Günlük arşivler: 19 Haziran 2013

Gözünü yitiren Volkan Kesanbilici : İnsanlara yapılan canımızı yaktı


Dostlar
,

Gözünü yitiren Volkan Kesanbilici : İnsanlara yapılan canımızı yaktı

Bir Taksim direnişi dramı daha..

Volkan Kesanbilici de bir gözünü yitirdi.

Polisin hedef gözeterek / gözetmeyerek kullandığı plastik mermiler..

Hani şu “öldürmüyor” dedikleri mermiler..

Ama yaşamı karartmaya fazlasıyla yetiyor..

Gencecik insanlar yaşamlarının baharında en yaşlamsal organlarını ve işlevlerini yitiriyorlar.

Yaşam boyu sürekli faturası olan “çehrede kalıcı eser” ve “organ yitimi”
adli tıp deyimleri ile..

  • Plastik mermi kullanma koşullarının oluşmadığına inanıyoruz.

Kolluk (en genel anlamda Polis – Jandarma), idare hukuku ilkelerine ve mevzuatına göre “zor araçlarını” bir kez zorunlu durumda kullanacak.

İkinci olarak da en hafifinden en ağırına kademeli kullanacak..

Ne olmuştur da bu kitlelere plastik mermi kullanılmıştır?

Neden yere ya da havaya, son olarak da belden aşağısına atılmamıştır?

Öncesinde kitlelere plastik mermi kulllanımına geçileceği uyarısı yapılmış mıdır?

Bu olaylarda idarenin (kolluğun, amirleinin, üst amirlerinin ve siayasal otoritenin) birlikte zincirleme sorumluluğu vardır.

  • Suç sabittir ve basit, adi suç olmayıp İNSANLIĞA KARŞI SUÇTUR!

Buı davalar mutlaka iç hukukta görülecek ve bir bölümü de AİHS uyarınca AİHM’ne taşınacaktır.

Türkiye’nin çok sayıda davayı yitireceğini ve yüklü maddi – manevi ödenceye (tazminata) mahkum edileceğini çok net olarak öngörebiliriz.

Yine yasal zorunluluk olarak idare, ödediği tazminatları kusurlu kamu görevlilerine
“rücu” etmek zorundadır.

Çok sayıda / bir bölüm polis ve şeflerinin tazminat / fatura ödemesi hiç de uzak bir olasılık değildir; anımsatalım.. Davalar yıllar süre ve kimileri emekli olsa da gelip yakalarına yapışacaktır.

  • Herkes hukuka uygun davranmak zorundadır.

Ne yazık ki hiçbir maddi – manevi ödence, yitirilen bir gözün eksikliğini gideremeyecektir.

Hele ruhsal travmaların yaşam boyu, hatta kuşaklar boyu kalıcı travmasının izlerini / acısını silmeye asla yetmeyecektir.

Özellikle siyaseti, her şey bir yana VİCDANİ – İNSANİ SORUMLULUĞUNU anımsamaya özellikle çağırıyoruz.

Volkan’ın Taksim’e gitme gerekçesini bir kez daha anımsayalım :

  • İnsanlara yapılan canımızı yaktı..

Sevgi, saygı ve acı ile.
19.6.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

===============================

İnsanlara yapılan canımızı yaktı

Volkan Kesanbilici

Gozunu_yitiren_Volkan_Kesanbilici

 

 

 

 

– Cuma gecesi Tarlabaşı Bulvarı’nda bir grubun içindeydim. Gezi Parkı’nda kalan insanların durumunu merak ediyorduk. Bütün gün internetten takip etmiştik zaten.

Sokakta sürekli gaz bombası vardı.

Polis müdahalesi uzun süre devam etti. Saat 00.00’yi geçmişti sanırım.

  • Bir anda gözüme bir şey isabet etti.
    O anda anlamadık ama sonradan hastanede anlaşıldı ki plastik mermiymiş.

– Önce gönüllü doktorların bulunduğu bölgeye gittik. Taksim İlk Yardım’a yönlendirdiler, oraya ulaşmak da zor oldu. İlk müdahale orada yapıldı.
İçeride mermi olduğu anlaşıldı. Çapa’ya gittik, ama orada sabaha kadar göz ameliyatı yapılamıyormuş. Okmeydanı Hastanesi’ne gittik, orada da müdahale edilemedi.
Tekrar Çapa’ya döndük, henüz ameliyat olamadım. Kanama devam ettiği için
hâlâ müdahale edilemiyor. Artık riskli olmasına karşın müdahale etmeleri gerektiğini söylediler, ameliyat olacağım.

Gözümde görme yetisini kaybetti.

Gözün iyileşme sürecinden sonra her şey belli olacak, açıkçası doktorlar pek birşey söyleyemiyor.

– Gezi Parkı’ndaki insanlara yapılan müdahale canımızı yaktığı için Taksim’deydim.

Çapulcu denilen insanların düzenle ilgili bir sıkıntıları vardı.

Şimdi toplumun iki kesimi tepkisini birbirine yönlendirecek bir duruma geldi.
Gerçi çapulcular kimseyi rahatsız etmedi.

– Adli mercilerde hakkımı mutlaka arayacağım. Adli raporum var.
Hastanede o da sıkıntı yarattı. Raporum bir bekçi tarafından alındı.
Son anda fark ettik. Sivil bir komiserdi galiba. Okmeydanı Hastanesi Acil Şefi’ni
sorgular bir hali vardı. Sümen altı edilmekten son anda kurtardık raporu.

Gözümü kaybettim ama umudum var

 

Dostlar,

Selim Polat’ın dramını acıyla ve de umutla paylaşmak istiyoruz..

Mutlaka dava açılmalı ve sorumlular hesabını vermeli.

Devletin KUSURSUZ SORUMLULUĞU bağlamında oluşan maddi – manevi zarar giderilmeli (tazmin edilmeli)..

Hiçbir şey 25 yaşındaki sevgili Selim Polat’ın artık görmeyen ve yerine protez konacak olan gözünü geri getirmese de..

Üzülerek, bir hekim olarak ekleyelim ki; öbür göz de -travma almasa da- risk altında..
Göz sinirlerinin çapraz, karmaşık anatomisi nedeniyle.. Dileriz böyle bir aksilik olmaz..

Devlet, hiçbir “katkı payı” almadan Selim’in tüm sağaltım (tedavi) ve esenlendirme (rehabilitasyon) giderlerini karşılamak zorunda..

Sevgi ve saygı ile.
19.6.13, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

======================================

Selim Polat Taksim direnişinde gözünü yitirdi!

Cumhuriyet Pazar Dergi 16.06.2013
Gözümü kaybettim ama umudum varBen Selim Polat.

Yıldız Teknik Üniversitesi öğrencisiyim.
25 yaşımdayım.
SDP’liyim.
Bu eyleme herkes gibi
ağaçların kesilmemesi,
oraya AVM ya da bir bina yapılmaması için katıldım.

Perşembe gecesi parkta kaldım. Sabah 05’te uyarı olmadan doğrudan
gaz bombalarıyla saldırdı polis. Hareket edemeyecek duruma geldik.
Parkı boşalttı.
Ben de parti binasına geldim. Arada dışarı çıkıp tekrar binaya geliyorduk.
16.30’da binadan çıktım;

Hiç uyarı yapılmadan bir anda plastik mermi, biber gazı yağmaya başladı.

Ağza alınmayacak küfürler ediyorlardı (polis).

Polisler hedef alarak sıkıyorlardı.

Gözüme plastik mermilerden biri geldi. Arkadaşlarım yaralı var, durun diye bağırdılar ama durmadılar.

Okmeydanı Hastanesi’nde ameliyat oldum.
Şu anda görme fonksiyonu yok gözümün.
İlerisi için de düzelme ihtimali yok.
En fazla gözü koruyabiliriz, ama o da çok zor, dedi doktor.
Birkaç ay sonra protez yapılabilirmiş.

Dava açacağım. Arkadaşlar, vurulduğum anın fotoğrafı olduğunu söylüyor.
Şimdi Gezi Parkı’nda AVM’den vazgeçmişler, Şehir Müzesi yapacaklarmış.
Biz ağaçlarımızla mutluyuz.
Bence müze lafı, halkı ikna etmek için kullandıkları bir yöntem.
Bir yapılaşma olursa tabii ki bir burukluk olur içimizde, herkeste olur, kendim için söylemiyorum, başkası gözünü kaybetseydi onda da olurdu.

Bu ödenen bedellerin bir karşılığı olsun isterim tabii ki.

Bence bu patlama, polis şiddetinin, işçilere, kadınlara, öğrencilere yapılan baskıların birikimiydi. Bu eylem herkesi umutlandırdı. Sürekli, marjinalsiniz, hiçbir şey yapamazsınız diyen insanlar için de bir umut oldu. Bana da umut verdi.

file:/Users/apple/Desktop/dergi/in/16PD02/%2016%20HAZIRAN%202013:POLIS:DESRA3.jpg

 

Cumhuriyet Gazetesi’nin 19 Haziran 2013 günlü kapağı ve yorumlar..

Dostlar,

Bu günkü Cumhuriyet‘in kapağı..
Tarihsel nitelikte..

1. “DURAN ADAM”…. “DURAN TÜRKLER” eylemi..

2. TOMA’lardan püskürtülen sularda kimyasal silah sayılabilecek maddeler var!
Apaçık, çırılçıplak İNSANLIK SUÇUDUR!

3. Musa Kart’ın görkemi bir çizimi daha ve İçişleri Bakanı Muammer Güler‘in düştüğü konum..

Sevgi ve saygı ile.
19.6.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

========================

Musa Kart çizimi,
19.6.13, Cumhuriyet

Musa_Kart_cizimi_19.6.13

DURAN TÜRKLER


Dostlar,

İzmir’den dostumuz – meslektaşımız Op. Dr. Ceyhun Balcı (önceki dönem
İzmir Tabip Odası Genel Sekreteri) aşağıdaki kısa değerlendiemeyi paylaştı.

Biz de bir fotoğraf ekleyelim :

Duran_adam

Sevgi ve saygı ile.
19.6.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=============================

DURAN TÜRKLER !

Polis hareket eden her kişi ve nesneye karşı güç kullanıp, terörist muamelesi yapınca çözüm üretmekte gecikmedi Türkler!

Duran Türkler !

Orantısız ve vahşi güce karşı orantısız zeka!

Taş atsın, karşı koysun diye duacı olan polis;
bunları göremeyince kışkırtıcı rolünü de üstlenerek saldırısını gerekçelendirmişti!

Duran adamlara ne yapabilirsin ki? Gülmeceye olan yeteneğinden değil ama çaresizliğinden, beceri ve aklını kullanma kapasitesinin eksikliğinden kaynaklanan gerekçelerle duran insanlara gözaltı yapmaya başladı!

Bizlere de katıla katıla gülme fırsatı sunmuş oldu!

Söndü, bitti denirken şiddetle diriltilen direniş bu kez çok akıllıca bir geri dönüş yaptı. Düşünme sırası şiddet beklentisi içinde olanlarda!

Dün akşamdan bu yana çok iyi anlaşıldı ki; “bilmem nerenin kılı olayım” pespayeliğini üretmekten ve elinde çivili sopayla polis yamaklığı yapmaktan öte yeteneği ve
yaratıcılığı olmayan zavallılık, sözle ve çizgiyle üretilen milyonlarca güzelliğin yanına eklenen “duran Türkler” yaratısıyla iyice şaşalamış oldu!

Orantısız gücün de duracağı yer vardır!

Ya orantısız zeka!

Ne sınır dinler, ne zaman, ne de mekan!

Duran Türklere bin selam…

Dr. Ceyhun BALCI
İzmir, 18.06.2013

ZAVALLI AFRİKA..

Dostlar,

Sayın Prof. D. Ali Ercan‘dan gelen ZAVALLI GÜZEL AFRİKA..
başlıklı dosyayı paylaşalım..

İnanılmaz güzellikte yansılar..

Ve de çoook  düşündürücü, ibret verici..

Büyük ATATÜRK‘e hak vermemek olanaklı mı?

  • Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe mücadeleyi gerekli gören bir mesleği izleyen insanlarız.
    Biz; hayatını, bağımsızlığını kurtarmak için çalışan emekçileriz.”

Yansıları izlemek için lütfen tıklar mısınız??

Zavallı Afrika.. æ

Direnişin Sosyolojisi

Dostlar,

YURT Gazetesi‘nin usta yazarı, engin birikimli ve tutarlı yazarı Sn.
Merdan Yanardağ‘ın “Direnişin Sosyolojisi” başlıklı önemli yazısını 5 gün bekleterek veriyoruz. Geçen süre, 5 gün olarak kısa gözükmesin..

Söz konusu 5 gün çok yoğun yaşandı ve “hızlı” aktı!

Yanardağ’ın öngörülerini test etmiş olduk..En önemlisi AKP’nin şiddeti artırarak eylemi ezme kararı vereceği, geri çekilmeyeceği.. yönünde idi. Öyle de oldu..

Sayın Yanardağ’ı özene izlemeli..

Bu önemli makale aşağıda..

Sevgi ve saygı ile.
19.6.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

====================================

Direnişin Sosyolojisi

 portresi

Merdan YANARDAĞ
Yurt Gazetesi Yazarı

 

Türkiye günlerdir gerçek, kapsamlı, nitelikli, yaygın ve giderek artan ölçüde siyasallaşan bir halk hareketine sahne oluyor. AKP İktidarına ve bu iktidarın kurmaya çalıştığı
yeni dinci-faşizan dikta rejimine karşı toplumun geniş bir kesimini kapsayarak ilerleyen ve bastırılamayan bir isyanla karşı karşıyayız.

Yakın tarihimizin bu en önemli ve görkemli halk direnişi nedeniyle AKP İktidarı ağır bir yenilgiye uğradı. Böyle bir bozgunu hiç beklemiyor olmaları, yenilginin etkilerini daha da arttırıyor. Öyle ki, rejim değişikliğinin (karşı devrimin) gerekçeleri diye sundukları bütün tarih ve siyaset tezlerinin çöktüğü görülüyor.

Cumhuriyetle kavgalı olduğunu varsaydıkları “millet” ile kendilerini birden bire sokakta çatışıyor halde yakalamak, belli ki derin bir siyasal ve ideolojik bir travma yaratmış durumda. Bilindiği gibi AKP’nin Cumhuriyetin kurumlarını ve kültürel temellerini tasfiye ederken öne sürdüğü en önemli gerekçesi “devletle milleti barıştırıyoruz” tezi oluşturuyordu. Ciddi bir hesap hatası yaptıkları ortaya çıktı ve bu tez çöktü.

FARKLI İKTİDAR DEĞİL, YENİ REJİM

Taksim Gezi Parkı direnişi, bir diktatöre dönüşen Başbakan Tayyip Erdoğan‘ın fiyakasını fena halde bozdu. İktidar ne yapacağını bilmiyor. Ancak bu hükümetten
geri çekilmesini ve uzlaşmacı bir politik tavır takınmasını beklememek gerekiyor.
Çünkü böyle bir geri çekilme, siyasal İslamcı AKP Hükümeti‘nin bütün kazanımlarını yitirmesi ve tarihsel hedeflerinden vazgeçmesi anlamına gelecek.

Karşımızda sıradan bir hükümet ya da daha öncekilere benzeyen bir iktidar yok. Kurumsallaşma süreci tamamlanmasa da, Mustafa Sönmez’in de belirttiği gibi, karşımızda Cumhuriyetin büyük ölçüde tasfiyesi üzerine kurulan yeni bir rejim var. Bu nedenle AKP Hükümeti yenilgiyi kabul etmek istemeyecek ve yeniden
güç kullanarak direnişi ezme yolunu deneyecek. Bu olasılık daha güçlü görünüyor.

BÖLME ÇABASI

Erdoğan Tunus dönüşünde Yeşilköy’de yaptığı konuşmada yine kışkırtıcı ve saldırgan bir dille halkı, direnişçileri ve eylemin önündeki gençleri suçluyor. Onların “çapulcu oldukları yolundaki görüşlerini daha da ileriye taşıyor ve “teröristler” diyor.
Israrla çatışmacı bir kullanıyor.

Yine aynı nedenle hedefi daraltmayı, somut taleplerle sokağa çıkan geniş kitlelerle direnişin dinamosunu oluşturan gençleri ve sol grupları birbirinden ayırmayı deniyor.
Akıllarınca direnişe katılan sıradan yurttaşlarla bu isyanın ön saflarında yer alan,
polise direnen, gece Taksim Meydanı’nı boş bırakmayan grupları birbirinden ayırmaya çalışıyorlar. Onlara, “marjinal gruplar ve illegal örgütlerden kendinizi ayırın” diyorlar. Böylece sol grupları ve gençleri yalnızlaştırarak onları “ezmek” için psikolojik ortamı hazırlamayı planlıyorlar.

Ancak bu taktiğin tutmadığı, direnişe aktif şekilde katılan ya da destek olan halk kitlerinin kendileriyle omuz omuza olan gençlerden, sol siyasal örgütlerden, kararlı direnişçilerden her hangi bir rahatsızlık duymadığı görülüyor.

DİRENİŞ ÖĞRETİYOR VE DEĞİŞTİRİYOR

Türkiye’yi ayağa kaldıran, sıradan insanları iki günde birer direniş militanı haline getiren bu büyük isyan kendi dilini, siyasal programını ve ahlakını yaratıyor.

Gezi Parkı’nın ortasında isteyen namazını da kılıyor, birasını da içiyor.

Basit bir sürtüşme bile yaşanmıyor. Tek bir kadın tacize uğramıyor.

Güçlü bir dayanışma ruhu, birlikte hareket etmeyi başarmanın getirdiği nitelikli bir özgüven, çok belirgin bir bilinç sıçraması ve yeni bir ahlak, direniş ortamına
egemen oluyor.

Günlerdir Yurt Gazetesi‘nde ortaya koyduğumuz gibi, Başbakan bir bastırma operasyonunun gerekçesini oluşturmak için yalana ve demagojiye başvuruyor.

  • Camilere saldırıldığı ve bayrak yakıldığı gibi bin yıllık gerici yalanlara başvuruyor.
  • Biz yalana dayalı bu kışkırtmayı Maraş, Çorum, Sivas katliamlarından tanıyoruz.

Erdoğan yine pahalıya ödeyeceği bir hesap hatası yapıyor.
Bu hatanın ne olduğunu göreceğiz.

MHP VE BDP YOK!

Direnişe Türkiye genelinde yaklaşık 10 milyonu aşkın insanın katıldığı tahmin ediliyor.
Bu çok önemli bir kitlesellik. Eylem bir siyasal önderlik olmadan ve büyük ölçüde kendiliğinden gelişiyor. Bir toplumsal patlama yaşanıyor.

İktidarın toplumsal tabanı daralıyor. Muhalefetin çok geniş bir bölümü, kendi yaşam alanlarını ve tarzlarını tehdit altında gören toplum kesimleri, ulusalcı, laik, solcu, sosyalist, yurtsever, cumhuriyetçi, Kemalist kesimler sokağa çıkıyor.

Hem kendileri dönüşüyor hem toplumu dönüştürüyorlar.

Tutucu ve dinci kesimlerle milliyetçiler bu eylemlerde siyasal ve örgütsel bakımdan
yer almıyorlar. BDP başından beri temkinli davranıyor ve uzak duruyor. BDP’nin katılımı merkezi düzeyde değil, İstanbul ve Ankara gibi kentlerde yerel düzeyde gerçekleşiyor. Buna karşılık başta Diyarbakır olmak üzere Güneydoğu illerinde tek bir dayanışma eylemi yapılmaması dikkat çekiyor.

BDP Eşbaşkanı Selahattin Demirtaş‘ın direniş eyleminin büyük bir yükseliş içinde olduğu günlerde “Biz ulusalcıların, faşistlerin yer aldığı eylemlerde yer almayız. Tabanımız ne yapacağını bilir.” yolundaki açıklaması da daha sonra düzeltilmeye çalışılsa bile belleklerdeki yerini koruyor.

MHP ise direniş eyleminde bulunmadığı gibi, esas olarak katılımcıları suçluyor.

Direnişin sol ve cumhuriyetçi karakterinden ürküyor. AKP Hükümeti’ni eleştirse bile temkinli bir dil kullanıyor. Eğer mahalle arkadaşlarıyla gelen bazı bireysel katılımcılar yoksa, MHP’den bu direnişte örgütlü olarak kimse bulunmuyor. Üstelik MHP Gezi Parkı direnişini tümüyle karşısına alarak eyleme katılanları ihraç edeceğini açıklıyor.

Dolayısıyla bu eyleme “faşistlerin ve darbecilerin katıldığı” yolundaki iddialar
hiçbir anlam taşımıyor. Zaten bu iddiaları tekrarlayana da son günlerde
pek rastlanmıyor.

YENİ KUŞAK

Bu direnişin kendi dili, üslubu, kültürü, mücadele anlayışı ve kültürüyle yeni bir kuşak yarattığı görülüyor. Çok büyük bir gençlik gücünün / kesiminin siyasallaşarak
tarih sahnesine sahnesine çıktığı görülüyor. Bazı istisnaları dışında tutarsak eğer, 1980’den sonra ilk kez böyle bir toplumsal ve tarihsel durum yaşanıyor.

  • Gençler geleceklerini karartan iktidara baş kaldırıyor.
Halkın çok büyük bir bölümü 11 yıldır kendilerine hakaret edilmesine, aşağılanmalarına, yaşam tarzlarına müdahale edilmesine, değerlerine saldırılmasına, görüşlerinin dikkate alınmamasına, yağma düzenine, gelir adaletsizliğinin büyümesine isyan ettiler.

25 Soruda Atatürk Devrimi

Dostlar,

ADD Genel Yönetim Kurulu ile Bilim-Danışma Kurulu Üyesi, Ankara Üniv. Siyasal Bilgiler Fak. emekli öğretim üyesi (Siyasal Tarih) Sn. Prof. Dr. Sina AKŞİN,
çok değerli bir derleme yazdı :

  • 25 Soruda Atatürk Devrimi

Şöyle başlıyor çalışma :

Soru 1 – Osmanlı Devleti neden çöktü? 

Bu soruyu yanıtlamak için Türk tarihinin derinliklerine uzanmak gerekir. Bir görüşe göre Türk Tarihi MÖ 220’de Türklerin ilk yurdu Çin’in kuzeyinde Hun’larla başlar. Fakat başka görüşlere göre Sümerler (Muazzez İlmiye Çığ, Ünal Mutlu), Etrüskler (Adile Ayda), mağara yazıtlarını yazanlar (Kazım Mirşan, Haluk Tarcan), Atlantis insanları (Veysel Batmaz), Mu Kıtası İnsanları (Sinan Meydan) da Türk’tür. Sümerlerin Türk olduğu kabul edilirse Türk tarihi MÖ 3500’e kadar geri gitmiş olur ve Türkler yazıyı icad etmiş (çivi yazısı) uygarlığı başlatan bir halk olur. Bu tür çalışmalar Atatürk zamanında özendiriliyordu. Fakat onun ölümüyle durduruldu. Şimdilerde kendiliğinden canlanmış bulunuyor. Büyük bir ilgi var. Bu görüşlerin tartışılarak sonuçlanmasını heyecanla bekliyoruz. 

Fakat şöyle bir sorun var:..

********************************

Ve Sina hoca 25 soru ile Atatürk Devrimi‘ni bütünsel olarak tanımlıyor.
Şöyle de bağlıyor :

  • “.. Ne hazindir ki, Atatürk’ün kurduğu ve sürekli iktidarda olan Karşıdevrim karşısında sürekli muhalefet konumunda kalmış olan CHP Karşıdevrimi getiren dört adım konusunda devrimci bir tutum alamamıştır. İktidara gelirsek
    4 adımı tersine çevireceğiz, Halkevlerini, Köy Enstitülerini yeniden açacağız, imam hatip okullarını imam gereksinimini karşılayacak bir düzeye indireceğiz, öğretmenliği yeniden birinci sınıf meslek yapacağız diye bir sorunu olmamıştır.”

20 sayfalık bu önemli metni pdf olarak sunuyoruz.

Okumak için aşağıdaki erişkeye (linke) tıklamalısınız.

Sayın Akşin’e teşekkür borçluyuz..

portresi_sina_aksin

 

 

 

 

25_Soruda_Ataturk_Devrimi_Sina_Aksin_18.6.13

Sevgi ve saygı ile.
19.6.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Atatürkçülüğün -Kemalizmin- Dayanakları ve Demokrasi


Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Bige SÜKAN ADD Bilim ve Danışma Kurulu Üyesi,
Ankara Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü öğretim üyesidir.

“Atatürkçülüğün -Kemalizmin- Dayanakları ve Demokrasi”

başlıklı önemli ve özlü yazısını okuyalım. okutalım..

Sevgi ve saygı ile.
19.6.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

====================================

Atatürkçülüğün -Kemalizmin- Dayanakları ve Demokrasi

portresi

Prof. Dr. BİGE SÜKAN

 

 

Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet; ulusal devlet, tam bağımsızlık ve
ulusal egemenlik
temelleri üzerinde yükselen bir Cumhuriyet’tir.
Çağımızın devleti ulusal devlettir ve bu devletin insan unsuru “ulus” niteliğinde bir topluluktur. Osmanlı İmparatorluğu, son yüzyıllarda özellikle Osmanlılık, bazen de İslamlık bağından medet umarak varlığını sürdürmeye çalışmış, ne var ki bunda başarılı olamamıştır. Atatürk’ün kurduğu yeni Türk devleti Türkiye Cumhuriyeti ise Türklük bilinciyle, Türk ulusallığı (milliyeti) bağıyla varlığını sürdürmeyi ilke edinmiş bir ulusal devlettir. Atatürk’ün de işaret ettiği gibi, ulusu bir arada tutan unsur din ve mezhep bağı değil, Türk ulusallığı bağıdır.

Osmanlı İmparatorluğu’nda ulusal bir vatan yoktu; bünyesinde ırk, din, dil, tarih ve kültür bakımında farklı toplulukları barındırıyordu. İstanbul, Bağdat, Selanik, Şam, Kudüs, Tunus, aynı devlet içinde ayrı ayrı milliyetlerin vatanlarıydı. İşte Cumhuriyet, bu duruma son vererek ulusal bir vatan, bir Türk vatanı yaratmıştır. Dolayısıyla sınırları belli olan bu ulusal vatan üzerinde ulusal devletin yaratılması Cumhuriyet sayesinde gerçekleşmiştir. Vatan topraklarının her köşesi ortaklaşa yurttur, her parçası birbirinden ayrılmaz bir bütündür.

Türk ulusu temeline dayalı yeni ulusal devletin Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılan bir diğer temel özelliği “tam bağımsızlık” tır. Yarı bağımlı Osmanlı İmparatorluğu’ndan tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişte, Osmanlı İmparatorluğu’nun Avrupalı devletlerin yarı sömürgesi haline geldiği bir dönemde dünyaya gelen, tarihten ders alınması gerektiğini söyleyen Atatürk’ün ısrarla vurguladığı tam bağımsızlık anlayışının büyük rolü vardır. O’na göre bağımsızlık, her alanda tam ve gerçek bağımsızlıktır; yani siyasi, mali, ekonomik, adli, askeri, kültürel alanlarda tam bağımsızlık ve serbestliktir.
Atatürk’ün, ulusal devlet ve tam bağımsızlık ilkelerinin dışında, kurduğu yeni devlet düzeninin temel taşlarından biri olarak gördüğü bir diğer ilke “ulusal egemenlik”ti. Ulusal egemenlik ilkesini ve onun zorunlu sonucu olan Cumhuriyetçilik ilkesini binlerce yıllık tarihi olan Türk ulusuna benimseten kişi tabii ki O’ndan başkası olamazdı.
Fransız Devrimi ile birlikte dünyaya yayılan en önemli kavramlardan olan “ulusal egemenlik”, Osmanlı Devleti’nde hiçbir zaman uygulama alanı bulamamıştı. Osmanlı aydınları hiçbir zaman egemenlik hakkını Osmanlı ailesinden alıp tümüyle ulusa vermek düşüncesinde olmamışlar, sadece padişahın yetkilerinin sınırlandırılarak ulusa bazı hakların verilmesini istemişlerdi.

Özgürlük ve demokrasi hayranı Atatürk, Milli Mücadele’nin ilk günlerinden itibaren, yani Amasya Genelgesi’nden Sivas Kongresi’ne uzanan o zorlu süreçte Türk halkına kendi kendini yönetme bilincini vermeye çalışmıştır.

23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılması, “ulusal egemenlik” ilkesinin yeni Türk Devleti’nin 1921 tarihli ilk anayasasında yerini alması ve halkın temsilcilerinden oluşan TBMM’nin saltanatı kaldırması (1/2 Kasım1922), ulusal egemenlik ilkesinin gerçek anlamda benimsendiğinin göstergeleridir. Bu sürecin sonucu olarak ise, 29 Ekim 1923’te ulusal egemenliğin en mükemmel şekilde gerçekleşebileceği devlet şekli olan, devletin bütün temel organlarının halk tarafından seçildiği Cumhuriyet kabul edilmiştir.
Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti; Atatürk’ün tasarladığı, uygulamaya koyduğu ve arkasına Türk ulusunu alarak başarıya ulaştırdığı Türk Devrimi’nin ürünüdür. Türk Devrimi ya da Atatürk Devrimi ise, Ulusal Bağımsızlık Savaşı’ndan başlayarak Türk devlet ve toplum yaşamında gerçekleştirilen çağdaş ve uygar boyutlu ani ve köklü değişiklikler (devrimler) olarak tanımlanabilir. Atatürk, Türk Devrimi’nin temel amacı konusunda şöyle diyordu: “Yapılan ve yapılmakta olan devrimlerin amacı, Türkiye Cumhuriyeti halkını tamamen çağdaş, bütün anlam ve görünüşüyle uygar bir toplum haline getirmektir.”

İşte Ulu Önderimizin bu amaca uygun olarak kurduğu ve bizlere emanet ettiği yeni düzen laik, demokratik, çağdaş bir düzendir; bu düzenin yönetim biçimi ise Cumhuriyettir.
Ancak günümüzde O’nun sayesinde sahip olduğumuz Cumhuriyet’i, laikliği, demokrasiyi, dolayısıyla çağdaş devlet ve toplum düzenini hedef alan yoğun bir kampanya sürdürülmektedir. Bu kampanyanın odağını ise, Atatürk ve Atatürkçülüğe yönelik yıkıcı eleştiriler oluşturmaktadır.

Türkiye’de Cumhuriyetin laik ve demokratik niteliklerine yönelik eleştiri getiren grupların başında herkesin bildiği gibi II. Cumhuriyetçiler ve dine dayalı düzen yanlıları bulunmaktadır. Özellikle Sovyetler Birliği’nin 1991’de dağılmasından sonra bazı çevrelerin paniğe kapılarak liberalizme doğru kaydıkları ve bu çerçevede Atatürk’ü ve O’nun eseri Cumhuriyet’i yoğun bir eleştiri bombardımanına tutarak II. Cumhuriyet’i gündeme getirdikleri bilinmektedir. Bunların arasında gazetecilerin, bilim adamlarının, bürokratların, işadamlarının, siyasetçilerin bulunduğu da bilinen bir başka gerçek.
II. Cumhuriyetçiler, kendi ifadeleriyle “I. Cumhuriyet”i niçin beğenmemektedirler? II. Cumhuriyetçilerin genel anlamda eleştirdikleri Atatürk’ün kurduğu düzendir. Onlara göre bir avuç sivil-asker bürokrat tarafından kurulan Cumhuriyet demokratik değildir;
o dönemde demokrasi olmadığı gibi, altı Atatürk ilkesi arasında demokrasi ilkesi bulunmamaktadır. Devrimler ise, halka rağmen hazırlanarak yukarıdan aşağıya bir hareket olarak zorla kabul ettirilmiştir. Dolayısıyla bu çerçevede Atatürk diktatördür.
Tüm bu asılsız, bilimsellikten uzak ve kasıtlı iddialara karşın Atatürk, 1930 yılında yazdığı ve 1932-1939 yılları arasında ortaöğretimde Yurttaşlık Bilgisi kitabı olarak okutulan “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında “demokrasi”, “insan hakları”, “hürriyet”, “vatandaşlık”, “devlet”, “ulus” kavramlarını işlemektedir. Görülüyor ki, Avrupa’da Nazizmin ve Faşizmin ayak seslerinin duyulduğu bir dönemde demokrasi el kitabı niteliğinde bir kitap yazarak Türk halkını bu kavramlarla tanıştıran Mustafa Kemal Atatürk’ten başkası değildir. Atatürk, “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında demokrasiyi şöyle tanımlıyordu: “Demokrasi prensibi, esas olarak ulusun egemenliğe sahip olmasını ve sahip kalmasını gerektirir.” Bu durumda, egemenliği padişahın elinden alıp Türk halkına veren, böylece demokrasinin temel koşulu olan “ulusal egemenlik” ilkesini daha Kurtuluş Savaşı sırasında TBMM’nin açılmasını sağlayarak uygulama alanına koyan Atatürk değil de kimdir?
Bu gerçekler tabii ki yadsınamaz; diğer yandan yoğun eleştirilere hedef olan Atatürk dönemindeki tek parti uygulamasının da Cumhuriyet rejimini koruma, devrimleri gerçekleştirme ve yerleştirme ihtiyacından doğan bir zorunluluk olduğunu vurgulamakta yarar vardır. Atatürk’e göre demokrasi ile Cumhuriyet arasında zorunlu olan öncelik Cumhuriyet’tedir. Çünkü O’nun “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında da belirttiği gibi, “Demokrasi prensibinin en çağdaş ve mantıki uygulamasını sağlayan hükümet şekli Cumhuriyettir.”

Atatürk’ün de belirttiği üzere, Laiklik ilkesini benimsemeyen, saltanat ve hilafet özlemi çeken Cumhuriyet karşıtlarının gerek 1924 yılında kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nda gerekse 1930’da kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası’nda odaklanmaları, bu partilerin kapatılmasında veya kendi kendini feshetmesinde etken olmuştur. Dünyada hiçbir rejim kendi antitezini yaşatmaz veya hiçbir rejim kendisini ortadan kaldırmaya yönelik hareketlere izin vermez. Türkiye’de de doğal olarak böyle olmuştur. Ünlü Fransız siyaset bilimcisi Maurice Duverger’ye göre, Türkiye’de 1945’e kadar tek parti olgusu olmuş, fakat tek parti ideolojisi veya doktrini mevcut olmamıştır. Dolayısıyla tek parti, zorunluluklar nedeniyle başvurulan geçici bir rejim olarak görülmüştür.

II. Cumhuriyetçiler’in şiddetle eleştirdikleri diğer konu ise, altı Atatürk ilkesi arasında demokrasi ilkesinin bulunmayışıdır. Böylesine haksız bir eleştirinin cehaletten mi yoksa gafletten mi kaynaklandığını bilmek güç! Ancak yadsınamayacak gerçek, altı ilkenin özünde demokrasi ilkesinin bulunduğudur. Bu durumda, “6 Ok” ile simgeleşen ve 1931’de CHP’nin ana nitelikleri olarak tüzüğe alınan, 5 Şubat 1937’de yapılan değişiklikle de Anayasaya giren Kemalizmin dayanağı ilkelerle demokrasi ilkesi arasındaki ilişkinin irdelenmesi kaçınılmaz olmaktadır.

Demokrasi-Cumhuriyetçilik                :

Cumhuriyet, yönetenlerin yönetme yetkisini halktan aldıkları bir rejimdir. Dolayısıyla Atatürk’ün Cumhuriyetçilik anlayışı, sadece hükümdarlığın reddi anlamına gelen Cumhuriyetçilik değil, esas olarak demokratik Cumhuriyetçiliktir. Atatürk’e göre “demokrasi prensibinin en çağdaş ve mantıki uygulamasını sağlayan hükümet şekli, Cumhuriyettir. Cumhuriyette son söz, millet tarafından seçilmiş meclistedir.”

Demokrasi-Milliyetçilik                       :

Ulusal bir devlet olan yeni Türk devleti içinde en üstün iktidar olan egemenlik, yalnız Türk ulusuna aittir. Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir ”tanımlamasıyla hiçbir şekilde etnik köken, dil, din, mezhep ayırımı yapmadan yurtiçi birlik ve ulusal beraberliği gerçekleştirerek demokrasi ortamının önemli bir koşulunu yerine getirmeyi amaçlıyordu.

Demokrasi-Halkçılık                          :

Atatürk, kendi eseri olan “Vatandaş İçin Medeni Bilgiler” kitabında Halkçılıkla demokrasi prensibini aynı anlamda kullanmıştır: “…Demokrasi esasına dayanan hükûmetlerde, hakimiyet halka, halkın çoğunluğuna aittir…” Bunun yanı sıra O’nun halkçılıktan kastettiği geleneksel anlamda özgürlükçü siyasi demokrasidir, yani temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı rejimdir. Kaldı ki, yasalar önünde eşitliği öngören, sınıf ayırımını ve mücadelesini reddeden, sosyal adalete, sosyal güvenliğe, adaletli gelir dağılımına dayanan Halkçılık ilkesinin demokrasiyle ilgisi yok demek herhalde cehaletten başka bir şey değildir.

Demokrasi-Devletçilik                    :

Atatürk’ün arzu ettiği eşitlikçi, adil bir sosyal düzenin kurulması devletin sosyal ve ekonomik yaşamdaki rolünü asgariye indiren bir anlayışla tabii ki mümkün olamazdı. Dolayısıyla Devletçiliğin içeriğinde de demokrasi prensibini görüyoruz.

Demokrasi-Laiklik                           :

Laiklik olmadan demokrasi olamaz. Laik düzenlerde, yönetenler yönetme yetkilerini Tanrı’dan ya da dinden değil, halktan alırlar. Dolayısıyla egemenliğin halkta bulunmadığı düzenlerde demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Laiklik, demokrasi içinde devlet tarafından korunacak bir düzen biçimidir. Bu nedenle demokrasinin nimetlerinden yararlanarak demokrasiyi ortadan kaldırma özgürlüğü, dolayısıyla demokrasi içinde
laik düzeni yok etme özgürlüğü olamaz.

Demokrasi-Devrimcilik                 :

Atatürk Devrimi’nin temel hedefi çağdaşlaşmadır; ancak devrim gerçekleşirken bir aydın kadronun toplumu ilerleme ve yenileşme yolunda aydınlatması zorunludur. Ne var ki, kendilerini II. Cumhuriyetçiler olarak adlandıran çevreler, devrimlerin bir avuç sivil-asker bürokrat tarafından hazırlandığını, yukarıdan aşağıya bir hareket olarak halka zorla kabul ettirildiğini ve bu nedenlerden ötürü halk tarafından benimsenmediğini iddia ederek Atatürk’ün kurduğu devlet düzenini eleştirmekte ve Atatürk’ün Cumhuriyeti yerine II. Cumhuriyet’i gündeme getirmektedirler. Her halde bu iddialarda bulunanlar, Atatürk’ün tüm devrimlerini gerçekleştirirken yaptığı yurt içi gezileriyle, halka hitaben konuşmalarıyla kamuoyunu hazırlamaya ve ulusunun ayağına giderek ona devrimlerin gerekliliğini anlatmaya çalıştığını unutuyorlar. Dolayısıyla Atatürk, devrimlerini gerçekleştirirken halkı ikna yöntemini kullanmıştı. Halkın bunları benimsemesinde ise, Türk ulusunun Atatürk’e olan sevgi ve güveni büyük rol oynamıştır. Diğer yandan Atatürk’ü diktatörlükle suçlayan çevreler herhalde şu gerçeği de görmezden geliyorlar: Atatürk nasıl bir diktatördür ki, tüm devrimlerini gerçekleştirirken TBMM’nin onayını almıştır, başka bir anlatımla Atatürk döneminde devlet ve toplum yaşamındaki köklü değişiklikler yasalarla sağlanmıştır.

Sonuç olarak; Atatürk devrimlerinin halka zorla kabul ettirilmiş olduğu iddiaları eğer doğru olsaydı, devrim karşıtlarının tüm yıkıcı çabalarına karşın Atatürk devrimleri bugün hâlâ dimdik ayakta duramazdı. Bunun da ötesinde Atatürk devrimlerini sürekli kılan olgu, ilkelerinin akla ve bilime dayalı oluşudur.

Prof. Dr. Bige SÜKAN
ADD Bilim ve Danışma Kurulu Üyesi
Ankara Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü

Taksim Erdoğan’ı Nasıl Yener?

Dostlar,

21. Yüzyıl Enstitüsü Müdürü Sayın Prof. Dr. Ümit Özdağ’ın usta bir stratejist olarak kaleme aldığı yazı aşağıda..

Yaygın olarak okunmalı ve paylaşılmalı..

Sevgi ve saygı ile.
19.6.2013, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
=================================

Taksim Erdoğan’ı Nasıl Yener?

portresi

Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ 

 

 

Başbakan Erdoğan’ın Taksim Gezi Parkından başlayıp, Ankara ve İstanbul’a sıçrayan gençlik muhalefetinin kolaylıkla kabul edilebilecek taleplerini kabul etmeyerek olayları uluslararası medyanın ana gündem maddesi haline getirecek ve Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin uyarısına uzanacak kadar geliştirmesi 2014 seçim stratejisinin belkemiğini oluşturmaktadır. Bu strateji AKP tarafından daha önce Anayasa referandumu sırasında uygulanmış ve AKP % 42 civarında başladığı anayasaya destek oranını % 58’e kadar taşımıştır. Bu stratejinin özünde keskin toplumsal ayrışma üreterek, bloklaştırma ve saflaştırma vardır. Erdoğan’ın %50-%50 vurgusu,
bu stratejinin sahaya yansımasıdır. Kendi % 50’si olarak gördüğü grubu konsolide ederek, diğer % 50 ile arasına baraj örmektir. Bazı çevreler, Başbakan Erdoğan’ın
kibir ile hareket ettiğini, ne yaptığını bilmediğini ileri sürmektedirler. Oysa Erdoğan
çok başarılı bir siyasi taktisyendir ve politikaya duygularını karıştırmaz.
Başbakan Erdoğan, başarı dışında hemen hemen hiçbir ölçü tanımadan sonuca odaklı bir siyaseti etkileyici bir şekilde sürdürmektedir.

Türkiye 2014 seçimlerine ilerlerken, AKP’nin önünde oyunu kemiren 3 temel sorun bulunmaktadır. Bunlar sırası ile

1)PKK ile yürüyen müzakere, mütareke ve kirli pazarlık süreci,

2)İflas eden ve Reyhanlı gibi Cumhuriyet tarihinin en büyük katliamına neden olan bir saldırı ile ülkemizin karşı karşıya kalmasına neden olan Suriye politikasının başarısızlığı,

3)IMF’ye borcumuzu ödedik nakaratının arkasındaki dış borçlarımızın 2002’de
130 milyar $ iken 2012’de 337 milyar $’a çıkmış olması gerçeği ve kırılgan bir
buz üzerinde yürüyen bir borsa.

2014 yaklaşırken, Erdoğan seçmene yönelik yeni bir stratejik algı yönetimi kampanyası başlatmıştır. Asıl sorunlar seçmenin dikkatinden kaçırılacak, yeni bir gündem oluşturulacak, daha kolay manüple edilebilecek bir sorun üzerinden seçmen bloklaşması sağlanacaktır. Erdoğan için İstanbul, Ankara ve İzmir’de orta ve orta üst gelir gruplarının ve özellikle bu grupların genç çocuklarının belkemiğini oluşturduğu
kentli bir muhalefetin seçim sonuçlarını belirlemek açısından büyük bir tehdit oluşturması söz konusu değildir.

Üstelik, böyle bir muhalefet hareketi, Erdoğan’ın gerçek oy zeminini oluşturan ve sadece devlet kaynaklarından son 10 yılda 27 milyon kişinin ekonomik yardım bağımlısı yapıldığı (belediyelerin ve özel şirketlerin yaptığı yardım bu sayının dışındadır) taşralı, muhafazakar, alt ve alt orta gelir grupları nezlinde çok kolay karalanabilecek, ötekileştirilecek hatta şeytanlaştırılabilecek bir yapı taşımaktadır. Böylece, taşralı, muhafazakar, alt ve alt orta gelir gruplarında kısacası Anadolu insanında PKK ile sürdürülen kirli barış sürecinden dolayı “ülke bölünüyor mu?” endişesinin ve
“Bu hükümet de Suriye konusunda yanlış yaptı”” ve “Reyhanlı’da katliama neden oldu” düşüncesinin yerini çok hızlı bir şekilde “Vay şerefsizler, ayakkabıları ile camiye girmişler ve bira içmişler!” tepkisi almaktadır.

Erdoğan Taksim muhalefetinin kendisine yeni bir gündem oluşturma ve manuple etme fırsatını verdiğini anladığı andan itibaren stratejisi tırmandırma, radikalleştirme ve ötekileştirme stratejisi üzerine kurmuştur. Bir bölümü devlet güdümünde olduğu bilinen, radikal sol örgütlerin ve “profesyonel devrimci” kadrolarının Taksim’e damga vurmaları teşvik edilmiş, önü açılmıştır.

Öyle ki, Başbakan Erdoğan grup toplantısında AKM’nin üzerinde günlerce asılı duran Marksist-Leninist örgüt pankartlarından söz ederken, “Devlet binasında bu pankartlar nasıl asılı kalır?” sorusunun cevabı aslında sorunun içinde gizlidir. AKM devlet binası olduğu için örgütler tarafından yasa dışı, toplumun genelinde tepki ile karşılanan ve Taksim gösterilerini temsil etmeyen pankartlar asılabilmiştir .

Diyarbakır’da Öcalan’ın başı ağrıdığı için gösteriler düzen PKK ise
Güneydoğu’da hiçbir eylem yapmaz iken müzakere ortağının elini güçlendirmek için Öcalan posterleri ile zaman zaman kendisini televizyon kanallarına göstermiştir.
AKP Hükümeti de Güneydoğu Anadolu’da olay çıkmayacağının güvencesini almanın verdiği rahatlıkla Diyarbakır ve Van’daki TOMA’ları İstanbul ve Ankara’ya kaydırmış durumdadır.

Taksim’i Erzurum’da, Nevşehir’de, Kütahya’da televizyonlardan sansürlü olarak seyreden, hafızasında Gezi Parkındaki barışçıl tutumdan, çadır-mescitten ve anti kapitalist Müslümanlardan çok Marksist grupların vandalizmi kalan vatandaş,
Erdoğan’ın “camide bira içtiler” söyleminin peşinden gitmeye çok daha yatkın olmaktadır. Üstelik, Taksim göstericilerinin elindeki tek iletişim ve propaganda aracı twitter iken Başbakan Erdoğan’ın arkasında gönüllü ve gönülsüz dev bir medya karteli olduğu unutulmamalıdır. Twitterın dar alanda kaldığı, diğer alanda hükümetin nerede ise rakipsiz bir algı yönetimi stratejisi izlediği ortadadır.

Gençlik muhalefeti dar bir coğrafi alana sıkışırken, hükümet ise bütün Türkiye’de propaganda çalışmalarını sürdürmenin üstünlüğünü yaşamaktadır. Buna itiraz, “Tahrir de dar bir alandı” şeklinde olabilir. Ancak Tahrir’de Müslüman Kardeşlerin stratejik aklı temsil edilirken, vücudu bütün Mısır’a yayılmış durumdaydı. Oysa, Türkiye’de muhalefet, İstanbul’da Taksim, Beşiktaş, Bağdat Caddesi, Ankara’da Kızılay, Kuğulu Park, Dikmen üçgeni ve İzmir’de Gündoğdu Meydanına sıkışmıştır. Adana, Kayseri gibi şehirlerdeki muhalefet ise kısa soluklu olmuştur.

Bütün bunların dışında tarafların hedefleri ve stratejileri arasında da bir dengesizlik vardır. Erdoğan’ın ulaşmak istediği hedef ve bunun için uyguladığı strateji açıktır.
Bu hedef ve strateji konusunda parti içinde bir tartışmaya izin yoktur. “Lider emreder, kitle takip eder” ilkesi tartışmasız bir şekilde uygulanmaktadır. Taksim’in ise belirgin bir politik hedefinin ve stratejisinin olduğunu söylemek mümkün değildir. Politik mücadeleler de bu çok önemli bir husustur. Kötü bir politik hedefi ve stratejisi olan dahi olmayandan daha avantajlı konumdadır.

Bu noktada Taksim’in Erdoğan’ı nasıl yenebileceği üzerinde durulabilir.

Yukarıda sergilenen güçler dengesinden sonra, sanki bir galibiyetin mümkün olmadığı düşüncesi akla gelebilir . Oysa, bu mümkündür. Galibiyete ulaşmanın ön şartları
şu şekilde özetlenebilir:

1)Taksim’in gücü sahip olduğu yumuşak güçtür. Bir TOMA’yı Molotof ile yakmanın
hiçbir anlamı yoktur ancak TOMA’nın fışkırttığı suya göğsünü açarak direnmek, tekerlekli sandalye ile TOMA’nın karşısına çıkıp suyu yenmek, TOMA’nın yenildiği anı temsil etmektedir. Yumuşak gücün sert gücü nasıl etkisizleştirebileceğinin en somut tarihsel örneğini Gandhi Hindistan’da Britanya İmparatorluğunu yenerken sergilemiştir.

2) Taksim’in yumuşak gücü, komünist-marjinal örgütlerin molotof kokteylleri ile kirletildiği ölçüde zayıflamaktadır. Taksim’de barışçıl gösteriler yapanlar, kendileri ile komünist-marjinal örgütler ile aralarına belirgin bir mesafeyi tüm toplumun göreceği bir şekilde ve sert bir tavırla koymak zorundadırlar. Üstelik bu komünist-marjinal örgütlerin bir bölümünün iktidar güçlerine çalıştığı da göz önünde tutulmalıdır. Taksim’de gösterilerinin sembolü tekrar Türk Bayrağı haline gelmelidir.

3) Taksim de çok akıllı bir şekilde, Erdoğan’ın Taksim’i din düşmanı göstermesini engellemek için etkili engelleme yapmıştır. Muhafazakar tabanda büyük bir karşılığı olmayan kendilerini anti-kapitalist Müslüman diye tanımlayan grupların gösterilerde
yer alması çok önemlidir. Buna rağmen Erdoğan, elindeki en önemli silah olan din siyasetini Taksim olaylarında da kullanmıştır. Taksim, dinin kendisine karşı istismarını engellemek için elinden gelen her şeyi yapmaya devam etmelidir. Bu aynı zamanda iktidarın Anadolu’da kılcal propaganda çizgileri üzerinden sürdürmekte olduğu
olayların sorumlusu “Allahsız komünistlerdir” şeklindeki propagandayı etkisizleştirmese bile zayıflatacaktır.

4) Taksim, Erdoğan’ın % 50-%50 tuzağına düşmemelidir. Bloklaşmayı değil, birleşmeyi, ötekileştirmeyi değil, sahiplenmeyi dile getiren bir siyasal söylem ve eylem tarzı gerekmektedir. Demokrasi yalnızca muhalefete oy verenlere değil, bugün iktidar partisine oy verenlere de gereklidir. Erdoğan’a kızgınlık ne kadar büyük olur ise olsun, eleştiriler, aklın ve ahlakın ürünü olmalıdır.

5) Taksim’in kazanmasının en önemli şartı, Taksim-Kuğulu Park-Gündoğdu Meydanı üçgeninden çıkacak ve barış, milli birlik ve demokrasi talebini tüm Türkiye’ye sürekli-uzun süreli bir şekilde yaymalarına / bu potansiyeli göstermelerine bağlıdır. Aksi halde Taksim, anılan üçgende boğulacaktır.

6)Taksim’in gücü, demokrasi talebinden kaynaklanmaktadır. Demokrasi talebinin politik bir hedef olarak somutlaştırılarak ortaya konulması şarttır. Başbakan Erdoğan’ın otoriter rejim tesisi ve Türkiye’nin bölünme sürecinin önündeki en büyük engelin TBMM’deki muhalefetten çok toplumsal muhalefet olduğunun belirginleştiği noktada Taksim bu gücünü çok akıllıca kullanılan bir yumuşak güç olarak kullanmayı başarabilmelidir.

  • Polis ile çatışmak değil, polis ile çatışmamak Taksim’in ana gücünü oluşturmaktır. 

Kavga çığlıkları değil, barış, milli birlik ve demokrasi talep eden sloganlar Taksim’i güçlü kılmaktadır. Polis gaz atınca geri çekilmek, şehrin mekansal derinliğini stratejik bir derinliğe dönüştürmek, dağılmak ve toplanmak, sonra bitmek tükenmek bilmeyen bir kararlılık ile geri dönmek kaldığı yerden barış, milli birlik ve demokrasi talebini gündeme taşımaya devam etmek gerekmektedir.

  • Ancak talepler somutlaşmadığı sürece bir sonuç alma umudu ortadan kalkacak ve doğal olarak sokaktaki muhalefet eriyecektir.

Nitekim, gündüz işinde gücünde olan insanların sonu belirsiz bir süreçte “sabah kalemli gece bayraklı” sokak gösterilerinin içinde olması mümkün değildir. Halk muhalefeti sayısal olarak erirken, meydana gittikçe marjinal gruplar hakim olacaklardır ki, Erdoğan’ın istediği de budur. Bunu aşmanın yolu, Taksim’in taleplerini daraltmak, somutlaştırmaktır.

Taksim gösterilerinin amacı, Türkiye’nin demokratikleştirilmesini ve milli birliği sağlamak değildir, olamaz. Ancak Taksim bu sürece çok önemli bir katkıyı, bir çıkışı temsil edebilir. Bunun için Taksim gösterilerinin somut talepleri Gezi Parkına ne AVM ne de başka bir amaçla bir bina yapılmaması ve AKM’nin yıkılmaması ile sınırlanmalıdır. Somut talep, kitlede ulaşılabilir bir hedef etrafında birleşme ve direnme duygusunu oluşturur. Böyle bir sonucun alınması da kitlelerde bir kazanma, başarıya ulaşma duygusu uyandıracaktır. Yaşanan olaylar ne şekilde sonuçlanır ise sonuçlansın, Türk demokrasisi açısından önemli bir deneyim olmuştur. Halk, en olumsuz şartlar altında dahi gücünün var olduğunun farkına varmıştır. Erdoğan’da baskısının sınırlarının nerede bir taşa çarpacağını öğrenmiştir. (18.6.13)