın alınır. Üçüncü Muavenet 1992’de ABD uçak gemisi Saratoga tarafından vurulur aynı yıl hurdaya ayrılır.

Dördüncü Muavenet 1972’de Amerika’da inşa edilerek denize indirilir,
USS Capodanno adıyla ABD Deniz Kuvvetleri’nde görev yapar ve 1993’de Türkiye’ye verilir. Bu gemi de geçtiğimiz ay, yaklaşık 20 yıl görevden sonra hurdaya ayrılır.

Bugünkü yazımızda size 2 Ekim 1992’de Display Determination-92 (Kararlılık Gösterisi-92) adlı NATO tatbikatı sırasında Ege’de ABD uçak gemisi Saratoga’nın ateşlediği 2 adet Sea Sparrow hava savunma füzesiyle kahpece vurulan üçüncü Muavenet’ten bahsedeceğiz.

Olay gece yarısı yeşil periyot olarak adlandırılan tatbikat dışı dinlenme bölümünde meydana geldi. Her iki füze de geminin kalbi sayılabilecek köprüüstü ve SHM
(Savaş harekat Merkezi) gibi yerlerin yakınına isabet sağladı. Saldırı sonucunda 5 şehit ve 22 yaralı verdik.

Olay anında Saratoga ve Muavenet Ege’de Saroz Körfezi yaklaşma sularındaydılar. Bildiğiniz gibi Ege’nin her iki tarafı NATO müttefikleriyle (Türkiye ve Yunanistan) çevrilidir. Ayrıca civarda tatbikatı veya ABD gemilerini yakından izleyen Rus ve Çin gemileri mevcut değildir. Bunun anlamı Saratoga dahil ABD gemilerinin
yüksek hazırlık durumunda ve tetikte olmasını gerektiren herhangi bir durum yoktur.

Sea Sparrow satıhtan havaya atılan 19 km menzile sahip, 231 kg ağırlığında, 3,6 metre boyunda ve yaklaşık 170 bin ABD doları maliyete sahip yarı aktif radar güdümlü bir füzedir. Sea Sparrow bir hava savunma füzesi olmasına rağmen, satıhtan satıha yani suüstü hedeflerine de atılabilme özelliğine sahiptir.

Sea Sparrow füzesi atabilmek tek bir kişinin tabancayı eline alıp ateşlemesi gibi
kolay bir şey değildir. Yine bu füzenin fırlatılabilmesi SHM’de vardiya tutan bir subayın kolunu ateşleme düğmesine yanlışlıkla çarpması açıklaması ile de izah edilemez. Füzenin kaza ile ateşlenebilmesinin önüne geçebilmek için sistem çok sayıda emniyet tedbirini içermektedir. Füzeyi başarı ile ateşleyebilmek için 6 aşamadan geçilmesi ve gemi komutanın onayının alınması gereklidir. Ayrıca füze at ve unut (fire and forget) türü bir güdümlü mermi değildir. Füze ateşlendikten sonra hedefini vurabilmesi için bilgiye ihtiyacı vardır. Bu nedenle atan geminin hedef gemisini (Muavenet) radarla aydınlatması gereklidir.

  • Sonuç olarak olayın kaza olmasının imkan ve ihtimali yoktur.

Kaza olma şansı bir milyonda bir bile değildir. Ama ABD bu bir kazadır dedi!

  • Muavenet kasten, isteyerek, bilerek ve planlanarak vurulmuştur.

ABD bu olay ile Türkiye’ye mesaj vermek istedi. Birincisi stratejik olanı;

“Soğuk savaş dönemi sonrası liderliğimde yenidünya düzeni kurulmaktadır. Farklı yol arama kıpırdanmalarının farkındayım. Kayıtsız ve şartsız izlemen gereken yol benim gösterdiğimdir.”

İkincisi ise güncel bir sorunla ilgiliydi ama sonuçları itibarıyla bu da stratejikti.

Çekiç gücün Türkiye’deki varlığı ve yapacağı görevler benim için
yşamsal önem taşır. Engellenmesi kabul edilemez.”

ABD Muavenet’i vurarak yakıcı ve yıkıcı gücünün küçük bir örneğini vermişti. Sonrasında da Muavenet’e karşılık 8 Knox sınıfı firkateyni Türkiye’ye çok ucuza vererek havucu da göstermişti.

ABD, kurguladığı yenidünya düzeni içinde Ortadoğu’yu yeniden şekillendirecekti. Bunun için Türkiye’yi kaybetmemek ve iliklerine kadar kullanmak yaşamsal öneme haizdi. Bölgede ikinci bir İsrail olması planlanan kukla Kürt Devletinin oluşumu için “ Çekiç güç “çok önemliydi. Temmuz 1991’de göreve başlayan İncirlik ve Pirinçlik’te konuşlanmış 77 uçak ve helikopter ile Amerikan, İngiliz, Fransız
1862 kişiden oluşan “Çekiç güç” ün Türkiye’den çıkarılması asla ve asla
kabul edilemezdi.

Görünürdeki amacı Saddam Hüseyin’in olası saldırılarına karşı Irak’ın kuzeyinde bulunan Kürtleri korumak olan ama esas amacı Irak’ı bölmek ve bölgede
Kürt Devleti kurmak
olan “Çekiç güç“ ün görev süresi TBMM’de uzun ve
sert tartışmalardan sonra 24 Aralık 1992’de 6 ay uzatıldı. Bu uzatmalar 2003’e dek devam etti.

Türkiye’de ABD’nin “Sopa ve havuç” mesajlarını alanlar alamayanları bugüne kadar ikna etti ve ülkemizin çıkarına olarak farklı bir yol izlemek isteyenleri bastırdı, ezdi ve zindanlara attı. İşte geldiğimiz yer burasıdır.

Ne yazık ki, bu toprakların siyasetçisi ve bu toprakların komutanları olmak zor zanaattır.

Saygılar sunarım.

TÜRKLÜĞÜN FAYDASI


TÜRKLÜĞÜN FAYDASI

Naci_Bestepe_portresi

Türk Vatandaşı Naci BEŞTEPE

“Bu güne kadar Türklüğümün hiçbir faydasını görmedim.”

 

Bu sözler AKP önceki dönem milletvekili olan Ahmet AYDOĞMUŞ isimli bir
Türk vatandaşına ait.

Vatandaş Ahmet fayda için çıkmış yola.

Hayırlı ola.

AKP’den vekil olarak fayda sağlarken Türklüğü değil Müslümanlığı kullandığı anlaşılıyor.

Gemicikler, villacıklar, cipçikler, şirketçikler, ihalecikler, gizli hesapçıklar sağlayanlar gibi.

Faydayı doğrudan AKP’den sağlarken, dolaylı olarak Türk ulusundan aldığının bilincinde olmamış.

Bilinç olsa böyle der miydi?                 

BÜYÜK TÜRK MİLLETİ HUZURUNDA

Bir bakan da Andımızın 1933’lerin Demirperde ülkelerinin ırkçı sloganı olduğunu söyleyerek katkı verdi.

Sağ olsun. Aydınlandık.

Mecliste ırkçı (!) bir yemin ettiğini unutmuş bakan beyim.

“BÜYÜK TÜRK MİLLETİ” huzurunda diyerek.

Dağa taşa “NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE” yazılarak ilkellik yapıldığını söyleyen, devletini AİHM’ne şikayet eden Cumhurbaşkanı gibi.

Sonra da Türk milletinin / devletinin “BÜYÜK TÜRK MİLLETİ” huzurunda yemin ederek o milletin en yüce makamını işgal ettiği gibi.

Bir ulusa aidiyet bağı ile bağlı olduğunu söylemek ırkçılık olamaz.

Ulusu ile övünmek de.

Ailesini sevmek gibi, doğduğu-çalıştığı yeri sevmek gibi, işini sevmek gibidir.

Ve sevdiği ile övünmek gibi.

Çoğu kişi için daha da ilerisi hatta.

IRKÇILIK BAŞKA

Irkçılık sınırı; başka ulusları aşağılamak, küçük görmekle başlar.

ATATÜRK Milliyetçiliği, bizim milliyetçiliğimiz/ulusalcılığımız bu sınırı taşmaz.

Bütün uluslara saygıyı içerir.

Din merkezli düşünenler milliyetçiliği dışladıkları ve ümmeti ön plana çıkardıkları için
bu ayrımı göremezler.

Ulus olmanın, vatandaş olmanın değerini, faziletlerini bilemezler.

“TÜRKÜM” demek mutluluğunu bize bıraksınlar.

Zararı yok.

Biz Türklüğe yararlı olmak için Andımıza bağlı olmaya devam ederiz

DOĞRULUK, ÇALIŞMAK, SAYGI

Andımızın her tümcesi çok iyi seçilmiştir.

Çocuk bilincimize en güzel insani ve vatandaşlık duygularını yerleştirmek üzere.

Ama; çalmak, çırpmak, avantadan kazanmak, milletin malını peş keş çekerek
kendine ve çevresine yarar sağlamak isteyenlere uymaz.

Başkasının hakkını korumayı, saygıyı aklından geçirmeyenlere terstir.

Vatanı; üstündekileri, altındakileri satıp-savma yeri olarak görenlere aykırıdır.

Her türlü varlığı armağan olarak hortumlamaya alışık olanlara da.

IRKÇILIĞI YAPAN KİM? FAYDASI NE?

Andımızdan, ”Türk milleti “ ifadesinden neden rahatsız oluyorlar?

Irkçı buldukları için.

Bu rahatsızlığı RTE ile birlikte en çok dile getirenler kim?

Kürt ayrılıkçılar ve yobaz dinciler.

Peki Kürt ayrılıkçılığı ırkçılık değil mi?

PKK, BDP ırkçılığın dik alasını uygulamıyor mu?

Ona neden sessiz kalınıyor?

Yanıt açık.

Pazarlıklar yapıldı.

Karşılıklı faydalar sağlandı.

Ama Türk milletinin bireyi olarak değil.

Irkçılara, gericilere, bölücülere, çıkarcılara Türklükten fayda gelmez.

Başka kapıya.

NATO’NUN GÖLGESİNDE SEÇİM HAZIRLIKLARI


NATO’NUN GÖLGESİNDE SEÇİM HAZIRLIKLARI

Zeki_Sarihan_portresi

Zeki Sarıhan

 

           

Önümüzde bulunan yerel, Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimler nedeniyle siyaset şimdiden kızışıyor.

Türbandı, göğüs dekoltesiydi, Ergenekon ve Balyoz yargılamalarıydı, çocuklarımızın okullarda hangi seçmeli dersleri seçmesi gerektiğiydi,
Kürt dilinde eğitim kurumlarının açılmasıydı, ülkemizin güncel sorunları üzerinde bir kavga yürütüyoruz. Doğal olarak siyasette hemen her konu bir çekişme konusudur. 

ABD ise bu kavgaya bakıp kıs kıs gülüyor olmalıdır.

İktidarda olanlar veya iktidara aday olanlar bu kavgayı ABD’nin ve NATO’nun şemsiyesi altında yürütüyor. Televizyonlarda her gün dinlediğimiz, gazetelerde okuduğumuz, meydan nutuklarında dile getirilen onca proje içinde NATO’dan ayrılma projesi yok!

Bu durumda kim kazanırsa kazansın temel yapımız değişmeyecek. Biraz daha laik veya biraz daha muhafazakâr.

Fakat Amerika’ya bağımlılığımız sürecek. 76 milyon nüfusuyla Türkiye, Amerikan çıkarları doğrulusunda Ortadoğu’da bir köprübaşı haline getirilmiş.

NATO’nun emrindeyiz. 

Batılılar bize:

— Yat, kalk, sürün!… komutlarıyla talim yaptırıyorlar. Kime düşman, kime dost olacağımızı bize onlar fısıldıyor. Türk askerinin savaşacağı yerleri, füzesavarların nereye konulması gerektiğini onlar işaret ediyorlar.
Kore Savaşı’ndan başlayarak Amerika’nın ve onun bir saldırı örgütü olan NATO’nun gösterdiği doğrultuda hareket ediyoruz. Yatıyoruz, kalkıyoruz, sürünüyoruz… Ülkemizdeki egemenlikleri tehlikeye girerse derin devletlerini harekete geçiriyorlar, darbeler yaptırıyorlardı, yurtseverleri işkenceden geçiriyorlardı. Şimdi milleti bağımlı halde tutmaya yarayan sermaye, basın gibi başka kurumları var. 

Siyaset yaparken sınırlılıklarımız var.  Siyasal özgürlüklerimiz doğrudan doğruya bir Amerikan örgütü olan NATO ile, gerçekte bir Amerikan projesi olan Avrupa Birliği ile sınırlı. 

                                                           *

Oysa biz, varlığımızı da, bağımsızlığımızı bunlara borçlu değiliz.
Aksine, Kurtuluş Savaşımızı Batı’ya karşı savaşarak kazandık.
İkinci Dünya Savaşından burnumuz kanamadan çıkmayı
bağımsız bir politika gütmeye borçluyuz.

NATO’ya girdiğimizden beri ise ülkemizde siyasi istikrarsızlık alıp başını gitti. Türkiye’yi yönetenler, NATO’ya girme sevdasıyla 741’i ölü olmak üzere iki bin genç Anadolu köylüsünü Kore topraklarında telef etti.

Söyler misiniz Gladio’yu kim kurdu? Son 50 yıldır güzelim ülkemizde
kitle katliamları yapan, aydınlarımıza kıyan, ülkeyi bir kan gölüne çeviren NATO’daki bu Gladio değil mi?

  • Amerika, NATO Türkiye’nin hangi derdine derman oldu?

Bağımsız bir dış politikaya kavuşmadan, Türkiye’yi yeniden tam bağımsız bir ülke yapmadan millî özgürlüğümüzü ve onurumuzu nasıl kazanacağız? NATO’dan çıkmadan, Amerika sisteminin dışında kendimize bir yer kazanmadan ulusal bir eğitime sahip olabilecek miyiz? NATO’ya kapılanmasaydık, Amerikan uzmanları gelip eğitimimiz için bize akıldanelik yapabilecek miydi? 

NATO’suz ulusal savunmamızı yapamayacağımızı, silahlı kuvvetlerimizi Amerika’nın emrine vermeden yaşayamayacağımızı söyleyenler, komşularımıza bakarak utanmalıdırlar. Suriye’ye, İran’a, Rusya’ya… Daha ilerilerde Hindistan, Çin’e… Bir süredir ayağa kalkmaya başlayan Latin Amerika ülkelerine…  76 milyonluk Türkiye o kadar çaresiz midir?

Türkiye halkının her zaman içeride efendileri oldu.
Ama uzunca bir süredir, efendilerimizin de efendileri var.

Yeniden onurlu bir halk olabilmemiz için önce bu dış efendilerden kurtulmamız şart.

  • Türkiye NATO’da ve onun istediği kalıplar içinde kaldığı sürece
    rahat huzur görmeyecek.

Biz bu kıskaçtan kurtulmak için enerjimizi bağımsızlık mücadelesine ayırmak zorunda kalacağız.

“Türkiye bağımsız yaşayamaz” demek ya da Amerika’nın ve
NATO’nun şemsiyesi altında bağımsız olabileceğimizi savunmak,
Türk tarihini anlayamamanın, milletin gücünü kavrayamamamın
ve kendine güvensizliğin ifadesidir.

Seçimler gelip geçecek. Kentlerimize yeni parklar, yeni alt ve üstgeçitler yapılacak. Bazı mahkûmlar salıverilecek, yeni siyasi davalar açılacak…

Amerikalı yetkililer, Avrupa Birliği temsilcileri Esenboğa Havaalanı’nda karşılanmaya devam edilecek. Muhafazakâr veya laik, başı kapalı veya açık. Daha çok imam hatipli veya daha çok kolejli bir Türkiye.
Ama NATO’cu, Amerikancı…

Yazık Türkiye halkına!

“NATO’ya hayır!” diyemeyen siyasetçilere yazık!

NATO’nun ve Amerika’nın gölgesinde birbirimizle dalaşmak,
sonuç vermeyecek bir kavgadır. Büyük uluslar, büyük önderler
buna razı olamazlar.

Biz her şeyden önce nasıl büyük olunabileceğini 1919’daki gibi
yeniden keşfetmek zorundayız. (12.10.2013)