Günlük arşivler: 24 Kasım 2012

CÜNEYT ARKIN HALK TARAFINDAN SEÇİLEN İLK CUMHURBAŞKANIMIZ OLSUN!..

CÜNEYT ARKIN HALK TARAFINDAN SEÇİLEN İLK CUMHURBAŞKANIMIZ OLSUN!..

CHP, Cumhurbaşkanlığına Fethullahçı danışmanlarının itelemesiyle bir kadın aday göstereceğini ilan edince; Ak Parti için Cumhurbaşkanlığı seçimi çantada keklik gibi,  yüzde yüz kazanacağı bir seçim haline geldi ve Sayın Erdoğan’ın mı,
Sayın Gül’ün mü aday olacağı tartışılmaya başlandı.

CHP’nin, şimdiye kadar ki, politikalarıyla; Cumhurbaşkanlığı seçiminde, ondan önceki Belediye seçimlerinde başarılı olamayacağını tahmin etmek hiçde zor değil. “Cumhurbaşkanlığına, ciddi bir aday göstermezse; ben de oyumu Ak Parti’nin adayına vereceğim,” diyen pek çok CHP’li olması da cabası.

CHP, şimdiye kadar ısrarla sürdürdüğü ve oy potansiyelini yüzde otuzlalarda  dondurmaktan başka bir işe yaramayan politikalardan vazgeçerek, gerçek anlamda ilerici,  gerçek anlamda devrimci ve gerçek anlamda Atatürkçü politikalar benimseyemez mi?

Gerçek anlamda devrimci, ilerici ve Atatürkçü politikalarla, Belediyelerin çoğu kazanılır, Cumhurbaşkanlığı Ak Parti’nin elinden alınabilir… Eski politikalarla ise; Ak Parti’ye Belediyeler ve Cumhurbaşkanlığı yeniden kazandırılır ve Ak Parti’den daha radikal olan Halifelik Örgütlerinin de önü açılır.

CHP’nin Atatürk gibi radikal bir tavır alıp çözeceği ilk sorun, Kürt ya da terör sorunudur…

Atatürk yaşasaydı ya da CHP’nin başında Atatürk gibi gerçek bir lider olsaydı;  otuz yıllık iç çatışma yaşandıktan ve elli altmış bin kişi öldükten sonra, 1920’li ve 1930’lu yılların anlayışıyla bu sorunun çözülmeyeceğini bilirdi… Düzenli Ordunun, devletin bel kemiği olduğunu otuz kırk yıl süren iç çatışmalara dayanamayacağını idrak ederdi…

En azından; “EFENDİLER, ON BİNLERCE ÖLÜYE, OTUZ KIRK YIL SÜREN İÇÇATIŞMALARA DAYANABİLECEK ORDU VAR MIDIR?” diye sorardı.

“Efendiler, muhafazakar bir nehrin sularını elleriyle zaptetmek ister, ama ne yaparsa yapsın, elinde bir avuç kumdan başka bir şey kalmaz!.. Sizin avucunuzda bir avuç kum da kalmamış… Benim ilkelerimle benim gibi olmaya çalışmışsınız ve hiçbir şey olamışsınız!.. Din Adamları ise; Hayatın gerçek generalleri olmuş… “

Atatürk gibi bir lider, önce Atatürk’ün ilkelerinden vazgeçer, yeni koşullara göre, yeni ilkeler kabul ederdi.

“Efendiler, Türkiye Cumhuriyeti, özgürlük , adalet ve eşitlik ideallerine bağlı bir eşit vatandaşlar birliğidir. Vatan da, Nazım Hikmet’in deyimiyle üstünde yaşayan EŞİT VATANDAŞLARIN EVİDİR!” derdi

“Efendiler, özgür ve eşit vatandaşlar; Cumhuriyet Polisi tarafından korunurlar, Cumhuriyet Ordusu tarafından savunulurlar… Hakları;  hem Cumhuriyet savcıları tarafından , hem kendileri tarafından Bağımsız Mahkemelerde aranır…”

“Efendiler, bir ülkede din adamları hayatın gerçek generalleri olmuşsa; Ordu terörle mücadeleye sokulup otuz yıl Gayri Nizami Harbin içinde tutulmuşsa; devlet Allah’a emanet hale gelir!.. Bu nedenle çok radikal tedbirler almak gerekmektedir.”  der ve gözleriyle karşısına dizili efendileri bir süre seyreder… Ne düşündüklerini kestirdi mi yeniden söze girerdi.

“Efendiler, kör değneğini beller gibi; bazı ilkelerde ısrar, başarısızlıkta ısrar demektir. Önce başarısızlıkta ısrar etmeyin… Kimim ilkeleri olursa olsun sizi başarıszlığa mahkum eden ilkeleri en yakın çöp kutusuna atın…”

“Atatürk’ün ilkelerini mi en  yakın çöp kutusuna atacağız?”

“Efendiler, Atatürk kazanmanın adıdır… Girdiği her kavgayı her mücadeleyi , her davayı kazanmanın adı!.. Siz Atatürk’ün İlkeriyle ve dahası Atatürkçülükle  hangi mücadeleyi, hangi kavgayı, hangi davayı kazandınız?…  Size  her zaman her kavgayı, her davayı, her mücadeleyi kaybettiren ilkeler,  önce Atatürk’ün ilkeleri değildir…. Sonra Atatürkçülük değildir.”

“Atatürk’ün İlkelerini, devrimlerini ve hatta kendisini bir kenara mı atacağız?”

“Efendiler, Atatürk’ün 10 Kasım 1938’de öldüğünü kabul edin!.. Ve bundan sonra Atatürk’ün yerini doldurup,  Atatürk gibi kazanmayı öğrenin… Atatürk, gibi kazanmayı öğrenirseniz; Atatürk’ün yüzünü kara çıkarmaz, Din Adamlarını Hayatın Gerçek Generalleri haline getirip, Ordu’yu Gayri Nizami Harbe sokup yıpratmaz, Cumhuriyet Ordusu olarak geliştirmeyi düşünürdünüz…”

“Halk, sadaka ekonomisine alıştırıldı. Oyunu makarnaya ve kömüre veriyor… Ne yaparsak yapalım, bize oy vermez!..”

“Efendiler, ben bile size oy vermem… Ama, eğer halk oyunu makarnaya ve kömüre satıyorsa ve seçim kazanmak bu kadar kolaysa; siz niye makarna ve kömür dağıtmıyorsunuz?”

“Bizdeki zenginler cimri, kıskanç, çıkarcı, üçkağıtçı ve soyguncu… Biz eli açık, makarna ve kömür dağıtacak zengin bulamıyoruz?”

“Efendiler, beleş diye Atatürk’ün ilke ve devrimlerini savunuyorsunuz…  Siyaset saayesinde cebinizi doldurmaktan başka bir şey düşünmüyorsunuz!.. Artık, beleştir diye savunduğunuz Laikliğe, ulus devlete, üniter yapıya halk oy vermez… Bu nedenle, çıkarcıları, Fethullahçıları ve Diyanetçileri içinizden temizleyin!..”

“Şimdi birleşme zamanı değil mi?”

“Efendiler, çıkarcılarla birleşirseniz, partiniz en fazla ticarethane olur. Fethullahçılarla birleşirseniz, partiniz virane olur…Diyanetçilerle birleşirseniz, partiniz hem virane, hem rezilhane olur!”

“Neden?”

“Efendiler, dünyada hiçbir halk çıkarcıları yönetici olarak başında görmek istemez.. Fethullahçılar, CHP’nin parasının, İş Bankası imkanlarının, mevki ve makamlarının peşindedirler, Ama CHP’ye oy vermezler… Diyanetçiler, CHP’deki ilerici, solcu ve Alevilerin önünü kesmek için aranıza girerler… Parasından, maddi imkanlarından, mevki ve makamlarından yararlanarak, ilerici, solcu ve devrimci politikalar izlemesinin  önüne set çekerler… Ama onlar da CHP’ye oy vermezler.”

“Peki, çıkarcıları, Fethullahçıları ve Diyanetçileri CHP’den temizlemeye gücümüz yetmezse, ne yapalım?”

“Efendiler, gücünüz çıkarcıları, Fethullahçı ve Diyanetçileri temizlemeye yetmiyorsa; Türkiye’nin şu andaki en büyük sorunlarının çözümü için en radikal tedbirleri önerin!.. Yürek isteyen fikirlere, beyin isteyen radikal tedbirlere başvurun… Yani taşın altına elinizi sokun!”

“Örnek verir misiniz?”

“Örneğin Kürt ya da Terör sorunu… Şu ana kadar ki, ölü sayısı elli bini geçmiş durumda… Her türlü konuşma, görüşme, anlaşma için artık çok geç!.. Ne Oslo, ne Habur deyip;  BUGÜNE KADARKİ DURUMU İÇSAVAŞ KABUL EDİN… Bir Genel Af Çıkarmayı ve Habur gibi sınır kapılarına bir SİLAHINI BIRAKAN GEÇSİN MASASI KURMAYI  TEKLİF EDİN!.. Efendiler, bu sorunun bundan başka çözüm yok!.. Böyle anlayın ve böyle anlatın…”

“Ötekileri bırakın;  genel affı da ağzımıza bile alamayız!”

“Efendiler, çıkarcı Baykalcıları, Fethullahçıları ve Diyanetçileri toplayıp beleş diye Atatürk İlkelerini savunmanız vatana en büyük ihanettir… Bu kafayla vatanı değil, kendi cebinizi düşünürsünüz. Elli altmış bin kişi öldükten sonra, Genel af çıkarmadan, Silahını Bırakan Geçsin masası kurmadan bu mesele çözülmez.”

“Biz genel af çıkarır, Silahını Bırakan Geçsin Masası kurarsak, emperyalistler boş mu duracak?”

“Efendiler önce sizin genel af çıkaracak , Silahını Bırakan Geçsin Masası kuracak yüreğiniz olsun, sonra emperyalizmi düşünün…”

“Bu sorunu böyle çözdük, diyelim ya diğer sorunları nasıl çözeceğiz?”

“Diğer sorunların çözümü de, kazanmayı bilmenize bağlı…  Efendiler, CHP’yi çıkarcılardan, Fethullahçılardan ve Diyanetçilerden temizlemekle işe başlayabilirsiniz…”

“Bunu nasıl yapacağız?”

“Efendiler, Cumhurbaşkanlığına, Ak Parti adayına rakip olabilecek ve hatta  seçimi kazanıp Cumhurbaşkanı seçilecek bir aday gösterirseniz,  herkesin çıkarı bozulur… Birde Belediye Başkanlıklarına kazanabilecek aday gösterir, dava adamlarından oluşan bir kadroyla partiyi takviye ederseniz; Çıkarcılara da, Fethullahçılara da, Diyanetçilere de yol görünür!”

“Cumhurbaşkanına kimi aday gösterelim?”

“Cüneyt Arkın’ı gösterin…”

“Şaka mı yapıyorsunuz?”

“Hayır efendiler, şaka yapmıyorum!..  Cüneyt Arkın politikacı değil. Cumhurbaşkanlığı seçimine kadar, hem politikadaki acemiliğini giderir, hem de o zamana kadar yıpranmaz. Başka kimi aday gösterseniz o zamana kadar yıpranır… ”

Bu durumda; “Parti örgütleri, paraşütle gelen adaylara sıcak bakmazlar… Cumhuriyetçi ve Ulusalcılar da Atatürkçü bir mücadele geçmişi ararlar. Atatürkçü mücadele geçmişi olmayan bir aday yerine, bir kadın aday gösterip Cumhurbaşkanlığı seçimini kaybetmeyi daha doğru bulurlar!..” denilebilir.

“Efendiler, halkın oy verdiği bir seçimi kazanmaktan daha önemli ilke, mücadele ya da savaş yoktur… Cüneyt Arkın’ı aday gösterir ve Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanır, Ak Parti’yi yenerseniz; bununla birlikte pekçok şey de kazanırsınız.”

“Ya kaybedersek?..”

“Kaybederseniz, hem galip sayılır, bu yolda mağlup durumunda kalırsınız, hem de Ak Parti’den daha radikal Halifelik Örgütlerinin iktidara gelmesini önlersiniz..”

“Bizden olmayan bir adayla kazanırsak , gerçekten kazanmış mı oluruz?”

“Efendiler, bir İslam ülkesinde, sürekli başarısızlık ve kaybetmekten daha kötü bir durum olmaz… Sürekli kaybetmek ise Afganistan tipi bir karanlığa kucak açmak ve  ülkeyi Ortaçağ karanlığına gömmektir. Bu şartlarda, CHP’nin ve Türkiye’nin bu durumunda, Cüneyt Arkın’dan daha iyi bir Cumhurbaşkanı adayı yok!.. Var mı?”

“Ya Cüneyt Arkın aday olmak istemezse, ne yapacağız?”

“Efendiler, Cumhurbaşkanlığına aday olmak bile büyük bir şereftir. Cüneyt Arkın gibi büyük bir sanatçı , sizin Cumhurbaşkanı adayınız olmayı bile kabul etmezse;
bu,sizin ipinizle kuyuya inilmez demektir…  Bu takdirde sizin siyaset sahnesinde bulunmaya hakkınız yoktur!.. Partinizi kapatmanız, Siyaseti bırakmanız gerekir.”

“Anamuhalefet görevi de önemli bir görev değil mi?”

“Değil… İktidar olması mümkün olmayan anamuhalefet,  tahta iskelete eski  elbiseler giydirip korkuluk dikmeğe benzer… Siyasette korkuluk olmak,, en kötü, en yanlış siyasettir.”

“Kabul… Cüneyt Arkın, halk tarafından seçilen ilk Cumhurbaşkanımız olsun!”

“Efendiler, Cüneyt Arkın’ı aday gösterin ve ne yapın edin kazanın!..
Haydi, bir kere de yüzümü kara çıkarmayın!…“

2012-10-22, Rıza GÜNER

AYDINLIK Gazetesi 24 Kasım 2012


Dostlar
,

24 Kasım 2012 günlü AYDINLIK’ın kapak sayfasında 3 haber dikkati çekmekte :

1. “Devrim Yasaları yaşamsaldır” diyerek Anayasanın 174. maddesinde sayılan
bu yasaları Alevi Derneklerinin sahiplenmesi..

2. Hava Kuvvetleri Komutanı’nın : “Bu angajmanı uygulamam” itirazı..

3. Federasyona Bir Adım Daha..

Çok yazık.. 90 yıl önce yüzbinlerce şehit ve gazi ile kazanılan vatan toprakları, bölünme öncesi aşama olan Federasyon yapısına sürükleniyor.. Büyükşehir Belediyeleri Yasası tıpkı koç başı gibi idi bu süreçte..

Sevgi ve saygı ile.
24.11.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Esirler Dünyası

Güray ÖZ

Esirler Dünyası

Tüm dünyayı sarsan ekonomik krizin 1929-30 krizi ile karşılaştırılabileceğini söyleyenler haklı. Hemen arkasından o günün kapitalist dünyasının, New Deal hikâye, çareyi militarizmde aradığını ve bulduğunu söylemekte de sayısız fayda var.

1970’lerde ilk ipuçlarını bulabileceğimiz son krizin karakteri, gelişmiş kapitalist dünyadaki reel ekonominin artan bir ivmeyle canlılığını yitirmeye başlamasıyla,
kâr oranlarındaki düşme eğilimiyle kendini gösterdi. Belki şaşırtıcı gelebilir, ama aynı dönem, Almanya’nın, Japonya’nın 2. Paylaşım Savaşı’ndan sonra yeniden kendilerini gösterdiği, “Asya kaplanları” ve ucuz iş gücüyle Çin’in devreye girdiği yıllardır. Sonrası dünyadaki büyük altüst oluş, Sovyetler’in yıkılması, Varşova Paktı’nın dağılması, Almanya’nın genişlemesi, kapitalizmin yeni ve büyük bir pazar kazanmasıdır. Herkesi yanıltan parıltının, krizleri küçümseyen neoliberal böbürlenmenin kaynağı işte bu gelişmedir, ama genel düşme eğilimini
geri çevirememiştir.

***

Şimdi ortalığı toz duman eden kriz ise söylendiği gibi yalnızca finans dünyasının balonlarının patlamasıyla açıklanamaz. Kuşkusuz balonlar patladı, neoliberalizmin siyaset üzerindeki egemenliğinin mutlak gücünün aldatıcı olduğu ortaya çıktı,
ama yaşanan kriz bundan daha fazla bir şeydir.

  • Ülkeler iskambil kâğıtları gibi birbirinin üstüne devriliyor.

ABD çalkantının içinde ayağa kalkmak için dört dönüyor, krizi ihraç etmenin çaresini arıyor. AB’nin kodamanları fırtınanın bundan sonra uğrayacağı ülkeleri ve kendilerini nasıl kurtarabileceklerini düşünüyorlar. Pek çokları için Yunanistan artık kurtarılabilir ülke olmaktan çıktı, İspanya, Portekiz ve en vahimi İtalya topun ağzında ve bütün bunlar büyük AB rüyasının, Euro dünyasının sonu olabilir.

***

Ekonomi böyleyse ve kriz hızla yayılıyorsa, Çin en fazla “büyüyen” olmanın ne kadar yanıltıcı bir durum olduğunu gördükçe ve fakat çareyi kapitalizme entegrasyonu daha da derinleştirmek gibi bir büyük hatada aramaktaysa, büyük pazarını kaybetmemek için ABD’ye para aktarmakta devam ediyor ve koşar adım krize gidiyorsa işler iyice karışacak demektir.

Kapitalist dünyada bölünmeler kamplaşmalar bu nedenle hız kazandı. Finansal krizden çok daha fazla ve büyük bir krizi atlatmanın tehlikeli çarelerini arayanlar yalnız ekonomik değil, silahlı külahlı birlikler peşinde. Kendi silahlı gücünü kurma hayalinden vazgeçen AB şimdi yeniden NATO’ya sığınmıştır. Afganistan dağlarında “sehven”
sivil bombalayan NATO ise kendine Ortadoğu’da yeni görevler bulmuş gibidir.
Tüm kapitalist dünyada yavaş yavaş oluşan, olgunlaşan fikir, krizin klasik döviz faiz dalavereleriyle, finans dünyasının emme basma yöntemleriyle çözülmeyeceği fikridir.

Peki ne olacak öyleyse?

***

Kapitalist dünya, finans dünyasında balonların patlamasının buzdağının görünen kısmı olduğunu biliyor. Kriz daha derinde, yapının kendisinde. Çare olarak kilidi küflenmiş çekmecelerden çıkartılan Keynesçiliğin de işe yaramayacağı çok çabuk anlaşıldı.
Öteki çekmecedeki, sürekli kullanıldığı için paslanmamış, çok yönlü yararı sınanmış militarizm silahına başvurma zamanının geldiği kanısındalar.

Kundakçılar ellerinde benzin -petrol mü demeliyim- bidonları üstümüze üstümüze geliyorlar. Seçtikleri bölge bizim buralardır. Birbirleriyle bizim buralarda kapışıyorlar.

Biz, yani halklar, yani esirler dünyası, krizlerin faturası daima kendilerine ödetilmiş olanlar, birbirimizi kırmanın derdinde, başka hesaplaşmaların içinde, ölümcül bir kâbusun ortasındayız.

Bilmem uyanabilecek miyiz?
(Cumhuriyet, 21.11.12)

============================================================

Dostlar,

Sayın Güray Öz ne denli çarpıcı bir irdeleme yapmış değil mi??

Esirler Dünyası..

Köle Spartaküs’ün köleliğini  ayrımsaması (fark etmesi) tarihsel bir kırılma anıdır :

  • Bu zincir benim ayağımda ne arıyor ??
Derken, an gelir 10 Aralık 1948 olur.. Yani BM kurulur ve 3 yıl içinde
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi hazırlanır, üye ülkelerce benimsenir ve yayımlanır..
1. madde şöyledir :
  • Bütün insanlar hak ve özgürlükler bakımından eşit doğarlar..

Yani kölelik yasaklanmıştır.. Kölenin çocuğu köle doğmayacaktır.

Ama kapitalizm, insanları ekonomik köle olarak kullanmayı sürdürüyor..
Küreselleşme = Yeni emperyalizm ise iyice azgınlaştı.,
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi neredeyse içi boş bir metne dönüştürüldü.

Yazık.. Çok yazık..

10 Aralık 2012’de bu Bildirge 65. yılına girecek. Ne çok olgunlaştırılabilirdi bu uzuuuun dönemde. Büyük Atatürk‘ün çok önemli sözleriyle

“Bizi mahvetmek isteyen emperyalizm ve bizi yutmak isteyen kapitalizm” illetinden kurtulabilseydik..

2008’den beri süregelen, “zorlukla denetim altında tutulabilen
kapitalizmin dönemsel (periyodik) bunalımlarından bu sonki bizleri kaygılandırıyor.
Bilkent Üniversitesi’nden Prof. Erinç Yeldan da “Derinleşen Dış Kırılganlık”ı yazmış..
(Cumhuriyet, 21.11.12)

Dileriz en korkunç senaryo olan 3. Büyük Dünya Paylaşım Savaşı‘na sürüklenmeyiz.

Sevgi ve saygı ile.
24.11.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

 

ERGENEKON SANIĞI GÜLTEKİN’İN OĞLU KERİM GÜLTEKİN DE TUTUKLANDI


ERGENEKON SANIĞI GÜLTEKİN’İN OĞLU KERİM GÜLTEKİN DE TUTUKLANDI

Şimdi sıra çocuklarda!

Kamuoyunun yakından izlediği pek çok davada, babaların ardından çocukların tutuklanması zincirine son olarak İP Genel Başkanvekili Mehmet Bedri Gültekin’in geçen günlerde tutuklanan oğlu Ankara Üniversitesi DTCF öğretim üyesi Kerim Gültekin eklendi.

Dev-Genç’in de kurucularından olan Sarp Kuray, 16 Haziran örgütünü kurup yönettiği, çok sayıda eylemin talimatını verdiği gerekçesiyle anayasal düzeni yıkmak suçundan 2009’da müebbet hapis cezasına çarptırılmıştı. Halen Sincan F Tipi Cezaevi’nde bulunan Sarp Kuray’ın kızı gazeteci Zeynep Kuray da
22 Aralık 2011’de KCK soruşturması kapsamında tutuklanmıştı.

İP Genel Başkanı Doğu Perinçek Mart 2008 tarihinde Ergenekon terör örgütünün yöneticisi olduğu iddiasıyla tutuklanmıştı. Perinçek’in oğlu Mehmet Perinçek de
babası gibi Ergenekon soruşturması kapsamında geçen yıl tutuklandı.

Yayıncı Ragıp Zarakolu, KCK soruşturması kapsamında 28 Ekim 2011’de tutuklanmıştı. Zarakolu, yaklaşık 6 ay sonra tahliye edilmişti. Zarakolu’nun siyaset bilimci oğlu Deniz Zarakolu babası gibi tutuklanarak cezaevine konulmuştu.
Oğul Zarakolu halen tutuklu bulunuyor.

Çocukların tutuklanmasının son halkasına geçen hafta Gültekin’in oğlu
Kerem Gültekin de tutuklanarak eklendi. Oğul Gültekin, Demokratik Haklar Federasyonu (DHF) ve Demokratik Gençlik Hareketi’ne (DGH) yönelik operasyon kapsamında araştırma için bulunduğu Diyarbakır’da gözaltına alınıp,
Ankara’da tutuklandı. (Cumhuriyet, 21.11.12)

=====================================

Dostlar,

Ne diyebiliriz, ne demeli?

Bari adalet hızlı işlese mi diyelim?

“Bu aileler ailece suça yatkın” mı (!?) diyelim??

“Qou vadis Türkiye??” mi diyelim? (Türkiye nereye?)

Türkiye, artık apaçıklaşan bu faşist dönemi de aşmanın yolunu bulmalı, bulacak..

Umarız sorumlularından yasal hesabını da soracak..

Sevgi ve saygı ile.
24.11.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Alevi gençlerin kabusu : Diskriminasyon (Ayrımcılık) !

Dostlar,

Cumhuriyet‘in 24 Kasım 2012 tarihli sayısının kapağı..

Ne keyif verici (!) haber değil mi?

Alevi gençlere dönük ırkçı ayrımcılık..

Alevilere dönük açık bir DİSKRİMİNASYON eylemi..

Utanç verici.

AKP’nin “ileri demokrasisi” nin onlarca-yüzlerce açık çelişkili uygulamalarından biri daha.

12 Eylül 2010 Anayasa referandumunda 26 kritik ve tuzaklı maddeye
YETMEZ AMA EVET” oyu veren düş tutkunu (hayalperest) tatlı su aydınlarına
ne demeli?

Buyurun, ayıklayın pirincin taşını..
Giderin, kabul edilemez ayrımcılık suçunu ve de toplumsal barışı dinamitleyen kurgulu (planlı) girişimleri..

Haydi, haydi..

Sevgi ve saygı ile.
24.11.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Dursun Çiçek : ‘Savunma çok kısıtlı’

Dr. Dursun ÇİÇEK
Silivri Cezaevi

‘Savunma çok kısıtlı’

  • Ergenekon davasında Balbay’ın yargılamayı eleştiren sözlerine
    başkan sık sık müdahale etti

Ergenekon davasında tanık beyanları ve delillerin değerlendirilmesi aşamasında söz alan CHP İzmir Milletvekili ve gazetemiz yazarı Mustafa Balbay, “Tanıklar kanıtlarını anlatıyor. Sınırsız suçlama, çok sınırlı savunma hakkı ile karşı karşıyayız.” diye konuştu. Balbay’ın “Türkiye Cumhuriyeti’ne ait bir mahkemede yargılandığımız hissinden uzaktayız” şeklindeki yargılamayı eleştiren sözlerine başkan Hasan Hüseyin Özese sık sık müdahale etti. Mahkeme bugüne dek 33’ü gizli tanık olmak üzere 153 tanık dinledi.

254. duruşmasında söz alan Balbay, kendisini “CHP İzmir Milletvekili” olarak tanıttı. Tanık beyanlarının davayı getirdiği aşamayı değerlendiren Balbay, “Öncelikle davanın geldiği noktada son 6-7 aydır uygulamadan sonra Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde Türkiye Cumhuriyeti’ne ait bir mahkemede yargılandığımız hissinden uzak olduğumuz hissini paylaşmak istiyorum. Sanık ve tanık beyanlarının bu davaya getirdiği nokta ‘Bilinmeyen bir yerden üzerimize ateş açılıyor, heyet kıpırdamamızı yasaklıyor’ hissidir” diye konuştu. Başkan Özese, Balbay’a müdahale ederek “Bilinmeyen bir yerden ateş açıldığı yok. Savunma amacını aşıyorsunuz.” diye uyardı.

“Bugüne kadar 10 kadar tanığın benimle ilgili söyledikleri oldu” diyen Balbay, “Her tanık davanın seyrini değiştiriyor” dedi. Balbay şöyle devam etti: “Tanıkların ifadelerine göre Gaffar Okkan 5, Eşref Bitlis10 ayrı şekilde öldürüldü. Allah aşkına bu mu adalet? Burada adalet aranmıyor. Tanıklar kanıtlarını anlatıyorlar. Tanıklar bir şey aydınlatmıyor. Kanaat hukuku söz konusu. Tanık son anda ‘Şu anda aklıma geldi, Balbay’ın yazısını da sitemize koymuştuk. Şimdi aklıma geldi, şunu da söyleyeyim’ diyor. O anda bizim bir şey söylememize izin verilmiyor. Bu şuna benziyor: 5 ay önce kaza yaptık. 5 ay sonra‘Acı var mı’ diye soruyorsunuz. Tanıklar bizleri tanımadıklarını söylüyor ancak mahkemeniz fotoğraflarla teşhis yapmaya çalışıyor.” Özese müdahale ederek“ Tanıkların beyanlarında adı geçenler soru sorabildi. Adı geçmeyenler ise sorularını yazılı olarak sorabildiler” diye konuştu. Balbay ise “Biz sınırsız suçlamaya, son derece sınırlı savunma hakkı ile karşı karşıya kaldık” şeklinde eleştirilerini sürdürdü.

Aslı Aydıntaşbaş’ın tanıklığı

Balbay, sadece bir tanığın ifadelerini değerlendirmek istediğini belirterek şöyle devam etti: “18 Eylül tarihli duruşmada sadece el kaldırıp söz istediğim için 16 duruşmadan men edildim. Duruşmalardan yasaklı olduğum dönemde 27 Eylül tarihli duruşmada Sabah Gazetesi Ankara Temsilcisi Aslı Aydıntaşbaş dinlendi. Aslı Aydıntaşbaş, Danıştay saldırısından sonra Ergenekon ile ilgili yazılar yazmış. Sabah gazetesinin 25, 26, 27, 28 Mayıs 2006 tarihli sayılarında yoğun şekilde yayın yapılmış. ‘Ergenekon diye öyle bir örgüt var ki anayasasını ele geçirdik’ diye başlıklar atılmış. Ben de 2 Haziran 2006 tarihinde Türkçenin uyaklarından da yararlananak ‘Er Er Ergenekon Gel Her Yere Kon’ diye bu haberleri eleştiren bir yazı yazmışım. Sayın Pekgüzel, tanık Aslı Aydıntaşbaş’a ‘Balbay’dan ilham mı aldınız’diye soruyor. ‘Kim kimden ilham almış’ dedim. Sayın savcı suç duyurusunda bulunmamızı istedi.”

TBMM’ye sitem

Balbay “Darbe, darbe ile temizlenmez”dediği sırada Özese yeniden araya girerek,“Burada özel hukuk yok.” dedi. Davanın giderek karmaşıklaştığını belirten Balbay, “20 Temmuz 2009’da iki bin sayfa iddianame, 56 sanık, 6 Ağustos’ta üçüncü dava ile birleştirilip 2 iddianame 104 sanık oldu. Bu iddianamenin çapı bilgisayarda 5 terabayt. Yani 120 milyon sayfa. Bir kişi bir günde 100 sayfa okusa dosyayı
3 bin 200 yılda okuyabilir. Allah ömür verirse okurum” dedi.

“TBMM’ye de sitemimi iletiyorum” diyen Balbay, “Çıkardıkları yasaların uygulanıp uygulanmadığına bakmıyorlar. İç hukuk yolları tükendiği gibi dış hukuk yolları da tükendi. Artık adil, hızlı, tutuksuz yargılanma talebimizden vazgeçtik, bu davanın hukuk zeminine çekilmesini istiyoruz” dedi.

Tutuklu sanık Prof.Dr. Yalçın Küçük de anadilinde savunma hakkına ilişkin çalışmalara dikkat çekerek “İngilizce ders de verdim. İngilizce kendimi daha rahat hissederim. Bazı konuşmalarımı İngilizce yapacağımı haber veriyoru.m” dedi.
Tutuklu sanık gazeteci Tuncay Özkan, 15 dakikalık sürede 160’a yakın tanıkla ilgili kendisini ifade etmek durumunda olduğunu belirterek İddia makamının benimle ilgili yazdığı hiçbir şey doğru değildir. Yalandır.”diye konuştu. Tutuklu sanık
Tümg. Hıfzı Çubuklu
 da “Burada kovuşturma değil soruşturma yapılıyor.
Kuru iftirayla karşı karşıyayız.” dedi.

=================================

Dostlar,

Silivri yargısı tarihe belki de “Silivri engizisyonu” diye geçecek;
Ortaçağ’dan 4-5 yy sonra!

Katlanılması giderek daha da olanaksızlaşıyor ama sürdürülebilirliği de!
Emekli edilen Albay Dr. Dursun Çiçek.. iyi ki yazdınız bunları..

Ünlü Latin atasözüdür :
Söz uçar, yazı kalır.. (Verba volent, scripta manent..)

Quo vadis Ergenekon?? 

Sevgi ve saygı ile.
24.11.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

YURDUMUZ KALBİMİZİN KIRILDIĞI YERDİR..

CEVAT ÇAPAN (Çeviren)

YURDUMUZ KALBİMİZİN KIRILDIĞI YERDİR

Unoma Azuah

Aklımın manastırında
ışık ve sessizlik paylaşıyor bir virajı,
diz çöktüm her iki konumda
yaralıyım ve kanıyorum, buduyorum vahşi taç yaprakları
topluyorken cüppem taşları, tozları.

Yaşamın gül yataklarında bir bahçıvan olarak
yaşıyorum yakarışlar içinde, yiyecek ve iş isteyerek
korkuyorum görünmeyen dikenlerden-
en yakındaki dikenler batıyor en derinlere.

Metal çarmıhlara ilişen bakışlardan ibaret yaşamım
İsa’nın yazgısı olan kan ve dikenlerden ibaret
yaşıyorum bir dikene benzemek için
ekmek ve şarap kabında
bir ışık parlaması olan kominyon ayinindeki
temiz bir bedeni parçalayan.

Çalan çanlar çağırıyor beni
uykuya, uyanmaya, ekmek pişirmeye, taneleri
tırtıklı tespihlerle dua etmeye
Çalan çanlar çağırıyor beni yeminlere, yeniden birleşmelere,
asılan umutların iplerine, düğümlerine.

Önce, bir sessizlik oluyor, sonra bir ışık seli
cübbem süpürüyor
boydan boya soğuk döşemeleri-
merhamet sunağındaki törenlere çağrılar.
Bildik bir tapınak bu’ ama kırıyor kalpleri.

Aklımın manastırında
iyice bağlandı annem çocuklarına
emdiler onun kurumuş göğsünü- şimdi okşuyorlar onları bir flüt gibi
asılı bırakıyorlar sonra kimsesiz terlikler örneği
hâlâ sürüyor kuru toprağı annem- katılaşmış pudrayla
kirpiklerini pudralıyor, ayakları siyahtır annemin,
dolambaçlı göllerin desenlerinde çatlamıştır topukları.

Mangrov ormanıdır yurdu,
sıçraya sıçraya geçer annem nehirleri,
kökleri balıkları boğan bataklıkları,
geçer kaymaya hazır sulak toprakları.

Yapraklardan bir sayvan sallanıyor onun bitkileri üzerinde,
su yılanları gıdıklıyor köklerini.
Ilık bir rüzgâr süzüyor tropikal bölgeleri
hoş geldiniz anlamında el sallıyor sayvanlar
ama, sivrisinekler çiftleşiyor annemin ayaklarında.

Aklımın manastırında
sevgilim ve ben öpüşemiyoruz rüzgârda
oyunumuza verilecek isim yok
yanan kömürler olabilir diğer ismi
yabancılar gibi gülümsüyoruz
umarak onların göz ardı etmesini paylaştığımız şeyin ağırlığını-
ağırdır o şey, öyle ağırdır ki saptırır dünyanın yörüngesini.

Yaşamın çölünde uzun bir yürüyüşten sonra
Çok sevdiğim bir yemek gibi oluyor sevgilim
Tükettik aşkı ve arzuyu yarattık
mutfağımızdan çıkmayan kokuyu.

Duyarlı bir alıcıya verilmiş haberler gibi
katlandım sevgilime
haberlerle elçiler kaynaşıp birleşiyor
ter ve korku gecelerinde
ya tropikal bölgelerin sıcaklığıdır yurdum
ya da yitirilmiş ve bulunmuş aşkın buharıdır.

Verilecek isim yok oyunumuza
tıkıştırıldı kimliği mağara çatlaklarındaki yırtılmış belgeler gibi
Sevgilim ve ben
hadım ediliyoruz yankı koridorlarında
haçların kısırlığı, sessizlik, dualar ve ölümlülük
sınır taşlarıdır verimsiz doğamızın.

Aşka koştuktan sonra
dönebiliriz toplanmış kemikler olarak
göbek kordonlarımızın dinlendiği yerlere.

Yine de yurdumuz kalbimizin kırıldığı yerdir.
En yakınımızdaki dikenler batıyor en derinlere
Sivrisinekler çiftleşiyor annemin ayaklarında.

=================================================

Dostlar,

Şair Unoma Azuah’ın 2. şiir kitabı “Home is Where the Heart Hurts” ..
Bu kitaptan nefis bir şiirin enfes bir çevirisini üstat Cevat Çapan sayesinde okuyoruz.
Her 2 güzel insana da çok teşekkür borçluyuz.. (Cumhuriyet Kitap eki, 22.11.12)

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Miyase İlknur’dan içtenlikli bir biyografi : Cumhuriyet’in İlhan Abi’si


Miyase İlknur’dan içtenlikli bir biyografi

Cumhuriyet’in İlhan Abi’si

Miyase İlknur, salt birlikte çalıştığı abisini övmek için değil, yüreği yandığı için duygularını, düşüncelerini yazıya geçirdiğini belirtiyor. Bunda ne denli içtenlikli olduğu şu açıklamasından bellidir: ‘Gelecekte Türk basın tarihi yazıldığı zaman ‘İlhan Selçuk’tan önce’
ve ‘İlhan Selçuk’tan sonra’
diye kalın çizgilerle ayrılacaktır. Bu durum, Cumhuriyet gazetesinin tarihi için de geçerlidir.’

 

Adnan BİNYAZAR

Halk ağzında ‘abi’ biçimine dönüştürülerek içtenlikli kılınmış ‘ağabey’ sözcüğü, sözlüklerde, kardeşlerin her birine göre yaşça büyük erkek kardeş diye tanımlanıyor. Ağabey sözcüğü, alanı genişletilerek, bir meslekte deneyim kazanana saygı göstergesi olarak da kullanılıyor. Bunun dışında, birine ‘abi’ denmesinin, bir kurala bağlanamayan, seslenmenin yarattığı duygusal çağrışımları da var. İlhan Selçuk’a yönelik ‘abi’ seslenişi, sözcüğün tınısından doğan çağrışımsal anlam incelikleri bağlamında da yorumlanmalıdır.

Cumhuriyet gazetesi ortamında, çaycısından en yakın çalışma arkadaşlarına herkesin İlhan Abi’siydi o. Ona abi diye seslenişte ne kardeşler arası büyüklük, ne mesleksel düzey söz konusudur. Abi seslenişi, Selçuk’tan yansıyan içtenliğin, şefkatli yaklaşımın göstergesidir. Miyase İlknur, İlhan Abi kitabını bu ruhla yazmıştır. Selçuk’un mektuplaşmalarının, yaşamının açıklanmamış evrelerinin de yer alması kitabı özgünleştirirken ona ayrı bir değer de kazandırıyor.

Bir insanı hangi özellikleri kitlenin abisi yapar, onu altmış yıllık kültür, basın,
siyasa yaşamını iç içe bir bütünlük içinde etkin kılar? İnsan bu gücü nereden alır?

Miyase İlknur, kanımca, toplum belleğinde sonsuzca yer alacağına inandığım
İlhan Selçuk gerçeğinin dünyadaki seksen yedi yılının arşivini bu soruların yanıtını vermek amacıyla açıyor. İlknur’un, çalışma arkadaşı olarak yıllarını birlikte geçirdiği İlhan Selçuk’un, iş ilişkisinde bulunanlarca iyi bir abi sayılması doğaldır. İlknur’un, ilk satırından son satırına kadar gün yüzüne çıkardığı belgelerden de anlıyoruz ki, onu asıl ‘abi’ kılan, erdemi, sonsuz sabrı, bilgelere özgü hoşgörüsüdür. Topluma bu yönleriyle açtığı aydınlanmacı ‘Pencere’sidir, ‘birkaç kuşağın kişiliğini ve fikri yapısını’ biçimlendirmesi, inandıklarından ödün vermeden, ‘entelektüel birikimini güç odaklarının hizmetine sunup sayılı varsıllar arasına katılmaktansa halkının hizmetinde olup derviş gibi bir yaşamı’ yeğleyen kişilik yapısıdır.

İlhan Selçuk, bir aydınlanmacı olarak kalmamış, özellikle yazarlığında kişiliğinin gerektirdiğini yapmış, her aşamada düşünceleriyle, eylemiyle toplumsal sorumluluğunu yerine getirmekten kaçınmamıştır. Öyle ki adı aydına çıkmış nice kişinin, bireysel sorumluluğunun sınırlarını aşamadığı için eylemsizliğin tuzağına düştüğü görülüyor. İlhan Selçuk ise bilincin, toplumsal bir dayanışmanın ürünü olduğu inancıyla, aydınlığını eylemsiz kılıp bir kenara çekilmemiş, onu kitlelerde bilince dönüştürmenin bir yolunu bulmuştur. Bundan dolayıdır ki, adlı sanlı nice kişinin kılına dokunulmazken, Türkiye’nin faşistçe yönetilmeye kalkıldığı her darbe döneminde demir kapıların, kör pencerelerin mahzenlerinde falakalara yatırılarak işkenceye uğrayan o olmuştur. İlhan Selçuk bu özellikleriyle, Türkiye’yi çağdaş uluslar katında yüceltmeyi düşünenlerin, demokrasiyi yaşam biçimine dönüştürme savaşçılarının, iradelerini her şeyin üstünde tutarak ülkeyi geriye götürmek isteyenlere karşı direnmeyi göze alanların da ‘abi’sidir.

HUKUKSAL AYMAZLIKLAR

Miyase İlknur bu kitabıyla, arşiv açmakla kalmıyor, İlhan Selçuk’un özel yaşam dünyasının kapısını da aralıyor. İlknur’un asıl başarısı ise, Selçuk’un, inancı uğruna canından olma pahasına katlandığı işkencelere ilişkin hukuksal aymazlıklara değinmesinde, düzene ayak uyduran hukuk adamlarının düştükleri hukuk dışı durumları irdelemesinde aranmalıdır.

İlhan Abi kitabı, içerdiği kapsamlı belgelerle oldukça önem taşıyor. Araştırmacı gazeteciliğin de iyi bir örneği sayılabilir. Miyase İlknur, üzerine vardığı konulara ölçü alınırsa, bir yandan da kitabında gazetecilik deneyimlerinin de hesabını veriyor. İlhan Selçuk’un neredeyse manevi kızı olacak kadar yakınında bulunmasının elbette etkisi büyük. Öyle bir yakınlık ki, gazeteden çıktıktan sonra, bir köşeye oturup uzun sohbetler yapabiliyorlar, bir şeyler içerek günün yorgunluğunu üzerlerinden atabiliyorlar. Bu buluşmalar, olagelenleri gözlemleme yönünden İlknur’a geniş olanaklar sağlayan bu yakınlığı onun iyi değerlendirdiği de yadsınamaz. Selçuk’un, ardından böyle bir çalışma yapacağını tahmin ederek fotoğraflarını, mektuplarını, her türlü ‘evrak-ı mevkutesini’ (süreli yayınlar) ona bırakması da İlknur açısından büyük şans. Kitabının nerelerden üreyip geldiğini İlknur da açıklıyor:

‘Bu kitap, İlhan Selçuk’un bize kalan belgelerinin ve biriktirdiğimiz anıların ışığı altında yazılmış biyografik bir çalışma. Onun bize bıraktığı uçsuz bucaksız düşünsel miras çerçevesinde elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalıştık. Kuşkusuz İlhan Selçuk gibi bir isim üstüne çok daha kapsamlı çalışmalar yapılacaktır. Yapılmalıdır da…

Bizim bu çalışmadan muradımız, hem gelecekteki araştırmalara doğru ve gerçek verileri bırakmak hem de onun üzerimizdeki emeğine karşılık gönül borcumuzun ilk taksitini ödemek.’

Miyase İlknur, bu çalışmasıyla, kamuya İlhan Selçuk’un ‘uçsuz bucaksız düşünsel mirası’nın arşivini açarken, aynı zamanda Selçuk üzerine kapsamlı çalışmalar yapacaklara savaşımlarla donanmış bir hayatın kapısını da aralamaktır. İlknur’un, izlenimlerle de bütünlediği bu araştırmasında, -buna Orhan Karaveli’nin bir ay kadar önce yayımlanan Kendi Heykelini Yapan Adam: İlhan Selçuk adlı kapsamlı araştırmasını da katalım-, içerik yönünden sosyal bilimcilere, hatta romancılara konu olacak sınırsız ipuçları var.

Bir toplumda İlhan Selçuk gibi kişilerin yetişmesi kolay değil. Öyle biri olmak için ne bedeller ödendiğini, kitapta genişçe yer alan yaşananlardan öykücükler, mektuplar, savunma belgeleri kanıtlıyor. Belgelerin çoğu, aydınlanma uğruna savaşan Selçuk’un ödediği bedellerin ön bahçesi ise, İlknur’un gazetecilik izlenimleri, toplumda beliren yozlaşmaların adalet mekanizmasını ne hallere soktuğunu keskin kalemiyle dile getirdiği yargıları arka bahçesidir. Yozlaşmanın kökünü kurutmak kolay değil; şu parçayı okursak, aradan kırk bir yıl geçmiş olmasına karşın, ahlak ilkeleri üzerine oturması gereken kurumsal yozlaşmanın bu gün de süregeldiği görülecektir:

‘Darbelerin kendine özgü mantığı ve hukuku olduğu gibi bir de özel kadroları vardır. (…) 12 Eylül’ün ilk günlerinde hakkında arama kararı bulunan Kürt İdris, o günlerde sık sık Sıkıyönetim Komutanlığı’na gelerek Süleyman Takkeci’nin (Sıkıyönetim Başsavcısı) çayını içip gidiyordu. Kürt İdris daha sonra yakalandığında Askeri Hâkim Osman Kaynak’a, ‘Süleyman Abi’ dediği Takkeci’nin yanına gelip çayını içtiğini söylemiş, hâkim de Kürt İdris’in bu sözlerini zapta geçirerek fermanını kendi eliyle imzalamıştı. Süleyman Takkeci, bu ifşaatın zabıtlara geçmesine öfkelenmiş ve Hâkim Osman Kaynak’ı başka bir ile tayin ettirmişti. Sadece onu mu? DİSK’in bazı işyeri temsilcileri ile sendika şube yöneticilerini delil yetersizliğinden serbest bırakan Binbaşı İsmet Aktaş da soluğu Edirne’de alıvermişti. Serbest bırakılan DİSK’liler Takkeci’nin isteği üzerine yeniden Metris’e geri döndüler.’

Bu anlayış; ‘abi’ mi dinler, gazeteci, bilim adamı, yazar, sanatçı, aydın mı dinler?..
Bu kısa paragraf bile gericiliğin, kemendini İlhan Selçuk’ların, Aziz Nesin’lerin, Sabahattin Eyuboğlu’ların, Vedat Günyol’ların, İlhami Soysal’ların boynuna attığını anlatmaya yetiyor. İleride biri çıkıp bu günleri yazdığında kâğıtla kalem herhalde
iyi günlerden söz etmeyecektir!

TARİHE NOT DÜŞMEK

Miyase İlknur, salt birlikte çalıştığı abisini övmek için değil, yüreği yandığı için duygularını, düşüncelerini yazıya geçirdiğini belirtiyor. Bunda ne denli içtenlikli olduğu şu açıklamasından bellidir: ‘Gelecekte Türk basın tarihi yazıldığı zaman ‘İlhan Selçuk’tan önce’ ve ‘İlhan Selçuk’tan sonra’ diye kalın çizgilerle ayrılacaktır. Bu durum, Cumhuriyet gazetesinin tarihi için de geçerlidir. Kimilerine bu sav çok abartılı gelebilir. Bir savı kabul etmek ya da reddetmek, tarihi kimin yazdığı ile ilintilidir. Bizimkisi kendi çapımızda tarihe not düşmek… Başkaları da kendi notlarını düşecektir. Düşüyor da… Hangi notun kayda değer olduğunu elbette zaman gösterecek.’

Bütün aydınlanmacılarınki gibi, İlhan Selçuk’un verdiği savaşlar da sıradan değildir.
O nedenle aydınlanma tarihinde aldığı yer yönünden ayrı bir önem taşıyor. İlhan Selçuk söz konusu olduğunda gözümün önüne bu yolda can verenler geliyor. Engizisyon Bruno’nun, dinin ahlaka dönüşmüş ilkelerini aşamayan kral, Thomas More’un canını aldı, ama onların düşüncelerini beyinlerden silemedi. 1971 cuntası,
ağır işkencelerden geçirdi, falakalara yatırdı, düşüncesinin yönünü değiştirtemedi, yargıçların yüzüne karşı dedi diyeceğini:

  • ‘Biz inandığımız fikirlerin yolunda yürürüz. Yazarlığımız da iktidar çevrelerine dalkavukluk değil, gayrı milli sömürücü çevrelere karşı mücadele etmek
    şiarı üzerinedir. Bunun içindir ki, Mahkemenizin karşısında açık alın ve
    rahat vicdanla bulunuyoruz. Mahkemede yaşadığımız hukuk dışı olaylar
    bu kararlılığımızı etkileyemez.’

İlhan Selçuk, bunu söyleyebilme gücünü gösteren bir aydınlanmacı olduğu için düşüncelerini cesaretle savunan herkesin ‘abi’sidir!

İlhan Abi/ Miyase İlknur/ Cumhuriyet Kitapları / 676 s.

=========================================================

Dostlar,

Usta yazar Adnan Binyazar, Miyase İlknur’un “İLHAN ABİ” adlı nefis kitabını irdeledi. O’nunla birlikte çalışmışlığı olan Binyazar’ın yorumlarını daha da anlamlı kılıyor.

Miyase İlknur’u bir kez daha kutluyoruz..
Bu kitabı alıp özenle okumalı, okutmalı.

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net