Günlük arşivler: 20 Haziran 2013

SBF Dekanı Prof. Yalçın Karatepe : Mücadele toplumla iktidar arasında

Dostlar,

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (nam-ı diğer Mekteb-i Mülkiye!) dekanı Sayın Prof. Dr. Yalçın Karatepe ile Cumhuriyet Pazar ekinde bir söyleşi yer aldı.
Sayın Karatepe çok net ve yerinde saptamalarda ve zarif uyarılarda bulunuyor.
İlgililerinin okuması ve dikkate alması gerek.

Bu tür kurumlar, gelişmiş ülkelerde devlet yönetiminin göz bebeğidir. Çünkü oralarda “derin devlet” dedikleri aslında bir “devlet aklı” dır. Rasyonel kamu yönetiminin gereği olarak, devletin açık desteğiyle “mükemmeliyet merkezi” durumuna getirilen bu bilim yuvaları, Devletin -devlet aklının- hep ama hep, sıklıkla danıştığı yerlerdir.

Mülkiye Mektebi Osmanlı döneminde 1859’da kurulmuştur. 154 yaşında köklü bir kurumdur.

Siyasal Bilgiler Fakültesi, diğer bir deyişle MÜLKİYE  Türkiye’de, Siyaset Bilimi, Maliye, İktisat, Kamu Yönetimi, İşletme, Çalışma Ekonomisi ve Uluslararası İlişkiler alanlarında yüksek öğrenim sağlayan en köklü kurumdur. www.politics.ankara.edu.tr resmi web sitesinde şu tanıtım dizeleri yer almakta :

  • “Fakültemizin kuruluşu ve gelişmesi yüz yıldan uzun süredir devam etmekte olan ülkemizin modernleşme ve batılılaşma hareketiyle yakından ilgilidir.Toplumsal reformların başlamasıyla birlikte , yönetim anlayışının, yapılmakta olan reformlara uyum sağlaması, siyasi ve idari kurumların etkinliğini arttırma ihtiyacları, çağdaş standartlarda idarecilerin yetiştirilmesini gerekli kılmıştır.
  • Fakültemiz bu ihtiyacı karşılamak üzere, 1859 yılında İstanbul’da bir meslek okulu olarak kurulmuş ve kuruluşundan itibaren bir dizi değişikliğe uğramıştır. Kuruluşunda Mekteb-i Mülkiye-i Şahane adıyla İç İşleri Bakanlığına bağlı bir kurumken, 1918 yılında adı Mekteb-i Mülkiye olarak değiştirilmiş ve
    Eğitim Bakanlığına bağlanmıştır. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra, 1936-1937 öğretim yılında, Atatürk’ün isteğiyle Ankara’ya taşınarak adı Siyasal Bilgiler Okulu olmuş ve öğretim süresi dört yıla çıkmıştır. 23 Mart 1950’de 562 sayılı yasa ile Ankara Üniversitesi çatısına girerek adı Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi olmuştur.”

Bu seçkin (güzide) kurum, köklü bir geçmişe ve geleneğe sahiptir. 100’ü aşkın akademik insangücü (öğretim üyesi) olarak ise 6 bölümü ile neredeyse bir Politik Bilimler Üniversitesi kapasitesine sahiptir.

Üniversite sınavlarında son yıllarda ilk 9 bin içinden öğrenci almaktadır.
1,7 milyon başvuru hesaba katılırsa, ilk yüzde yarımlık dilime girmek gerekmektedir.

Son 10,5 yıllık AKP kabusu sayılmazsa, Mülkiye hemen hemen her iktidar döneminde Kabineye üye vermiştir.

Bu kurumların saygınlığını zedeleme girişimler ancak o eylem sahiplerini küçültür ve ülkeye zarar verir. “Devlet aklı” ile davranarak adında “Mülkiye” (Devlet – Ülke) olan bu kurumdan yararlanmak gerekir.

Sayın Karatepe’ye net saptamaları için teşekkrür borçluyuz.

Bir de eleştirimiz olabilir mi?

“Siyasal Bilgiller Fakültesi” adı bizce hatalıdır.

“Bilgi” nin değil “Bilim” in fakültesi olur.

Salt “Bilgi” okutulacaksa orası meslek okulu olur, bir bilim yuvası olmaz.

Yurtdışındaki örnekleri de “Political Sciences”, “Politik – Siyasal Bilimler” dir.

Bu hususun, Sn. Prof. Karatepe dostumuzun dekanlığı döneminde bir çözüme kavuşturulmasının yerinde olacağını düşünüyoruz.

Söyleşi aşağıda…

Sevgi ve saygı ile.
20.6.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=============================================

Cumhuriyet Pazar Dergi 16.06.2013
Mücadele toplumla iktidar arasında!Türkiye’deki yükseköğretim kurumları içerisinde, muhalefetin odağı olan fakültelerden Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Prof. Dr.Yalçın Karatepe,
Gezi Parkı eylemleriyle ilgili olarak;

  • “Meydanlara dökülüp özgürlük talebinde bulunanların bir ideolojisi var.
    Daha demokratik, daha özgür, kimsenin kimseye müdahil olmadığı bir
    Türkiye ideolojisi..” değerlendirmesini yaptı.

Karatepe, olaylarda hedefe polisi oturtmanın doğru olmadığını belirterek
“Mücadele toplumla
iktidar arasında. Hedefte iktidar var.” dedi. Üniversite gençliğini bekleyen bir sorun olarak yerleşkelere polisin yerleştirilmesi planı ile ilgili olarak da Karatepe, “Rektörlüklerin ilk duyumda polise başvurması, iktidarın, polisi üniversitelere sokmak planını doğurdu. Çünkü üniversiteler belalı yerler olarak gösterildi.” dedi ve ekledi:

“Çok açık ve net söylüyorum, kaos çıkar.”

Üniversiteler içindeki iktidara, öğrencileri ve öğretim elemanları ile birlikte muhalefeti ile bilinen Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin Dekanı Prof. Dr. Yalçın Karatepe ile iki haftadır sokaklarda olan üniversite öğrencilerini, gençlik muhalefetini, hükümetin gençler üzerinden toplumu şekillendirmeye çalışmasını, alkol yasaklarını ve “üniversitelere polisin girmesi”ne ilişkin tartışmaları konuştuk. Karatepe’nin sorularımıza verdiği yanıtlar şöyle:

– Farklı görüşlerdeki gençlerin bir araya gelmesini ve sokağa çıkmasını nasıl değerlendiriyorsunuz? “Sokaktakilerin ideolojisi yok” tezine katılıyor musunuz?

– Aslında meydanlara dökülüp özgürlük talebinde bulunanların da bir ideolojisi var.
Daha demokratik, daha özgür, kimsenin kimseye müdahil olmadığı bir Türkiye ideolojisi. Özgürlükten yana olma ideolojisi. Şimdiye kadar görmediğimiz derecede bir “tek karar vericili bir sistemin” yaşanıyor olması Türkiye’de büyük kitleleri inanılmaz derecede rahatsız ediyordu. Yaşam tarzından tutun da eğitim standartlarına varıncaya kadar
her konuda bir kişi karar verdi. İstanbul’da bir yere yapılacak bina konusunda Başbakan görüş beyan eder mi? Bu sadece görüş beyan etme değil, müdahil olma anlamı da barındırıyor. İnsanlar da buna doğal olarak tepkilerini gösteriyor. Ümit ederim ki,
daha demokratik bir ülke olma yolunda önemli bir katkı sağlar. İnsanlar sokakta inanılmaz zor koşullarda taleplerini dile getirmeye çalışıyorlar.
Umarım çekilen bu eziyetin Türkiye’ye bir katkısı olur.

– Bu polisin gençlerle çatışması mı, toplumsal bir çatışma mı?

– Gösteriler Türkiye’ye yayılmış olmasına rağmen, çok şanslıyız ki, toplumsal bir çatışma ortamı söz konusu değil. Çatışma şu anda iktidar ile göstericiler arasında. İktidarın
ön plana sürdüğü grup maalesef güvenlik güçleri. Çatışma güvenlik güçleri ile göstericiler arasında değil. Bu mücadele toplum ile iktidar arasında. Ben polisleri mücadelenin bir tarafı gibi görmenin doğru olmadığını düşüyorum. Verilen görevi
yerine getirmeye çalışan insanlar. Ben inanıyorum ki, büyük çoğunluğu, evlerine gittiklerinde yaptıklarının içine sinmediğini düşünüyorlar, üzüntü duyuyorlardır.
Oradaki insanlardan çok farklı kaygıları yoktur. Büyük çoğunluğunun hayatlarına müdahale edilmesi, geçim sıkıntısı, eğitim gibi kaygıları vardır. Hedefe polisi oturtmamak lazım, burada hedefte iktidar var.
.
– Tüm politakaların gençlik üzerinden yürütülmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Toplumun tamamı şekillendirilmeye çalışılıyor.
Sesini çıkaranın sesi bastırılmak isteniyor.
Bu anlamda tüm muhalefet odakları dağıtıldı.
İktidarın karşısında bir tek üniversiteler kaldı.
Kendine özgü yapısı ile, soran sorgulayan tavrı ile üniversiteler bunu yapmak zorunda. Gençlik her şeyi eleştirir. Her şeye karşı çıkar. Kafasına yatmayan her şeyi herkesle tartışır. Zaman zaman sert tartışmalar da yaşanabilir. Burada yalnızca şiddet kullanılıp kullanılmadığına dikkat etmek gerekir. Bu tabii ki ince bir çizgidir. Ama “eleştirme!” demek, “sorma!” demek, “tartışma!” demek onları daha fazla alevlendirir.
Bu onların yapısında vardır. Üniversitelerdeki öğretim elemanları da aynı şekilde.

– Üniversitelerdeki çatışmaları nasıl engellemek gerekir?
Yönetimler olaylara karşı nasıl tavır alıyor?

– Şiddete, görüşünü karşındakine şiddetle kabul ettirmeye engel olmak gerekir.
Ama üniversiteler ilk defa gerilmedi. Türkiye’de geçmiş yıllarda çok daha büyük olaylar yaşandı. Ben o zaman da Mülkiye’deydim. Değil üniversitelerde özel güvenlik görevlisi polis bile olmazdı. Yalnzıca bir olay olduğunda, yönetim polisi çağırırdı. Onun dışında polis zaten sokaktaydı. Ama üniversiteye polisin girmesi, polisin üniversitede sabit kalması gibi bir durum kesinlikle sözkonusu değildi. Ki bu, çok daha büyük çatışmaların, büyük olayların yaşandığı bir ortamda geçerliydi.

Rektörlüklerin bir olay olduğunda üniversitenin kapısına ya da yerleşkenin içine
polisi çağırma yetkisi var. Ama benim değerlendirmem, rektörlükler bu haklarını kullanmakta çoğu zaman aceleci davrandı. En ufak bir duyum aldıklarında, hemen polise başvurdular. Hiç bekleme, görme ondan sonra değerlendirme ihtiyacı duymadılar.
Polis ne zaman kampus içine girse olaylar büyüdü. Bu bir sarmal.
Üniversiteye polis çağrılırsa olaylar büyür, sürekli bir olay ihtimali doğar,
sonra yine polis çağrılır. Rektörlüklerin ilk duyumda polise başvurması, iktidarın polisi üniversitelere sokmak planını doğurdu. Çünkü üniversiteler belalı yerler olarak gösterildi. Halkın üniversiteleri sürekli olay çıkan bir yer olarak görmesine yol açıldı. Olması gerektiği kadar, yani şiddete varmayan, eleştiriye tartışmaya izin verilmedi. Öğrencidir bu. Pankart açar, slogan atar, her türlü tartışmayı yapar. Hemen polisi çağırmamak gerekirdi.

  • Hükümetin polisi üniversiteye getirme konusundaki planı gerçekleşirse,
    çok açık ve net söylüyorum, kaos çıkar.

Öğrencilerin polise yönelik bir tepkisi zaten var. Üniversitenin içinde, üniversitenin yönetim organlarına bağlı olmayan, üniversitenin yönetim organlarından talimat almayan bir yapının olması üniversite özerkliği açısından da sorun çıkarır. Zaten ne kadar özerk?

  • Polisin gelmesi ve tümüyle kampus dışından talimat alması, tekrar söylüyorum kaos çıkarır. Özellikle, daha tartışma aşamasında olmasına karşın,
    kampusa bir karakolun kurulması, zaten tepkili öğrencinin her dakika polisle
    veya karakolla karşı karşıya kalması durumunda öğrenci çok büyük tepki gösterir. Öğretim elemanları olarak biz de tepki gösteririz.

– Üniversite yönetimi olarak engel olmak mümkün değil mi?

– İktidar, 10 yıldır yapmak istediği hiçbir şeyi tartışmıyor. Olması gerekenleri, buna kafa yoranlara sormuyor. Yalnızca yasal gücüyle şekil veriyor. Bu durumda öğretim elemanı olarak yapılması gerekenleri elbette ki yapacağız. Çalıştaylar yaparız, bildiriler yazarız ama dikkate alınıp alınmayacağı konusu kuşkulu.

– Yani örneğin, İçişleri Bakanlığı, sizden karakol için yer tahsisi başvurusunda bulunacak.

– Karakol konusu tartışmalı, doğrudan karakol olacağını sanmıyorum. Ama polislerin konuşlanacağı bir yer bile olsa, bu çok büyük tepki yaratır.

– Gençler fazla bölünmedi mi? Kollektifler var, partilere bağlı olanlar var,
çok sayıda örgütlenme var, tek bir sesin çıkması açısından?

– Çok bölünmüş olabilirler. Ama zaten olması gereken bu değil mi?
Öğrenciler istediğini düşünür, en uç fikirlere de varabilir, öğrenci sayısı kadar düşünce biçimi farklı görüş olabilir. Ama zaten mesele, Türkiye’de hiçbir yerde farklı görüşlere
yol açılmaması. Farklı düşünenin, farklı konuşanın, farklı inançları olanın normal görülmemesi. Hiç kimseye hoşgörü yok.

file:/Users/apple/Desktop/dergi/in/16PD03/%2016%20HAZIRAN%202013:YALCIN:DYALCIN3.jpg
SİNAN TARTANOĞLU

Üniversite ve muhalefetinin odak noktalarından Mekteb-i Mülkiye’nin dekanı Prof. Dr. Yalçın Karatepe, olaylarda hedefe polisi oturtmanın doğru olmadığını belirterek,

“Mücadele toplumla iktidar arasında. Hedefte iktidar var.” dedi.

 

Kaçırılmayacak Fizik Dersi !


Kaçırılmayacak Fizik Dersi !

PROF. DR. ALİ ERCAN

portresi

 

 

 

 

 

“…Aydınlatan Güneş değil, ‘Gündüz’dür !! neden? çünkü Kur’an böyle diyor !… ”

Prof. Bayındır Kanada’dan bir dostum, bana tavsiyede bulunuyor:

Derin (!) fizik bilgisiyle halkımızı nura kavuşturan söyleşileriyle Kuran ayetlerini yorumlayan ilahiyatçı (şeriatçı) profesör’ün bu dersini kaçırmamak gerektiğine
işaret ediyor.

Ben de bencil davranmak istemedim, ereceğim bu hidayetten sizlerin de nasibi olduğunu düşünerek paylaşıyorum.

İşte ilim bu, işte irfan bu.

İşte 21. yüzyıl Türkiye’sini yöneten kafa yapısı bu;

işte alkışlarınızla Prof. Dr. Abdulaziz Bayındır huzurlarınızda… æ

http://www.youtube.com/watch?v=j7bFpVpjlv4

Ülkedeki şiddet, polisin eseri..

 

Dergi 16.06.2013
Ülkedeki şiddet polisin eseri

Selim Polat ve Volkan Kesanbilici, gözünü yitirdi. Hülya’nın suratında gaz bombası patladı.
Barış Yaman, yoğun bakımda. Bu şiddetin kaynağı, 2007’de PVSK’de yapılan değişiklikte yatıyor.
İşte onların yaşadıkları ve Baran Tursun Vakfı Başkanı Mehmet Tursun’la İstanbul Tabip Odası
Gezi Kriz Masası Koordinatörü Dr. Ali Özyurt’un anlattıkları.

Aslında her şey birkaç kişinin ağaçlara sahip çıkmasıyla başladı. Sonra sabahın 05’inde,
sanki savaşta bir operasyon yapıyor edasıyla polisler geldi parka, birbiri ardına gaz bombaları attılar
50 insanın üzerine. Çadırları yaktılar. Birkaç saat sonra insanlar yürümeye başladı Taksim’e.
Sonra İstanbul ilçelerine sıçradı ateş, şehir dışına da; Ankara’ya, İzmir’e, Antakya’ya, Adana’ya…
Milyonlarca insan “polis şiddeti dursun”, diye bağırdı. Durdurdular da şiddeti; ama bir süreliğine.
Taksim, festival havasına büründü, “Polis yoksa sorun da yok” diyenler çoğaldı.
Derken iktidar hiddetini artırdı ve polis şiddeti yeniden başladı. Siz bu satırları okurken
Gezi Parkı eylemlerinin akıbeti ne olur bilmiyorum, ama kesin olan herkese bir şey öğretti;
polis şiddeti durmalı. Şimdilik üç canın alındığını biliyoruz, onlarca kişi ağır bakımda, binlerce yaralı var.

Baran Tursun Vakfı Başkanı Mehmet Tursun, İstanbul Tabip Odası Yönetim Kurulu Üyesi,
Taksim Gezi Kriz Masası Koordinatörü Dr. Ali Özyurt’la bu şiddeti konuştuk. Polisin dayağı nedeniyle
yoğun bakımda olan Barış Yaman’ın abisi Haydar Yaman, plastik mermiyle gözünü yitiren
Selim Polat ve Volkan Kesenbilici
(bu 2 gencin dramı için bkz. http://ahmetsaltik.net/gozunu-yitiren-volkan-kesanbilici-insanlara-yapilan-canimizi-yakti/
ve http://ahmetsaltik.net/gozumu-kaybettim-ama-umudum-var/)
, biber gazıyla yüzü dağılan
Hülya
ise yaşadıklarını anlattı.

Söz önce Mehmet Tursun’da.

Gezi Parkı eylemleriyle polisin şiddetli saldırıları iyice gündeme oturdu. Üç kişinin öldüğü açıklandı
şimdilik. Onlarca kişi de yoğun bakımda. Polis şiddetine karşı çalışan bir dernek olarak bu olayları
nasıl değerlendiriyorsunuz?

– En ufak bir hak arama arayışına dahi tahammül edemeyen polis, karakollarda ve sokaklarda
orantısız güç kullanmaya, şiddet uygulamaya, hastanelere, okullara, yatak odalarımıza gaz bombası
atacak kadar terör estirmeye, vatandaşları sindirmeye, devam ediyor. Taksim’de; “Lütfen bu ağacı
kesmeyiniz” talebine karşı polisin uyguladığı şiddet, devlet şiddetine ve terörüne döndü.
Polisin bu şiddetine halk isyan etti, ediyor.

– Polisin böyle şiddet kullanmasında en önemli etken Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nda yapılan
değişiklik…

– Evet, 2007’de PVSK’de yapılan değişiklikten sonra polisin; kötü muamele, adam öldürme ve hatta
kameraların önünde pervasızca şiddet uygulama gücü artarak devam etti, ediyor. Polise şiddet uygulama,
orantısız güç ve kötü muamele serbestisi verildi. Bu serbestiyle polise “dokunulmaz” mantığı ve inancı
hâkim kılındı. Polis terörünün vardığı boyut, hükümetin sessizliği, yasaların sunduğu imtiyazlar,
yargının hoşgörüsü gibi etkenler, polis şiddetini artırdıkça artırdı. Polislerin olağanlaşan şiddete
çekincesiz yaşama hakkı ihlallerinde önemli artışlara neden oldu.

  • Birkaç yılda, onlarcası karakollarda olmak üzere,
    yüzlerce kişinin ölümünden polis sorumlu tutuldu.

Yıllardır polis kurşunlarına hedef olan, ölen, sakat kalanların feryatları yankılandı. Yaşam hakkı
ihlal edilenlerin % 90’ı politik, siyasal yönü olmayan, polisten kaçmayı bile bilmeyen 20 yaş ve altı
gencecik çocuklar. İnsanlar polisten kaçar hale geldi, zor durumdaki vatandaş, “Polis imdat” derken,
“İmdat beni polisten kurtarın!” feryadına dönüştü.

– Sizin kampanyanız da buna dikkat çekmek için yola çıktı.

– Baran Tursun Vakfı, Gezi olaylarından çok önce Türkiye genelinde “Dikkat Polis Geliyor”
kampanyaları başlatarak, bu yönde platformlar oluşturarak polis şiddetine dikkat çekti.
Sokak-sokak polis şiddetini halka anlatmak ve kamuoyunda sürekli tartışılır tutmak için,
vakıf ve Mazlumder tarafından oluşturulan platformların ne kadar faydalı ve aydınlatıcı olduğunu
Gezi parkı olaylarında anladık. Polis şiddetine karşı yeni platformlar oluşturmak için motive olduk.
Olaylardan sonra devlet terörüne karşı etkin direnme platformları oluşturuldu.

Polisin; kötü muamele, adam öldürme ve hatta kameraların ve dünyanın gözleri önünde pervasızca
şiddet uygulama serbestisini olağan sayan zihniyetle, Gezi Parkı’nda masum bir şekilde;
“Lütfen bu ağacı kesmeyiniz” talebine karşı uygulanan vahşeti olağan sayan zihniyet aynı.

– Polis şiddetinin durması için acil yapılması gerekenler nedir?

BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği 1990’da herkesin anlayabileceği şekilde bir yönerge yayımladı,

Temel prensipler belgesi”.

Ateşli silah kullanımını kolluk kuvvetleri için en son başvurulacak yöntem olarak belirtilmek suretiyle,
kolluğun silah kullanma konusunda hem açıklık hem de sınırlamalar getirildi.

  • Çünkü polisin görevi şüpheliyi öldürmek değil adalete teslim etmektir.

Bu yasaya acilen uyulmalıdır. Ayrıca, Atina’da 15 yaşındaki A. Andreas Grigoropulos polisin açtığı
ateşle öldürülünce Yunanistan’ın pek çok kentinde başlayan protestolar, şiddet uygulayan polisi
bin pişman ettiği gibi, İçişleri Bakanı Pavlopulos ile Bakan Yardımcısı Panayotis Hinofotis’in ertesi gün
istifalarına neden oldu. Grigoropulos’u öldüren polis ömür boyu hapse mahkûm oldu.

Türkiye’deyse öldürme fiili, polisin adeta olağan görevleri arasına girdi. Zanlı polislerin
“Görevimizi yaptık” savunması boşa değil.

– Tıpkı İzmir’de polis tarafından öldürülen Baran Tursun,
– Tokat Turhal’da öldürülen Mustafa Uslu,
– Antalya’da öldürülen Çağdaş Gemik,
– Şanlıurfa’da öldürülen İ. Halil Çoban,
– Sivas’ta öldürülen Turan Özdemir,
– İstanbul’da öldürülen Aytekin Arnavutoğlu, Feyzullah Ete ve
– Ankara’da öldürülen Soner Cankal olaylarına karışan polisler gibi.

Üstelik bu polisler genellikle beraat etti veya sembolik cezalar aldı.
Devlete karşı ve devletin işlediği suçlara, yargının bakışı; yargıyı itibarsızlaştırıyor.

file:/Users/apple/Desktop/dergi/in/16PD02/%2016%20HAZIRAN%202013:POLIS:DPOLIS7y.jpg

Cumhuriyet Pazzar Dergi, 16.6.13

Prof. Selçuk Erez : Yalakalara ne olacak?

Cumhuriyet Pazar Dergi 16.06.2013

file:/Users/apple/Desktop/dergi/in/16PD05/%2016%20HAZIRAN%202013:CALISMALAR:LOGOLAR%20ICIN:PAZARINPENCERESINDEN-2SATIR.jpg
SELÇUK EREZ
www.selcukerez.com
 

Yalakalara ne olacak?Demokrasi yoksunluğuna Taksim Gezisi’nde başlayan tepkiler,
yurdun dört bir köşesine yayıldıkça ben, kıdemli yalakalarımız için üzülmeye başladım:İşin artık böyle süremeyeceğini, üç vakte kadar bu zavallıların işsiz kalacağını anlıyorum. O tarih gelip çattığında -ki maalesef bu kaçınılmazdır- işadamı, basın üyesi vb. yalakalarımız ne yapacaklar?

Dante, bu kimselerin Cehennemde Sekizinci Daire’nin İkinci çukuruna gideceklerini
ve orada süreksiz ve ağırlaştırılmış bir eylem sürdüreceklerini, dışkı eşeleyeceklerini söyler. Bunu bilerek, yeryüzünde sefalet çekmelerine karşı duyarsız kalamayız.

Araştırdım ve eski yalakaların bundan sonra yapabilecekleri, onların karakter yapısı ile çelişmeyeceğinden kolay uyum sağlayacakları birçok anafor işi saptadım.

İskatçılık                 : Bazı ülkelerde cenazelerde saçını başını yırtıp ağlaması için parayla adam tutuluyor. Özellikle Tayvan’da ve Kenya’da hatta İngiltere’de böyle kimseler var. Britanya’da saatine 45 sterline ağlıyorlar.

Arabistan’da kral yelpazelemek              : Klima cihazlarının yayılmasına rağmen
Arap yarımadasının emirleri, kralları, Mısır fıravunları gibi tavus tüyü yelpazelerle serinletilmeyi yeğliyorlar. Bu canlı soğutucuların da Venedik gondolcuları gibi işlerini görürken bir taraftan da şarkı söylemeleri hoşa gidiyor. Bu nedenle sesi güzel olanlar ve Arapça gazel bilenler tercih ediliyorlar. Tek riski, on beş yıl önce bir görevlinin yelpazeyi gereğinden fazla sallaması sonucu emir, ağır sinüzit olunca yelpazecinin çöle götürülüp taşlandığı biliniyor.

Yemek tadımcısı                : Zehirlenmekten korkan birçok devlet büyüğü, yiyeceklerini belli bir süre önce tadacak kimseler kullanıyorlar. Maaşın kabarık olması yanında yemeklerin en âlâsından beleş çimlenmek önemli avantalardır. Riski; sendikaları yok ve iş kazası çok.

Tebrik kartları basıp satmak               : Taksim Gezisi’nde ve Beyoğlu’nda,
sokak hattatlarımızca haziran ayı boyunca yazılmış duvar yazılarının resimlerini çekip bunları bayram tebrik kartları haline getirmek ve yılbaşı, dini ve milli bayramlarda satışa çıkarmak bol kazanca yol açabilir.

Hangi Dilden Konuşmak?

Dostlar,

Sayın Ertuğrul Latif Kazancı eğitimci ve hukukçudur.
Özellikle yakın tarihe egemen, duyarlı bir yurtsever, emekten yana düşünürdür
ADD’de 2004-2006 döneminde kendileri Genel Başkan, biz de Genel Başkan Yardımcısı, dönem dönem de Genel Başkan Vekili olarak çalıştık.

Öncesinde de ADD Genel Yönetim Kurulu üyesi olarak birlikte bulunduk.

Birkaç gün önce Cumhuriyet’in 2. sayfasında önemli bir makalesi daha yayımlandı
Sn. Kazancı’nın :

  • Hangi Dilden Konuşmak?

Gündem öyle yoğun ki, ardından yetişmek çok zor.
Küçük bir gecikmeyle bu önemli makaleyi paylaşmak istiyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
20.6.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=================================

Cumhuriyet 16.06.2013
Hangi Dilden Konuşmak?

Ertugrul_Kazanci_portresi

 

Av. Ertuğrul KAZANCI 
Eğitimci-Hukukçu

 

  • Siyasal tarih, bazı iktidar sahiplerinin en masum demokratik kitle istemlerinde bile savurdukları; “Ya yola gelirsiniz ya da biz, anladığınız dilden konuşmasını biliriz” tehditleriyle doludur. Oysa düşünsel nitelikli toplumsal muhalefetleri dinlemeyen yönetimlere, bizzat demokrasiler ders verir. Türkiye’deki Cumhuriyet ve devrim duyarlılığı içeren; akıl, bilim ve çağcıllıktan yana duruş ve önerileri, şiddet ve tertip taşıyan “provokasyon” kategorisine sokmanın nesnel mantığı da hiç yoktur.

Devleti saygın bir kurum konumuna getiren temel nitelik, tüm yurttaşları için
eşit, adil ve nesnel hukuksal kıstaslara sahip olmasıdır. Adaletin onuru da budur. Yoksa devlet, antidemokratik ve buyurgan bir “zulüm” varlığı olmaktan öteye geçemez. Kişi veya zümre otoritesi altında, mutsuz ve umutsuz kitlelerin uyruk olduğu
kimliksiz yığınlara dönüşür.

Baskıcı devlet; hukuksal içerik ve uygulamalara sırt çeviren, özgürlüklere özensiz, hakları zedeleyen ve aydınlanmaya düşman kesilen güçler yaratır.
Adaleti doğrudan etkilemeye çalışır. Siyasal iktidarların; yürütme erkini hukuksuzluk öğesi olarak kullanmak istemeleri ve “yargı bağımsızlığına” el atmaları,
bu yüzden totaliter devletlerde fazlasıyla yer tutmaktadır.

Hak ve özgürlüklerin gelişigüzel daraltıldığı, bireysel ve toplumsal güvencelerin olmadığı bir yapı; “polis devleti” statüsüdür. “Yasa devleti” de kamu yönetimi açısından
başlıca kıyas değildir. Çünkü hukuka aykırı yasaları, buyruk altında ve irdelemeden çıkaran yasama organlarına sahip nice ülkeler vardır. Öyleyse saygın yönetimlerin niteliği; evrensel düzeyde kabul görerek, demokratik hukuk kurumlarının işlemleriyle pekişmiş bir uzlaşma olan “hukuk devleti” anlayışını benimsemek olmalıdır.

‘Taksim’ ve toplumsal bellek

Toplumsal yaşamda; demokratik insani değerlerin özgürlüklerle birlikte göz ardı edildiği yönetsel tutum, “ceberrut devlet”i yaratır. Zora dayalı tavır dış ilişkilere de yansıyabilir. Ülke içinde halka göz açtırılmazken halk zararına dayatmalarla dıştaki çıkar kutuplarının boyunduruğuna girilebilir. Hatta sömürgeleştirilme programlarında, emperyalizmle birlikte saf tutulabilir.

Türkiye’deki gündem, “Taksim Gezi Parkı” olaylarıdır. Çevresel duyarlığı bile kaldıramayan coplu, biber gazlı ve basınçlı su sıkan güç, sabır bardağını taşırmıştır. Sorumluların zorunlu olarak kabullendikleri; “ruhsal ve fiziksel orantısız saldırılara”, insanların katlanma dirençleri kalmamıştır.

O zaman da ortada yurt ve ulus aleyhine yıllarca takınılan yanlışlık ve haksızlıkların nedenlerini bir anda hatırlayan toplumsal bellek belirmiştir. Toplumsal belleğin bastırılmış anılarında, bugünlerdeki “Taksim Gezi” olaylarını Türkiye ölçeğine yayan ulusal bilinçaltı canlanmıştır. Halkın inandığı değerleri istismar ederek başa gelmiş ama halktan yana olmamışların serüvenleri çırılçıplak çıkıvermiştir. Yakın tarihe doğru geri giderek, oralardan günümüze gelmek zorunludur. Hatırlayalım:

1950’ler sonrası İnönü’nün deyişiyle; “Din istismarının daniskası” başlar.
Köy Enstitüleri kapatılarak kitlesel eğitim aydınlanmasına set çekilir.

Milli eğitim, 3 Mart 1924 tarihli “öğretim birliği” esaslarından çıkarılarak,
medreseleşme yoluna çekilir.

Kore’de heder edilen “Mehmetçik” pahasına, NATO’ya üyelik izni, ödül sayılır.
Atatürk’ün onurlu Sâdabat” ve “Balkan” paktları örnekleri dışında Ortadoğu’da
İngiliz çıkarı için CENTO’ya, Avustralya ve ABD güvenlikleri yüzünden de SEATO’ya yanaşılır. Uluslararası eşitlik ilkesi terk edilir. Kurtuluş savaşı ruhuna ve
“Kemalist devrim”e aykırı hangi teslimiyet alanı varsa, gözü kapalı icra edilir.
Halkçı-devletçi ekonomi kenara fırlatılarak vahşi liberalizme kucak açılır.
“Denetimsiz piyasa” dönemi başlatılır. Özelleştirmeyle kamu mülkü, yerli ve yabancı işbirlikçilere peş keş çekilerek “sosyal devlet” tasfiye edilir.

Öbr gelişmeleri de şöyle bir çırpıda sayarsak, saptadıklarımız ülke ve ulusa ancak
zarar veren işlerdir. Onlar nelerdir? Sayalım:

“Hukukun üstünlüğü” ve “yargı bağımsızlığı” kavramları derin yaralar alır.
– Ulus devlet, “T.C.” kimliğinde silinmek istenilir.
– Kıbrıs gözden çıkarılarak,
– sahte Ermeni soykırım savlarına güçlü bir ses çıkarılmaz.
– Köprü isimlerinde bile mezhep gerilimleri icat edilir.
– Haberleşme özgürlüğü yok edilir.

Teokratik, ayırımcı ve eskinin dönek liberal cephe birliği, koruyucu siyasal ortamda Cumhuriyeti temelden örselemenin rahatça yolunu bulur. “Resmi ideolojiyi yergi” tanımlaması altında devrim karşıtlığı sergilenerek, kendi deyişleriyle

“Atatürkçülüğü çöpe atma” denemelerine girişilir. İtici ve hiddet dolu sert söylemler, devlet hiyerarşisinin resmi dili olur. İşte toplumsal bellek, böylesi nice birikimler sonucu taşar.

Şimdilerde

Topluma yönelik genellemelerle; “Ya yola gelirsiniz ya da biz, anladığınız dilden konuşuruz..” teranesini yineleyenler, hangi dili konuşacaklardır? Demokratik kitlesel duruşa karşı yalnızca; “provokasyon” suçlamaları öne sürenlerin, yani sapla samanı karıştıranların “anlatacakları dil” nasıl bir dildir? Şiddet ve tertipleri yadsıyan
“idrak sahibi” binlerce düşünce insanını hedefleyecek baskıcı yöntemler, protestoları hizaya mı getirecektir? Kastedilen bu mudur?

Hukuk devletinde, düpedüz tehdit olarak algılanacak böyle söylem bir olabilir mi?

Çıkar yol ve sonuç                        :

Atatürk’ün istediği “Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” kuşaklar,
Cumhuriyet terbiyesiyle birlikte günümüze akarak Taksim’de temsil edilmişlerdir.
Hak ve özgürlüklere toz kondurmak istememişlerdir. Yorulmuş ama ideallerini korumuşlardır. Çünkü devrimciler yılgın olmazlar.

“Namus erbabının” takınacağı en etkili tavır; demokratik düşünsel ilkeleri kararlılıkla yansıtabilmektir. İşte saptanan da budur.

Biber gazı yasaklanmalı

Dostlar,

Geçtiğimiz hafta sonu Cumhuriyet Pazar ekinde yayımlanan bir söyleşiyi paylaşalım.
Dr. Ali Özyurt, İstanbul Tabip Odası Yönetim Kurulu Üyesi ve Taksim Gezi Kriz Masası Koordinatörü olarak hizmet vermekte olan bir meslektaşımız. Acı olaylara bire bir ve yakından tanıklı etti..

Sevgi ve saygı ile.
20.6.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

==================================
Biber gazı yasaklanmalı

Dr. Ali Özyurt*
Anesteziyoloji ve Reanimasyon Uzmanı

– Biber gazı, TOMA gibi gösteri kontrol araçlarının yarattığı tehlike,
Gezi Parkı eylemleriyle iyice ayyuka çıktı. Polisin tavrını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Dr. A.Ö. : Polis, PSVK’da bile bildirilen zor kullanım yetkisini aştı.

Etkisiz hale getirene dek kademeli şekilde yapması gereken zor kullanımını,
işkence silahına dönüştürdü.

Doğrudan hedef gözetilerek kullanılmasıyla birçok insan ağır yaralandı,
yoğun bakıma kaldırıldı, gözünü yitirdi

– Eylemin taleplerinden biri de biber gazının yasaklanması.
Biber gazı yasaklanmalı, çünkü?..

Dr. A.Ö. : Hekim olarak hekim sorumluluğuyla kullanılan gözyaşartıcı gazların literatürde bildirilen etkileri ve bizlerin, maruz kalanlarda saptadığımız bulgular ve daha öncesinde de medyadan bildiğimiz toksik etkiyle yaşanan ölümler nedeniyle
biber gazı hemen derhal yasaklanmalı.

– TTB (Türk Tabipleri Birliği) yıllardır gazların zararlarından söz ediyor.
En büyük zararı nedir?

Dr. A.Ö. : Solunum ve dolaşım sistemi üzerine yarattığı akut etkiler.
Akut akciğer ödemi ile gelişen asidozun en sık ölüm nedeni olduğu bildiriliyor.

– Gazın etkisi kısa, en azından saatlerle sınırlı deniliyor, öyle mi?

Dr. A.Ö. : Doğaları gereği ancak hayvan deneyleri yapılabilmekte ve geç dönem etkileriyle ilgili çalışmalar devam ediyor. Kullanım kılavuzunda etkinin birkaç saat sürdüğü bildiriliyor ama maruz kalan hastalardan birkaç gün sürdüğünü hatta geç dönem
sağlık sorunları başladığını bile biliyoruz.

*İstanbul Tabip Odası Yönetim Kurulu Üyesi ve
Taksim Gezi Kriz Masası Koordinatörü

Cumhuriyet Pazar eki, 16.6.13

TÜMÖD Basın Açıklaması

Dostlar,

Bizim de üyesi olduğumuz TÜMÖD (Tüm Öğretim Üyeleri Derneği) basın açıklamasını, başkan sayın Prof. Dr. Alpaslan IŞIKLI imzasıya paylaşmak istiyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
20.6.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

==============================

“Halkımız bütün bu insanlık dışı uygulamaların hesabını er ya da geç soracaktır”

portresi
Prof. Dr. Alpaslan IŞIKLI
TÜMÖD Genel Başkanı

 

 

TÜMÖD Yönetim Kurulu üyeleri olarak, Taksim Gezi Parkı ile ilgili sorunların kıvılcımıyla patlak veren demokratik toplumsal tepkiler hakkındaki görüş ve düşüncelerimizi,
bugüne dek değişik platformlarda ve değişik kanallarda dile getirmeye çalıştık.
Kuşkusuz, bizim bu çabalarımızın, özellikle tüm medya organları üzerinde sürdürülmekte olan son derece sistematik ve ağır denetim ve baskılar dolayısıyla bazı çevrelere ulaşmasının sınırlı kalmış olabileceğini kabul etmekteyiz. Dolayısıyla bu konulardaki tavrımızı, tekrar tekrar ortaya koymanın yanlış olmayacağı kanısındayız.

Hukuk devleti kuralları çerçevesinde sürdürülmesine büyük özen gösterildiği anlaşılan
ve ülkeyi boydan boya saran demokratik ve özgürlükçü protestolara karşı yöneltilen saldırıların sergilediği vahşet manzaraları, giderek büsbütün tahammül edilemez boyutlara varmış, bunların ülke gündemindeki yeri daha da belirginleşmiştir.

Çocuk yaştaki insanlara ve doktorlara uygulanan acımasız davranışlar,
ülkemizin tarihinde görülmemiş bir tablo ortaya çıkarmıştır.
Çocuklar üzerindeki baskılar giderek cinayet boyutuna varmış bulunmaktadır.

Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’nda son derece sınırlı olanaklara karşın, yaralı düşman askerlerine bile yardıma koşan atalarımızın davranışları tüm dünyaya örnek oluşturan, sarsılmaz bir geleneğimiz olarak bilinir. Oysa şimdi kendi yurttaşlarının yardımına koşan hekimlerimiz kelepçelenmekte ve cezalandırılmaktadır.

Yıllardır özgürlükçü ve demokratik kişiliğe sahip öğrenciler yetiştirmeye özveriyle
büyük özen göstermiş olan üniversite öğretim elemanlarını, bu çabalarından dolayı
ağır sözlerle eleştirmeye kalkışmak akılla, mantıkla ve yurtseverlikle bağdaşmaz.

Güçbirliği yapan halkımızın bütün bu insanlık dışı uygulamaların hesabını er ya da geç soracağından emin bulunuyoruz.

Bu duygularla demokratik toplumsal tepkilerini gösteren halkımızın yanında olduğumuzun bilinmesini istiyoruz.

Prof. Dr. Alpaslan IŞIKLI
TÜMÖD Genel Başkanı
19.6.13, Ankara

Sosyal Bilimler Tasfiye Ediliyor

Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Anıl Çeçen çok kıdemli bir Kamu Hukuku hocasıdır.
Ankara Üniv.  Hukuk Fakültesi’nin duayenlerindendir.
Ülke ve dünya sorunlarına ilgisini hiç eksik etmemiş, kendisini profesyonel sorumluluk alanına hapsetmemiştir.

Yüzlerce konuşma – konferans ve sorumluluk makaleleri, onlarca kitap ortadadaır.

Son olarak, deyim yerinde ise, sosyal bilimlerin batı emperyalizmince “güdüm altına alınması” sorunsalına eğilmektedir.

  • Küresel sermaye; mutlak egemenlik alanı dışında tek bir nesne, olgu, süreç… 
    bırakmak istememektedir. Bilim de kendi güdümünde olmalıdır!

Bu süreç son derece tehlikeli ve toplumsal yaşama kalıcı, telafisi olanaksız zararlar verebilecek sakıncalar içermektedir. Bilimin özerkliği özgür yaşam için zorunludur.

Kurulmak istenen, demokrasi yanılsamalı post-modern mutlak bir sermaye monarşisidir..

Dünün monarklarının yerini, günümüzde dolar milyarderleri oligarşisi almıştır.

Anıl hoca kritik bir sorunsala dikkat çekmekte.
Dikkatle okunmalı ve Türkiye’de ilgili çevreler en azından uzmanlık dernekleri üzerinden ortaklaşa bir çabaya girişmeliler bizce de..

Makale aşağıda..

Sevgi ve saygı ile.
20.6.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=======================================

anil cecen

Bugünün sosyal bilimleri, beş yüzyıl önce gerçekleştirilen bilimsel devrimlerin sonucudur.

İnsanlık orta çağdan çıkarken, Rönesans ve Reform devrimlerinin sonucunda
dinsel baskının dışına doğru adım atarken, aynı zamanda bilimsel alanı kuracak olan bilim devrimlerini de yaşamıştır.

Avrupa merkezli dünyanın dışına doğru insanlık yönelirken, keşifler ile kıtalar ve adalar bulunarak dünya haritasının çizilme şansı elde edilmiş, böylesine bir açılım aşamasına gelindiğinde de elde edilen toplam bilgi birikiminin kullanılmasıyla bilimsel devrimler gerçekleştirilmiştir. Bu adımların atılmasıyla insanlık orta çağ karanlığından çıkarken, sonraki aşamada yakın çağlar başlamış ve böylece insanlık modern bir dünyaya kavuşmuştur. Bugünkü dünya haritası ve insanlığın yaşam biçimi, son beş yüz yılda gerçekleşen gelişmeler ve atılımların sonucudur. Buharın keşfi ile başlayan yeni dönemde birbiri ardı sıra gündeme gelen yeni icatlar ve keşifler, insanlığı orta çağ karanlığından uzaklaştırmış her geçen gün daha bilimsel bir yaşama doğru yönlendirmiştir.

Bilimsellik modern yaşamı beraberinde getirmiş, insanlık modernizm ile birlikte gelişmeler göstererek çağdaş uygarlığın çatısı altında yaşama şansını elde etmiştir.
Yıllar geçtikçe bulunan her yenilik hem yaşam düzeyini geliştirerek insanlığı ileriye doğru sürüklemiş, hem de toplumsal ve siyasal sıçramaların hazırlayıcısı olmuştur.

Bilimsel bilginin zamanla çok gelişmiş birikimleri gündeme getirdiği aşamalarda,
bilginin nasıl kullanılacağı üzerine tartışmalar yapılmış, gerçeklerin ve var olan koşulların daha fazla ölçüde incelenmesiyle birlikte “bilimde yöntem” konusu insanlığın önüne
ciddi bir sorun olarak çıkmıştır. Yaşanan süreçte birbirini izleyen olayların arasındaki nedensellik ilişkisi ile sebep sonuç bağlantıları, daha üst düzeyde bilimsel çalışmaları gündeme getirdiğinde, yaşam düzeninin kökten değişime sürükleyen önemli bilimsel atılımlar gerçekleştirilmiştir. Olayların gözlemi, içine sürüklenilen sorunların ortaya koyduğu durumlar, bilginin sürekli olarak yenilenmesini ve yenilenen bilginin de toplumsal yaşama aktarılmasını birlikte getirmiştir.
Bilgiye dayanan bir toplumsal yaşamın zamanla insanların daha üst düzeyde bir uygarlık arayışını gerçekleştirmesine yardımcı olduğu ve katkı sağladığı görülmüştür. Yaşam tarzının gelişmesi ve çeşitlilik göstermesi üzerine, birbirinden çok farklı alanlarda yeni yeni bilgi birikimlerine sahip olunmuş ve böylece çok farklı alanlarda yeni bilim dalları örgütlenme şansını elde etmişlerdir. Teknik alanlardaki buluşlar yaşam düzenini rahatlatırken, sosyal alanlardaki yeni bilgiler ise, toplumsal ve siyasal yaşamın daha gelişmiş bir düzeyde örgütlenmesini sağlamıştır.
Doğal olaylar karşısında batıl inançlara düşmüş olan insanların bu gibi çıkmazlardan kurtulabilmesi ancak bilimsel etkinlikler ve eğitim sayesinde gerçekleştirilebilmiştir. Sosyal alanlarda bilgi toplama ve ölçme, bilgi değerlendirme ve aktarma gibi çalışmalar, insanlığın daha modern bir dünyada yaşamasını sağlamıştır.

Teknik alandaki bilimsel dalların katkıları, toplumsal alandaki sosyal bilimlerin getirdikleri ile birleşince insanlık çağ atlamış, beş asırlık bir macera daha sonraki aşamalarda
kontrol edilemez bir biçimde yeni bir dünya düzenine doğru toplumları sürüklemeye başlamıştır. Yirminci yüzyılın son on yılına dek, bilimsel alandaki ilerlemeler ve
bilimin getirdikleri insanlığa tam anlamıyla modernist bir yaşam tarzı yaşatmıştır.

Dünyanın en büyük devletleri ve emperyal güç merkezleri, sahip oldukları üstün durumu bilgi birikiminin örgütleyicisi olan modernizmin getirdikleriyle gerçekleştirebilmişlerdir. Modernizm, bir anlamda çağdaş dünyanın hazırlayıcısı olmuş, bilimsel bilgi birikiminin hem siyasal hem de sosyal bir güç olarak daha ileri bir yaşamın yaratılmasına
katkı sağlamasında yol göstermiştir.

  • Modernizm bilime ve bilgiye dayanırken, postmodernizm tıpkı ortaçağ’da
    olduğu gibi dini öne çıkararak bilimi geri plana atmaya çalışmaktadır.
Kimi din adamlarının öncülüğünde bir din burjuvazisi oluşturularak ve tarikatlar ya da cemaatler işbirlikçi ortak olarak kullanılarak;
  • bilim merkezlerine karşı tekke ve zaviyeler yeniden gündeme getirilmiştir. 

Dinin kutsandığı bir ortamda bilime karşı çıkılmış,
pozitif bilimlere dayanan bilim dalları yerine kimi din adamlarının görüşlerini yansıtan
kitap ve yayınlar fazlasıyla yayınlanarak, toplumların bütünüyle bu yeni modernizm ötesi akıma teslim olması hedeflenmiştir.

Dini siyasallaştıran siyasal İslamcılar küresel emperyalizm tarafından işbirlikçi örgütlenmeler olarak öne çıkarılarak, ulus devletlere karşı bir uluslararası tekelci şirketler ve dinci cemaatler arasında bir siyasal ortaklık oluşturulmak istenmiştir.

Batı dünyasının kapitalist sistemi ekonomi üzerinden bütün dünyayı teslim alırken,
bugüne dek süregelen bilimsel gelişmelerin ürünü olan modern dünya, var olup olmama noktasında kritik bir aşamaya sürüklenmiştir. Bilimselliğin inkâr edilmesi, buna karşı
her türlü bilim dışı yolların gündeme getirilmesi dünyayı altüst ederken; bu durumdan yararlanmak isteyen küresel sermaye giderek artırdığı ekonomik baskılar aracılığı ile
harita üzerinde yer alan tüm ülkeleri ele geçirebilmenin çabası ve hesapları içinde olmuştur.
Küreselleşme döneminin başlamasıyla birlikte her şeyin kökten değiştirilerek yepyeni bir dünyanın yaratılması hedeflenince, uluslararası sermaye merkezleri modernizmin
inkârı doğrultusunda bir postmodernizm akımını geliştirmeğe yönelmişlerdir.

Postmodernizm, her türlü akılcılığın ve bilimselliğin reddi çizgisinde ortaya çıkmış ve akıldışı yollar ile rastlantısal gelişmeleri ele alan yeni bir akım olarak küreselci güçler tarafından örgütlenmeğe çalışılmıştır.

Küresel sermaye bütün dünyaya tam anlamıyla egemen olabilmek üzere saldırırken,

modernizmin kazançlarından batının dışındaki ülkelerin yararlanmasını önlemeYe çalışmış, batılı ülkelerin ötesinde yer alan öbür kıtalardaki ülkelerin modernleşerek kendilerini korumalarının ve başka devletler ile rekabet ederek gelişmelerinin
önü kapatılmaya çalışılmıştır. Bu nedenle, dünya ülkeleri akıl ve bilimden uzaklaştırılırken, sosyal bilimler alanına uçuk kaçık görüşler dışarıdan şırınga edilerek modern dünyanın devlet ve toplum düzenlerinin altı oyulmaya çalışılmıştır.

Sosyal alanlardaki bilimsel çalışmalar sayesinde oluşturulan toplum ve devlet düzenlerinin küresel sermaye tarafından yıkılmak istenmesi üzerine, böylesine bir projenin
önünü açacak ve destekleyecek sonuçları almak üzere sosyal bilimler alanına
uçuk – kaçık görüşler getirilmeye başlanmıştır.

ABD’nin yaşayan en büyük bilim adamlarından İmmanuel Wallerstein‘ın öncülüğünde sosyal bilimlerin yeniden yapılanması için 1993’te bir komisyon oluşturulmuştur.
Küresel emperyalizmin bütün dünyaya egemen olabilmesi için sosyal bilimlerin en üst düzeyde kullanılabilmesini hedefleyen bu girişimin ilk toplantısı 1994’te Lizbon’da,
ikincisi 1995’te Paris’te, üçüncüsü de Binghamton kentinde yapılarak, sosyal bilimlerin yeniden yapılandırılması doğrultusunda bilimsel bir rapor ortaya konulmuştur.

Küreselleşme döneminin ilk yıllarında ortaya çıkan bu raporu bizzat İmmanuel Wallerstein kaleme almış ve “Sosyal bilimlerin önünü açın“ başlığı altında
geçmişten gelen sosyal bilimler birikiminin tasfiyesi ile birlikte, bu alanın önünü açma bahanesi ile emperyalizmin çıkarları doğrultusunda yepyeni bir sosyal bilimler anlayışı egemen kılınmak istenmiştir.

Wallerstein “Sosyal bilimlerin önünü açın “derken aslında küresel emperyalizmin önünü açmaya çalıştığı için, var olan devlet düzenlerine açıkça karşı çıkmakta ve hiçbir devletin sosyal bilimleri kendi çıkarları açısından kullanmaması gerektiğini gene bir bilim adamına yakışmayacak doğrultuda öne koymaktadır.
Devlet düşmanı küreselleşme akımı piyasayı tanrılaştırırken, sosyal bilimleri de
devlet merkezli olmaktan çıkararak piyasaya odaklı yeni bir yapılanmaya doğru iteklemektedir. Devletlerin üniversite, fakülte, yüksekokul ya da akademi gibi eğitim ve araştırma kurumları kurmalarına son verilmeli, bilimsel alan bütünüyle piyasaya
terk edilmelidir. Kamu üniversitelerinin yerini özel üniversiteler alırsa sosyal bilimler
devlet merkezli olmaktan çıkabilirler. Böylece sosyal bilimlerin önünü açma görüntüsü ile piyasaya teslimi gerçekleştirilmek istenmektedir. O’na göre, Devletlerin sosyal bilimleri kendi çıkarına göre biçimlendirmesi önlenmelidir. Devleti koruyan sosyal bilimler, değişime ve geleceğe kapalıdır. Devlet dışı bir bakış açısı ile devletlerin devre dışı kalacağı bir doğrultuda sosyal bilgilerin yeniden ele alınması gerekmektedir.

Sosyal bilimlerin değişime açılması doğrultusunda kaleme alınan Wallerstein raporu, sosyal bilimlerin yerel ve kısmiliği üzerinde durmakta ve evrensel alanda geçerli olabilecek tek ve genel bir sosyal bilim yapılanmasının olamayacağını ortaya koymaktadır. Yerellik ile beraber, sosyal araştırıcıların kişisel tavırlarının öne çıkaracağı sübjektiflik sosyal bilimlerde etkili olduğu için, gerçek anlamda bilimselliğin göstergesi olan objektifliği önlemektedir. Bu doğrultuda sosyal bilimlerin evrensel geçerliliğe sahip olamayacağı vurgulanmaktadır. Birbirinden farklı alanlarda üretilen sosyal bilgiler zaman zaman birbirleriyle çelişmekte ve bu nedenle ortaya karmaşık bir durum çıkmaktadır. Sosyal ortamlarda bilgi ve değerler çatışmasının önlenebilmesi için coğrafi ayrışma yoluna gidilmesi gerektiği, medeniyetler ayrılığı ya da çatışması tezlerine uygun olarak savunulmaktadır.

Her bölge kendi coğrafyasına uygun düşen sosyal ya da siyasal bilimler geliştirme hakkına sahip olabilmelidir. Bu doğrultuda üniversitelerde farklı bölgelerin özelliklerine uygun düşen sosyal bilim çalışmaları yapılabilecektir. Üniversitelerdeki kemikleşmiş sosyal bilim yapılanmalarının aşılabilmesi için, bilim adamlarının değişik üniversitelerde çalışmaları desteklenmeli, farklı üniversitelerden gelen araştırmacıların beraberce çalışabileceği birleşik araştırma projelerinin örgütlenmesi sağlanmalıdır.

Küreselleşme akımının çeyrek yüzyıllık dönemi tamamlanmıştır.
Soğuk savaş döneminden çıkarken sosyalist sistemi ortadan kaldıran
Batı emperyalizminin, tek merkezli bir küresel imparatorluk yaratmaya yöneldiği
yeni dönemde uygarlığa verdiği zararların başında bilimsel alanı bozarak kendi çıkarları doğrultusunda kullanmağa çalışmasıdır.

Sosyal bilimleri tasfiye etmeğe kalkışanlar, sosyal bilimlerin geliştirilmesiyle önlenebilmeli, sosyal bilimciler çalışma alanlarına yönelik saldırıda bulunan
emperyal merkezlere karşı hem kendi alanlarını koruyabilmeli hem de
bilimsel sıçramalar yaparak daha örgütlü bir düzeyde insanlığa ve uygarlığa
gereken hizmetleri verebilmelidirler.
Sosyal bilimlerin tasfiye dönemi biterken, yeniden doğuş dönemi tıpkı Rönesans ve Reform dönemlerinde olduğu gibi yeniden gündeme getirilebilmelidir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN 
Atatürkçü Düşünce Derneği
Yazı Kurulu ve Bilim Danışma Kurulu Üyesi