Günlük arşivler: 3 Kasım 2012

KÜRTLERİN TÜRKLÜĞÜ


Dostlar,

ADD Bilim Kurulu Başkanı Sayın Prof. Dr. D. Ali Ercan‘dan bize ulaşan
önemli bir e-ileti ve ekini sizlerle paylaşmak istiyoruz.

Konu başlığı : KÜRTLERİN TÜRKLÜĞÜ

Tarihçi Prof. Kırzıoğlu‘nun kitabından bir bölüm..

Dikkatle okunmalı..

Sevgi ve saygı ile.
3.11.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
============================================== 

Değerli arkadaşlar,

Babamın kirvesinin oğlu  Tarihçi Prof. Kırzıoğlu‘nun kitabından bir bölüm aşağıdadır.. Prof. Kırzıoğlu, Asya’dan gelen ve Perslerin etkisiyle dillerini yitiren Kürtlerin kökenine yönelik ilginç bir araştırmaya girişmiş…

İlgilenen arkadaşların dikkatine. æ

Prof. Dr. Ali Ercan
3.11.12, Ankara
***

KÜRTLERİN TÜRKLÜĞÜ

Prof. Dr. Fahrettin Kırzıoğlu
(1995, İstanbul)

Muhterem misafirler, aziz Arkadaşlar, sevgili Öğrenciler!
Burada sizlere, 2700 yıllık Türk tarihinin, yazık ki az bilinen bir yönünü açıklayacağım. Doğuda 100. boylam da denilen Tul dairesinden, yani Moğolistan kuzeyindeki Baykal Gölü batısından; batıda Viyana doğrusuna kadarki 17. Tul dairesi arasında ve kuzeyde, 55. paralel de denilen arz dairesinden, güneyde Afganistan ve Basra Körfezinin bulunduğu 30. arz dairesi aralarındaki beş ayrı bölgede, tarih boyunca görülen Kürt adlı Türk uruklarını, tarih ve dil bakımından tanıtmaya çalışacağım. Bendeniz bu konuyu , Mayıs1946″da İstanbul”da “Tasvir” gazetesinde üç makale halinde yazdığım “Kürmanç Kürtlerinin Aslı” adlı yazımdan beri 22 yıldır makale, konferans, risale ve kitaplarım ile işlemekteyim. Ankara”da toplanan “VI. Türk Tarih Kongresi Bildiriler” kitabında çıkmış ve ayrı basımı da yapılmıştır.

Hepsi bugünkü gibi, serbest münakaşalı olmak üzere, 1951″den beri Kürtler üzerine
9 defa konferans verdim. Bunların tarihini ve yerlerini saymamda, fayda vardır:

Diyarbakır Lisesi”nde Tarih Öğretmeni iken 1951 Mayısında, önce Öğretmen Okulu Salonu”nda, sonra da Diyarbakır Öğretmenler Lokalinde, “Kürtlerin Menşei” adlı konferansımı verdim. Ergani”deki Dicle Köy Enstitüsü Müdürü (şimdi Kayseri Senatörü) Sayın Hüsnü Dikeçligil”in daveti üzerine, 1952 Mayısında Dicle Köy Enstitüsünde;
Türk Milliyetçiler Derneği İstanbul Şubesi adına, 1952 Temmuzunda İstanbul-Eminönü Halk evinde; 1960 ara tatilindeki bir folklor seyahatim sırasında, Muş Valisi Erzurumlu Sayın Mehmet Belek’in isteği üzerine, Şubat’ta Muş’ta Sümer Sineması Salonunda; Erzurum Lisesinden Hocam, Türk Ocakları başkanı Sayın Prof. Necati Akder”in isteğiyle, 1960 Ağustosunda Kars ve Erzurum Halk Eğitim Merkezi Salonlarında ve 1962 Kasımında, yine Ankara Türk Ocağında, aynı adla bu konferanslarımı tekrarlamıştım.

Şimdi de Atatürk Üniversitesinde “Tarih Öğretim Görevlisi” bulunuşumun ikinci ayında, Erzurum’da ilk konferansım olarak, Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi Talebe Derneği”nin isteği üzerine, “Tarih ve Dil Bakımlarından Kürtler” adıyla bu konuyu, yüksek huzurlarınızda anlatmak, benim için büyük bir mutluluk olacaktır. Bugün bu arada, milli ve ilmi bir konu olan, yeryüzünde Türklerin yayıldığı beş ayrı bölgede, tarih boyunca tanınan Kürt adlı Türk urukları”nı, birkaç saatinizi alacak olan bir uzunca konferansla anlatmaya çalışacağım. Bendenize bu mutlu fırsatı hazırlayan, Atatürk Üniversitesi Ziraat Fakültesi Talebe Derneği”ne ve bendenizi dinlemek lütfunda bulunarak burayı teşriflerinizden dolayı, siz sayın dinleyicilere çok teşekkür ederim.

Asıl konumuza girmeden, tarih boyunca Asya, Avrupa ve Afrika”ya hakim olarak yayılan Türklerin, umumi ve ülke-bölge tarihindeki birçok meseleler gibi, Kürt adıyla tanınan kalabalık ve güçlü bir uruk yani kavminin neden şimdiye kadar incelenerek, derli toplu bir kitapla tanıtılamadığını, haklı olarak düşünenler olacaktır. Bu haklı düşünce sahiplerine, kısaca şöyle cevap verebiliriz: Rahmetli Ziya Gökalp, 1.  Cihan Savaşı içinde 1916’da ders yılı başında, şimdiki  İstanbul Üniversitesi demek olan, Darülfülün’u ıslah ederken, burada ilk defa bir “Tarih Kürsüsü” nü kurmuştu. Bu tarihten önce, koca Türk-Osmanlı İmparatorluğunda, Liselerin üstünde ancak Harbiye”lerde harp tarihleri ve Mülkiye Mektebinde de, çoğu tercüme olan siyasi ve idari tarih okutulurdu. Fakat, 1916-1933 arasında İstanbul  Darülfülünu Edebiyat Fakültesi “Tarih Kürsüsü” nde “Müderris” (Profesör) unvanı ile  ders okutan rahmetli Necib Asım, Ahmet Refik, Şemseddin Günaltay, Fuad Köprülü gibi zatların hiçbiri, “Tarih Enstitüsü” nde okumamış ve doktora yapmamış kimseler olup, lisan bilen ve kendi kendini yetiştirmiş Harbiye, Hukuk veya Mülkiye mezunu idiler. Bu yüzden, eski Türkleri tanıtan kaynakların yazdığı Çince, Hintçe, Eski İran”ca, Asurca, Yunanca ve Latince gibi dilleri bilmiyorlardı. Mezopotamya, Mısır ve Hitit yazılarını okuyan, tek bir Türk yoktu. Tarih ilmi “usul” ü bakımından da kendileri donanmış olmadığından, 1916-1933 arasındaki İstanbul Edebiyat Fakültesi “Tarih Mezuniyet Tezleri” de, çok zayıf olup, “Tez” vasfını taşıyanların sayısı, bir elin parmağını geçmezdi.

Ancak, rahmetli Atatürk”ün emriyle 1933″te “Darülfünun” adı da kaldırılarak ıslahat yapılıp “Üniversite” adı verilerek, yabancı uzman ve Profesörler İstanbul”a getirildikten sonra, Türk Tarih ilmi de gelişmeye başladı. Yine rahmetli Atatürk”ün isteği ile, başkent Ankara”da, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi“nin 1936’da açılması ve gelişmesiyle, demin arz edilen Umumi Türk Tarihi kaynaklarının yazdığı dilleri, doğrudan doğruya okuyup değerlendirebilen Türk gençleri yetişmeye başladı; ve Ankara”da Macar dili ile tarihini öğreten Hungaroloji Enstitüsü”nün gayretli Macar Profesörleri , Türk Tarih araştırmalarına geniş ufuklar açtılar ve çok değerli gençlerimizi yetiştirdiler 1938″de yeniden İstanbul Üniversitesi’ne dönen Sayın Hocam Prof. A. Zeki Velidi Togan da, burada “Umumi Türk Tarihi Kürsü Profesörü” olarak, bugüne kadar çalışmakta ve değerli, müdekkik gençler yetiştirmektedir.

Artık İstanbul’da Edebiyat fakültesi ve Ankara”da Dil ve Tarih-Coğrafya  Fakültesi gittikçe gelişerek, milletler arası ilim kongrelerinde, “Umumi Türk Tarihi” nin ana meselelerini kavramış olarak, yetki ile konuşan ve hatırı sayılan Türk uzmanlarını yetiştirmektedir. Bu yüzden, milli ve umumi tarihimizin birçok meseleleri de çözülüp, aydınlığa kavuşmaktadır. Fakat, hiçbir milletin eski tarihi, Türklerinki gibi çok geniş ve dünyayı saran bir ululuk göstermemektedir ; yani, doğuda Japon Denizi”nden, batıda Atlas Okyanusu”na ve Kuzey Sibir ile Kazan bölgelerinden güney Hinde, Yemen”e, Habeşistan”a kadar, asırlarca hakim olup, medeniyetler geliştirerek, “Üç-Kıta” ya yayılan Türk ırkının, Yakınçağa kadar gerçekten “dünyanın efendisi” sayılan ve en büyük teşkilatçısı olan şanlı atalarımızın tarihini, bütün ayrıntıları ile 30-35 yılda aydınlığa kavuşturmak, kolay değildir.

İşte, kısaca arz ettiğim bu gibi sebepler yüzünden, yani Türkiye”de tarih araştırma ve öğretimin üniversitede çok geç başlamasından dolayı, daha Umumi Türk Tarihi içindeki birçok meselelerin bile çözülüp su yüzüne çıkmayışı gibi, Kürt diye anılan Asya ve Avrupadaki Türk urukları da, tüm olarak bir arada araştırılmaya, yeni başlanmıştır. Edebiyat Fakültesi “Tarih Dalı” mezunu olarak bu işe, ilk defa bendeniz başladığımdan, mutluyumdur. 1944″‘e ikinci askerlikten terhisim üzerine İstanbul’a dönüp, “Kars Tarihi” adlı kitabımı hazırlarken, “Dede Korkut Oğuz Nameleri” ile, 1597’de Bitlis’te Farsça olarak yazılan “Kürtler Tarihi” üzerine iki eser olan “Şeref Name” de, bir “Kürt-Oğuz Namesi” nin bulunmasından ilham alarak, 1945 Ocak ayında Kürtlerin menşei meselesini çözdüm. Ertesi 1946 yılı Mayıs-Haziran ayında “Tasvir” adlı uzun uzun üç makale neşrettim. Ondan sonra da, konuşmamın başında arz ettiğim gibi :

1) 100. doğu boylamında Moğalistan kuzey batısındaki Sayan Dağları ve Yenisey Irmağı Başlarında,
2) Batı Türkistan’da (Horasan ile Afganistan),
3) Dağıstan ile Romanya-Macaristan Çekoslovakya gibi Tuna boylarında,
4) Kuzey Azerbaycan’da Kür-Aras Irmakları boylarında,
5) Dicle boylarından yayılmış olarak, Türkiye, İran, Irak ve Kuzey Suriye’dekiler olmak üzere.

Asya ve Avrupa”daki başlıca beş ayrı coğrafya bölgesinde yaşamış ve hatıralar bırakmış olan “Kürt” adlı, güçlü ve kalabalık Türk uruklarını tespit ettim. Bunların
tarih boyunca varlıklarını ve dillerini öğrenip tanıtma merakı da, bendenizi sarmış oldu.

1946’dan beri yaptığım yayınlar, gerçek kaynaklar ve sağlam delillere dayandığından, arz ettiğim ilk dört bölgedeki Kürtler gibi, bir Türk ve Oğuz uruğu olan ve umumiyetle “Kürmanç” denilen Dicle Kürtleri”nin de gerçek mahiyeti ve kökleri, artık aydınlığa kavuşmuştur. Kurucularından olduğum “Diyarbakır”ı Tanıtma Derneği” nin 1963″te Ankara”da 32 sahife halinde bastırdığı “Kürtlerin Kökü I. Bölüm” ve 1964’te bendenizin Ankara’da neşrettiğim iki haritalı,

Her Bakımdan Türk Olan Kürtler I” adlı 130 sahifelik kitabım ile,

“VI. Türk Tarih Kongresi” ndeki tebliğim, artık “Tarih” bakımından Kürtlerin kökünü, ilmi olarak ortaya koymuştur.

Burada sizlere, Kürtleri, tarih yönünden başka,, son derece ilgi çekici olan, dil bakımından da tanıtmaya çalışarak, Kürtlerin Türklüklerini ispat edeceğim. Vaktimiz kalırsa ve sabrınızı tüketmezsem, biraz da, antropoloji, etnografya/etnoloji ve folklor bakımlarından da, Kürmanç ve Zaza uruklarına ayrılan Dicle Kürtlerinin, asla İranlı/Aryani olmayıp, Türklüklerini belirteceğim.

Asıl konuya başlarken,şunu da arz edeyim ki, yurdumuzun doğusundaki aziz Atatürk”ün adını taşıyan bu en büyük ilim ocağı Üniversitemizde “Edebiyat Fakültesi” yakında gelişip, “Enstitü” leri ikmal edildikçe, buradan yetişecek Türk gençleri, bölgemiz tarihi ile birlikte ““yabancı yayın ve ajanlarının propaganda ve yemleme telkinlerinden kendilerini sıyırarak- ilmin ışığı ve aklın ölçüleriyle, yalnız Kürtleri değil , yurdumuzdaki yerleşik veya göçebe : Türkmenler, Yörükler, Tahtacılar, Manavlar, Mavalılar, Terekemeler, Karapapaklar ve başkaca adlarla anılan halkımızı da inceleyip, mazilerini aydınlatacaklardır. Bu uğurda, milletler arası ilim değeri taşıyacak eserleri ortaya getireceklerdir. Bu gerçeği unutmayalım ki, 1945″te “Kars, Ardahan, Artvin” başta olmak üzere, doğu Karadeniz illerimizi, Gürcistan “tarih hakları” adına; ve bütün Doğu Anadolu”yu da, Amerika”da toplattıran “Dünya Ermeniler Kongresi” ve “Revan Komünist Partisi Kararları” adına, Ermenistan için Türkiye”den, bu kutlu ve mutlu Son-Ana yurdumuzdan koparmak isteyen emperyalist ve korkunç derecede Türk düşmanı Moskoflar, “Tiflis-Gürcü Üniversitesi” ile “Revan-Ermeni Üniversitesi” gibi ocaklarda, Kars”tan çıkan Kür ve Erzurum’dan doğan Aras Irmakları boylarında, “ilmi siyasete alet ederek” , geceli-gündüzlü çalışmaktadırlar! On yıl önce Erzurum’da açılan “Atatürk Üniversitesi”, bu kutlu irfan ocağımız, her şeyden önce, “Doğuda Türklüğün bir manevi kalesi” olarak kurulmuştur.

Unutmayalım ki, eskiden Çinliler ile Bizanslıların güttüğü “parçala, hükm-et” düsturunu, 1552 yılından beri genişleyip yayılmakta olan Moskoflar, maharetle tatbik etmektedirler. Bu sayede Ruslar : Kazan Hanlığını,Astakan Ülkesini, Sibiri ve İstiklal Vadi ile Kırım Yurdunu, Kabartay-İlini, Gürcistan”ı, Dağıstan ile Kuzey Azerbaycan”ı, Batı Türkistan”ı, sıra ile istila etmiş; para ve türlü yollarla, Türk”ü ve Müslüman”ı biri birine düşürerek kırdırmış ve I.Petro”dan beri de, Osmanlı-Türk İmparatorluğunun, amansız düşmanı olarak, çöküşünü hızlandırmıştır. Bu yüzden pis Moskof ayakları, 1829 ile 1878″de ve 1916″da üç defa, kahraman Erzurum”u da çiğneyip kirletmiş; ve yüz binlerce Anadolu-Türkünün ocağını söndürmüş, yuvasını yıkmıştır. Şimdi de, Moskova”daki kurmaylar ve korkunç istila plancıları, Boğazlar ile Akdeniz”e çıkmak, Dicle petrollerine de konmak için, Türkiye”yi yıkacak usullere başvurmakta: Ansiklopedileri, Üniversite yayınları, aşırı solcu akımları ve yüz milyonlarca lira sarfiye yurdumuzu, yurttaşımızı parçalamaya çalışmakta; bu arada “kanı bizden,dini bizden donu (giyimi) bizden” diye söylenen halk deyimimizdeki gibi, her şeyi ile bir ve bizden olan milletimizi : Türk-Kürt ayrımı, Sünni-Alevi düşmanlığı, Sağcı-Solcu çatışması ve daha türlü türlü çökertici mikrop aşıları ile bölmeye, milli birlik ve bütünlüğümüzü bozmaya çalışmaktadır.

Tanrıdan korkan, insanlık ve ilim hassasiyeti olan, gerçekten milletini ve yurdunu seven Aydınlar, bu gibi düşman tesirlerinden kendilerini kurtarıp; gerçeği ve doğruyu seçebiliyor. Burada, engin Türk varlığının güçlü ve yaygın uruklarından birisini, yani kanımızdan ve canımızdan  olan Kürtlerin: tarih, dil, antropoloji, etnoloji/etnografya ve folklor bakımlarından gerçek köklerini, mahiyetlerini, bir konferansta sizlere arz ederken, gerekli gördüğüm bu Girişi uzattığım için, bağışlamanızı dilerim.*

KÜRT ADININ MANASI 

Asıl konumuza girerken, hiçbir İran veya Aryanı toplulukta görülmeyip, yalnız Türk ve Oğuzlar kolundan gelen urukların adı olan “Kürt” deyiminin, anlamından işe başlayalım. Başta Macar dilcileri olmak üzere, Türkologlar, doğru olarak “Kürt” adının, Türkçe “yatkın kar, sertleşmiş kar, yazın dağ başlarında bulunan ve geç eriyen kar” anlamına geldiğini belirtmişlerdir. Türkistan, Kırım ve Kafkas  İllerinde bugünde, “kar” anlamına kullanılan “Kürt” sözü, Azerbaycan  ile Anadolu”da, kışın insanı, hayvanı ve kızağı batırmaz derecede, tahta gibi sert kar yığını demek olan “kurtuk” (Ahıska, Artvin, Çorum, Kırşehir), “kürtük” (Kars, Erzurum, Erzincan, Sivas, Amasya, Malatya, Diyarbakır, Bitlis, Hakkari) ve “kürtün” (Kastamonu, Bolu, Edirne, Konya, Isparta*) deyimlerinde yaşamaktadır ki; bu sonuncular, dağların kuzey ve kuytu yerlerinde
yaz ortalarına kadar kalan kar anlamına gelmektedir.

Tipi veya boranın çukur yerlere doldurduğu ve sertleşerek uzun zaman kalan “kar yığını” anlamına da gelen “kurtuk-kürtük” ile, Orta Asya (Doğu) ve Kuzey  Türk dillerindeki “kar” demek olan “Kürt” sözü, yatkın ve sertleşmiş karın üzerinde yürünürken çıkan, “Kürt-Kürt” gibi sesten kalmadır.

Bundan 900 yıl önceleri yazılmış olan Kaş garlı” nın “Divanü Lügat”i Türk” adlı büyük sözlüğünde, Kürt” deyimi iki anlamda geçmektedir. :1-“At arpanı (arpayı) Kürt Kürt yedi” cümlesi misal veriliyor ve insanın “hıyar” (salatalık) gibi sert nesneleri yerken çıkarılan sese de “Kürt-Kürt” (şimdiki İstanbul ağzımızla “kütür-kütür”) deniyor ;

2- “Yay, kamçı ve değnek gibi (sert, dayanıklı) nesneler yapılan kayın ağacına da , “Kürt” dendiği belirtiliyor. Azerbaycan, Dağıstan ve Doğu Anadolu”da Çoban Hesabı (Takvimi) içinde “gücük” (Şubat) ayı sonundaki “üçüncü cemre” de “Kürdoğlu” veya “Kürdoğlu Kayada Kaldığı Gece” denilen sayılı bir gün vardır. İnanışa göre, bu sırada “Kürdoğlu, yarı geceye kadar soğuktan titreyip, diş dişe vururken, yarı geceden sonra, çağ (mevsim) dönüp, yer nefes aldığından, kışın dondurucu soğuğu sona erer; yazın
(İlk baharın) ilk saatlerinde başlar.” Bu yüzden Çıldır Gölü gibi, kışın kızaklar ve hayvan sürüleri geçen üzeri buzlanmış sulardan, artık hiç geçilmez. Bu “Çoban Hesabı” ndaki “Kürdoğlu” deyimi, halk inanışına göre,  “Kar Adamı”nın oğlu, Kar Oğlu” dur ve artık ondan sonra, “İnsanoğlu” nun bulunduğu bölgelerden uzaklaşıp, gözden yitermiş!

Biraz sonra göreceğimiz gibi, Kürklerin “Kürt” adlı uruğu, yazın tepesinde ve kuzeyde kar bulunan yüksek yaylaklarda yaşadıklarından, böyle anılmışlardır. Biz, bu adın eş anlamını, “Karluk” diye tanınan  Oğuzlarda da görmekteyiz. XIII. yüzyıldan kalma Uygurca yazılı “Oğuz Kağan Destanı” nda, Orta Asya’daki yüce Tanrı Dağlar bölgesinde yaşayan “Karluk” (kar-lık) Türkleri”ne bu adın, “kar içinde” yaşadıkları için Oğuz Kağan tarafından verildiği belirtilmektedir. Türkistan”ın güney kesiminde Afganistan’a değin yayılan Karluklar, 751 Talas Savaşı sırasında İslam Arapların tarafını tutarak, Çinlilerin  yenilmesini sağlamışlardı. Bu Karluk Türkleri”nin güneyde devlet kuran bir koluna verilen “Abdal” adının, kuzey-Hint  dilince, “karlık” (karlı yerde yaşayan) anlamına geldiği tespit edilmiştir. Çin kaynaklarında bunlara “Ye-ta/ Hu-ta”, 568’deki Bizans kroniklerinde “Heptalit” (=Haptal’lar) ve İslam Arap eserlerinde “Ha batıla” (Habtallar) denilmekte idi. Hintçe kaynaklar bunların, “Huna” (Hun Türkleri) soyundan geldiğini belirtir. 563-567 yılları arasındaki savaşlar ile Göktürkler ve müttefiki Sasanlı İranlılar, Tanrı Dağların doğu ve batısına yayılarak geniş bir imparatorluk halinde yaşayan bu Heptalit/haptallar/Abdallar Devletini yıkarak, aralarında paylaşmışlardı.

İşte bu Karluk/Abdal Türkleri kolundan bugün Türkiye”de Bingöl”den Silifke”ye ve Adapazarı”na kadar yer yer yayılmış olarak “Abdallar” veya “Abdalan” (=Abdallar) adıyla Kürtler, Zazalar, Türkmenler ve Yörükler topluluğu içinde, çoğu göçebe ve çalgıcı, oyuncu olarak tanınan oymaklar vardır. Köy adlarında da hatıraları yaşayan ve ana dilleri kür maçça, zazaca veya Türkçe olan Anadolu”daki bu Abdalan/Abdalların adının, “Karluk” (=karlı  dağ bölgesinde yaşayan) anlamından geldiği ve hepsinin Afganistan ile doğusundaki eski Haptallar’dan oldukları anlaşılmıştır.

Kısacası, hiçbir İran veya Hint-Avrupalı/Aryani topluluğunda bulunmayan “Kürt” veya buna benzer bir etnik topluluk, yalnız Moğolistan kuzey batısındaki Sayan Dağları”ndan Viyana”ya ve Sibir”den Basra Körfezine kadarki yerlerde yaşayan Türkler arasında, güçlü ve kalabalık bir uruk (kavim) olarak görülmektedir. Bunların adı da, tarihçi ve Türkologların belirttiği üzere, Türkçe’de “Kürt, Kürtlük, kürtün” deyimlerindeki gibi “sertleşmiş veya yaza da kalan kar yığını” anlamına gelmektedir. Azerbaycan ile Türkiye’de köylülerin : “Kürdün bir yanı dağ olmazsa yaşayamaz” biçimindeki atasözü ve Kars, Erzurum Halay türkülerinden birinde :

“Allah Kürdü yaratmış, Dağlar khali (boş) kalmaya” mısraları da koyuncu ve çoban Kürtlerin, karlı yaylaklar bölgesini severek, böyle yerlerde yaşamalarının hatırasından kalmadır. Oğuzların  bir kolu Tanrı Dağları bölgesi ve çevresinde “karluk” ve kuzey Hintlilerce “Abdal/Haptal” diye tanındığı gibi, Asya”nın kuzey ve batısında da, aynı anlamda “Kürt” (Karduk/Kortuk/Kortik ve Batı Sibir’de Kürdak varyantları ile) diye anılan Türk/Oğuz kolu tarih boyunca tanınmıştır.

I. BÖLÜM : Tarih Bakımından Kürtlerin Türklüğü 

Bizim araştırmalarımıza göre, M.Ö. VIII. Yüzyılda Orta Asya”nın doğusuna hakim Hunlar (Hiyung-nu) kolundan gelip, Tanrı Dağlar bölgesine yerleşerek burada “karluk” ve “Abdal/Haptal (Heptalit)” adıyla tanınan  Oğuzlara karşılık ; Saka (İskit) birliği içindeki Oğuzların karlı dağ/yaylak bölgelerinde  yaşayanlarına, “Kürt” ve bunun benzeri adlar verilmiştir. Yani, “Karluk/Abdal” urukları, Hunlar kolundan olup ; “Kürtler” ise , sakalar (İskitler) topluluğundaki yüce dağlar bölgesinde yaşayan Oğuzlardandır. Biz, tarih boyunca Sakaların ülkesinde başlıca beş ülke ve bölgede “Kürt” adıyla tanınan göçebe toplulukları görmekteyiz. Bunları, doğudan batıya ve kuzeyden güneye yayılış yönlerine göre, sırasıyla gözden geçirelim.

Yenisey Kürtleri :

Türklerin Sibir ve Avrupalıların Sibirya/Siberya dedikleri, Asya”nın bütün kuzeyini kaplayan geniş ülkelerin ortasından geçen ulu ırmağın adı, Türkçe Yenisey”dir.
Bu Yenisey Irmağı başlarında, Göktürklerin “Kögmen” dediği Sayan Dağları (En yükseği 3490 m.) arasında, küçük dağ gölleriyle donanmış çok güzel ve bol otlaklı yeşil yaylaklar vardır. Moğolistan”ın kuzeybatısı ile Baykal Gölü”nün batısında bulunan Yenisey başlarındaki bu toprakların doğu kesiminde, bugün Sovyet Rusya”ya tabi Tannu-Tuva adlı bir “Muhtar Türk Cumhuriyeti” vardır. Yüzölçümü 200 bin Km. tutan bu ülkede, ikinci Göktürk Kağanlığı”ndan  (681 yılından) önce yaşayıp, “Altı Oğuzlar”a” komşu bulunan
ve sürüler ile yılkılar besleyip geçinen “Kürt” adlı göçebeye bir Türk uruğu vardır.
Bu Yenisey Kürtleri, 650 yıllarından öce, daha doğrusu, Doğu Göktürkleri”nin 630-681 yılları arasında Çin İmparatorluğuna tabi bulunduğu sırada, güçlü bir “el-kan”lık (il-han)” kurmuştu. Sayan Atay Dağları çevresinde ve Yenisey başlarında yaşayan Türkler, Orkun Irmağı bölgesindeki Doğu Göktürkleri”nden kalma anıtlardaki yazıdan daha eski olup, “Yenisey Yazısı” denilen 39 harfli en eski Türk alfabesini kullanıyorlardı.

Göktürk veya Orkun yazısının eski biçimi sayılan yenisey Yazısı ile yazılı 32 mezar taşı  bulunarak okunmuştur; bunların hepsi Türkçedir. “Yenisey Yazıtları (Kitabeleri)” denilen bu anıt mezar taşlarının en uzun yazılanı, 12 satırlı olup, 650 yıllarından önce ölen “Kürt Elkan” lığı  hükümdarı “Alp Urangu” ya aittir ve ölünün ağzından Türkçe bir ağıt gibi yazılmıştır. Yenisey Irmağı”nın baş kollarından Elegeş Suyu boyunda bulunduğundan, “Elegeş Yazıtı” da denilen bu anıt, çok büyük bir bitevi taş yontularak üzerine yazılmış olup; yere gömülü bulunan bu taşın topraktan yukarısı, 320 santim boyunda ve en geniş yeri 60 santim enindedir. Bu koca taşı, Yenisey Kürtleri uruğu, kendi padişahları için mezar anıtı olarak dikmiştir. “Elegeş Yazıtı” nın 8. satırında, bizi ilgilendiren şu sözler yazılıdır:

“(Men) Kürt El-Kan  Alp-Urangu, altunlug keşigim bantım belde; El”im, tokuz-kırk yaşım.” 14. yüzyıllık bu Türkçe cümleleri, bugünkü dilimize şöylece aktarabiliriz : “(Ben) Kürt İl-hani (Padişahı) Alp-Urungu”yum, altından yapılmış okluğumu bağladım belime ; El”im (Devletim ve Milletim) ben 39 yaşımda öldüm.” 

100. Doğu boylamı bölgesinde Yenisey Kürtleri”nden ve 1300 yıldan önce kalan “Elkan Alp-Urangu” nun  yazılı mezar taşında, zengin hayvan sürülerinden de bahsediliyor ve buradaki “Kürt” adı güçlü uruğun, Türk soyundan olup, Türkçe konuşup yazdığını gösteriyor. Asya”nın bu kadar doğu ve kuzey kesimine, eskiden hiçbir İranlı ve Aryani kavim gelmemiştir. Yenisey başları, Türklerin Anayurdunun doğu kuzey kesimidir. Böyle iken, henüz mektep kitaplarımızda, bu Yenisey Kürtleri”nden hiç bahsedilmediği gibi, eski bir Rus diplomatı olan ve Çarlığın  son yıllarında başkent Petersburg/Petrograd (şimdi:Leningrad)  daki ”  Kürtler Masası Şefi” sıfatı ile, Rusların 1914-1917 arasında, Kars”tan İskenderun”a ve Tebriz”den Basra Körfezi”ne  ilerleyen ordularına, yol üzerindeki “Kürtler” den nasıl istifade edilebileceğini, gizli ve numaralanmış olarak basılan bir kitabında anlatan V. Minorsky”nin 1927″de İslam Ansiklopedisi”nin Avrupa dillerindeki nüshalarında yazdığı “Kürtler” maddesinde de, asla bu hususa dokunulmamıştır. Ne yazık ki, bu korkunç Türk düşmanı ve Rusların Kürtleri bizden ayırıcı faaliyetlerinin akıl hocası olan Prof.V. Minorsky”nin “Kürtler” makalesi, 1955″te çıkan Türkçe “İslam Ansiklopedisi” nde, olduğu gibi tercüme edilerek, basılmıştır!…Umarız ki, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Profesörleri, “Türk Ansiklopedisi” nin zeyil Cildinde, “Kürtler” üzerine doğru ve ilmi bilgileri vererek, bu açık ve korkunç hatayı düzeltsinler.

Beş Kürtlük bölgesinden en doğudaki olan bu Yenisey Kürtleri, sonradan doğudan gelen yeni göçlerin baskısı ile, batıya göçmüşler ve İrtiş Irmağı ile Tobol Suyu boylarına yerleşmişlerdir. Bu yeni yurtlarındayken, batıdan don Kazakları Hatamanı Yermak”ın 1581-1582’de İrtiş boylarını top ve tüfekli birlikleriyle, Ruslar hesabına  istilası ve Ortodoksluğu zorla yaymak istemesi üzerine, Türk Mollaları bunları XVI. yüzyıl sonlarında, İslam dinine kazandırmış ve Kam (Şaman) dinini bıraktırmışlardır. Son 400 yıldan beri bu eski Yenisey Kürtlerinin Batı Sibir’de torunlarına, “Kürdak” denildiği biliniyor. Çarlık çağında Ruslar bunlara resmen, “Tara-Tatarları” “Tobol Tatarları” ve yurtlarına da, “Kurdak- Heskaya Vosolt” derlerdi. Dilleri Türkçe”dir.*

Yenisey Kürtleri”nin, M.Ö. VII. yüzyılda doğuda Tanrı Dağlar ile Çin sınırına dayanan ve batıda Karpat Dağları ile Tuna Boylarına uzanan,güneyde Filistin ve Mısır kapılarına varan koca Saka/İskit İmparatorluğu”nun,kuzeydoğu ucundaki Türkleri teşkil ettikleri, anlaşılıyor.

Batı Türkistan veya Horasan-Afgan  Kürtleri :

Ortaçağ başlarında, İran”ı kuzeydoğu kesimi ile bugünkü Türkmenistan ve Afganistan bölgelerine “Doğu Ülkesi” anlamında Farsça “Khorasan” ve (Topkapı Sarayı-Oğuz Namesi”ndeki gibi) Türkçe “Gün doğusu-Genkyer” denirdi. Horasan”ın Doğu İran ile Bakı Afgan kesimlerine, burada yerleşen Saka Türkleri”ne göre İlk ve Ortaçağlarda “Secistan/Seistan” denilmiştir. İran destanlarında eşsiz bir pehlivan,yiğit olarak anılan Zal”oğlu Rüstem”de, işte bu Secistanlı Sakalar soyundandır. İstanbul Üniversitesinde “Umumi Türk Tarihi Kürsü Profesörü” olup, bu uğurda dünyaca tanınmış bir otorite sayılan Sayın Hocam Ahmet Zeki Velidi TOGAN, yazılı kaynaklardaki Horasan Sakaları dilinden kalma yer ve kişi adlarındaki Türkçe sözleri ayıklayıp ortaya çıkarmıştır.

4-5.Yüzyıllarda Sasanlılar, Horasandaki Merv ile Bavurd şehirleri çevresinde, (24 Oğuzlardan iki boyu teşkil eden) “Khalaç” adlı Türklerin göçebe olarak yaşadığını bildirirler. 591 yılında  Batı Göktürklerinin yardımı ile İran Devletine hakim olup, Bağdat yanındaki başkent  Ktezifon”da tahtı ele geçiren Horasan Sakaları”nın Arşaklılar kolundan Behram Çopin kardeşine,mensup bulunduğu uruna göre, “Kürdi” ve kız kardeşine “Kürdiyye” denildiğini, 915″te eserini bitiren ünlü İslam tarihçisi Taberi, İran kaynaklarından alarak bildirmektedir. İranlılığın koyu olarak yaşadığı  Taberistan”dan yetişen bu müellifin, Arapça”ya göre yazıldığı bu “Kürdi” ve bunun müennes (feminen) biçimdeki “Kürdiyye” gibi nispet bildiren sıfatlarla anılan kardeş ve kız kardeşin adları, İran tahtını zorla ele geçiren ve Sasanlı düşmanı olan Behram Çopin (Çüpin)”in de, Kürtlerden olduğunu gösterir. Bu yüzdendir ki, Bitlis Sancakbeyi  Şeref Han”da “İran Şahları” ndan “Behram Çübin”in, Kürtler Taifesi”nden” olduğuna işaret etmiştir. 

Ancak o tezi savunanların da yanlışlığı isbat edebildikleri bilimsel çalışmalar mevcut olmayıp,iddiaları tamamen dış kaynaklı verilere dayanmaktadır.Özetle bize sunulan dış kaynaklı bilgiler acaba neden revaçtadır takdirlerinize bırakıyorum.Yazı uzun olduğu için ilgilenenlerin dikkatine sunulmak amacı ile diğer bölümlerin adresi altta verilmiştir.


Tarih, Dil, Antropoloji, Etnografya, Etnoloji, Milli Destanlar, Gelenekler ve Folklor bakımından incelemeler sempozyumu

Mümtaz Soysal : Vatandaşlık

Vatandaşlık

AYLARDIR tek tümce konusunda bir türlü anlaşamadılar. Sonuçta, “yeni anayasa” denen bir metin taslağı hazırlamaktan ibaretti görevleri. Çalışmalar önce hayli hızlı gitti ama sonra yavaşladı ve sıra “vatandaşlık” maddelerine gelince duruverdi. Şimdi
o aşamadayız ve öyle anlaşılıyor ki, bu eşik aşılmadan pek ilerleme olmayacak.

Oysa, hepsi Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşları. Kendi durumlarını tanımlamada
ve kurallaştırmada güçlük çekmemeliydiler. Eskiden beri o durumun içindeler; vatandaşlık da anayasa hukukunun klasik konularından biri.

Basit bir anlatımla işin içinden çıkmak varken, neden böyle zıtlaştıklarını anlamak zor.

  • “Türk vatandaşlığı, dili ve inancı ne olursa olsun, Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık hukukuyla bağlı olan herkesin ortak kimliğidir.” 

diyen bir tanımlamaya gidilse, onda kabul edilemeyecek ne olabilir?

“Türk” sözcüğü mü?

Bunun çok kişide “etnik” bir kayırma izlenimi bırakacağı, belirli bir ırkı ya da soyu
öne çıkardığı, başka etnik unsurları da barındıran bir devletin vatandaşları için böyle
bir etiketin yanlış olacağı elbet söylenecektir. Buna karşılık, ülke adının bile bu etnik sözcükten kaynaklandığı falan gibi bin dereden su getirerek ülke ile Türklük arasındaki bağlantıdan söz etmenin de başkalarını ikna etmeye yetmeyeceği bilinmelidir.

Ama başkaları ne derse desin, bütün bunlar Türk sözcüğünü bırakıp elverişli
başka kimlik aramak gibi bir sersemleyişe sürüklememeli bizi.

Sayısal ya da aritmetik açıdan da düşünülse, ulusal kimlik olarak Türk vatandaşlığı  ndan daha doğru bir başka ortak payda bulunamaz. Fransızından Almanına kadar herkes böyle yapıyor. Onlarda da başka etnik gruplar yok mu?

Aslına bakılırsa, bu konuda bütün sorun “ulus” kavramını benimseyip benimsememe noktasında düğümleniyor.

Ulus, yani millet.

Yani ümmet ya da cemaat değil.

Sadece, dilleri, inançları farklı da olsa aynı ülkenin insanları olarak
bağımsız yaşamak isteyenlerin bilinçli birlikteliğidir ulus.

Bu olabilirse, dil ve inanç türü farklılıklara saygı göstermek, hatta onları korumak kolaylaşır.

(2 Kasım 2012, Cumhuriyet)

Gidişinin 22. Yılında Prof. Dr.Nusret Fişek’e Sesleniş..


Dostlar,

Prof. Dr. Nusret H. Fişek, kalpaksız bir kuvayı milliyecidir.
Kurtuluş Savaşı’nın ünlü komutanlarından Tümg. Hayrullah Fişek’in oğludur.
Prof. Kurthan Fişek ve Prof. Gürhan Fişek’in babasıdır.
Türkiye’de modern anlamda HALK SAĞLIĞI – TOPLUM HEKİMLİĞİ (Public Health – Community Medicine) disiplinlerinin kurucusudur.

  • Prof. Nusret Fişek;
    Atatürkçü Düşünce Derneği’nin 50 kurucusu içinde 2. sıradadır.

Ülkemizde sağlık hizmetlerini sosyalleştiren (özelleştirmenin tam tersi!) SAĞLIK OCAKLARI sistemini kuran kişidir.

Biz kendisini 1971’de Hacettepe Tıp Fakültesi’nin 1. sınıfında “Toplum Hekimliği” derslerinde tanıdık, çok etkileyici derslerini dinledik.

Bize halkın sağlığını korumanın önemini anlatıyordu.

Sağlık hizmetleri kamusal ve devletin başlıca ödevi olmalıydı.

Koruma sağaltımdan önce gelmeliydi.

Sağlık sorunlarının biyolojik-fiziksel-kimyasal etmenlerin yanı sıra
SOSYAL – KÜLTÜREL – EKONOMİK nedenleri de vardı.

Örn. YOKSULLUK sağlığın / sağlıksızlığın en önemli belirteci (determinantı) idi.

Tarih, halkların er ya da geç haklarını aldığının öyküsü idi.
Bu süreçte halkın sağlık haklarını kazanması için hekimlerin onun yanında konumlanması gerekiyordu.

********

Yazmakla da bitmez anlatmakla da yapıp ettikleri, başarıları ve hizmetleri.

Biz kendisinden, söyleminden, tuttuğu yoldan çok etkilendik ve TOPLUM HEKİMLİĞİ alanında uzmanlaşmayı, TOPLUM HEKİMİ olmayı seçtik.

  • Yaşamımızın ana çizgisini belirledi Nusret hoca..

1977’de hekim olup 1 yıl Anadolu’da çalıştıktan sonra O’nun Bölümü’nde, O’nun da
jüri üyesi olduğu uzmanlık sınavını kazanarak tıpta ihtisas eğitimimize başlamıştık (1978). 1981 sonrasında bu alanda uzman hekim olarak yola devam ettik..

TOPLUM HEKİMİ / HALK SAĞLIĞI UZMANI, tek tek bireylerin hastalıkları ve onların sağaltımı ile uğraşmıyor.

TOPLUM HEKİMİ / HALK SAĞLIĞI UZMANI, “topluma-halka” hekimlik yapıyor. Özneleri kollektif ve toplumun öncelikle riskli kümeleri. Örn. yoksullar, işsizler, yeraltı maden işçileri, yaşlılar, diyabetikler… Ve bu kesimlerin sağlıklarının nasıl korunacağı geliştirileceği ile meşgul. Üstelik bu hastalıklar toplumda ortaya çıkmadan neler yapılabilir koruyucu sağlık hizmetleri bağlamında?

  • Örn. sofraya tuz koymamak.. 
  • Örn. akraba evliliklerini azaltmak..
  • Örn. ülkenin gelir dağılımını iyileştirmek..
  • Örn. topluma doğum kontrol -aile planlaması -üreme sağlığı hizmetleri sunmak..
  • Örn. topluma sağlık eğitimi vermek..
  • Örn. topluma yaygın bağışıklama hizmetleri vermek..
  • Örn. su ve gıda güvenliği -hijyeni sağlamak..
  • Örn. periyodik muayeneler ve taramalarla hastalıklara erken tanı koymak..

…..

Bütün bunlar sağaltım – tedavi hizmetlerinden öncelikli tutulur ve kamu eliyle öncelikli hizmetler olarak topluma sunulursa, hastalıklar ve sağaltım – tedavi hizmetlerine gereksinim çok azalacaktır.. Bu koruyucu hizmetler son derece etkilidir, ekonomiktir, insanidir ve ahlakidir.. Öyle ya, bırakalım hasta olsunlar, sonra da geç dönem çaresiz başvuruların anlamsız sağaltımıyla (tedavisiyle) mı uğraşalım? Bu tam kapitalist mantık. Toplumu hasta ederken de kazanmak, sözde sağaltırken de kazanmak.. win win!!??

Türkiye’de günümüzde olanlar tam da bunlar.

Klinisyen Hasan, Fatma vb. nin “kişisel” sağlık sorunları ile ve ne yazık ki sıklıkla da hastalık ortaya çıktıktan sonra sağaltım amaçlı yardımcı oluyor. Öznesi tekil ve hasta.. Oysa Toplum Hekimi /Halk Sağlığı Uzmanı için sorun örn. “Toplumun hipertansiyonu”.. Özne kollektif, soruna genellikle ortaya çıkmasın diye koruyucu mantıkla odaklı, ya da toplumun hipertansiyon sorunu ile başetmek.. Nasıl engellenir, nasıl azaltılır? Epidemiyolojk özellikleri nelerdir? Özetle Toplum  Hekimliğinde “sağlık sorunu yönetilmektedir.” Oysa klinisyen “hastayı-hastalığı” yönetmektedir.

Özellikle Nusret Hoca’nın 3 Kasım 1990’da ölümünden sonra sağlıkta özelleştirme, “sağlıkta dönüşüm” adı altında ülkemize dayatıldı.

  • Sağlık sistemi, ABD’de olduğu gibi tümüyle piyasa güçlerine teslim edildi.

Bu gün ayrıca özel bir gün çünkü 3 Kasım 2011’de 663 sayılı yasa gücünde kararname ile kabul edilen KAMU HASTANE BİRLİKLERİ yürürlüğe giriyor. Kamunun 900 dolayında hastanesinin yönetimi, şirket mantığı ile işletmeleştirilerek sözleşmeli elemanların oluşturduğu Yönetim Kurullarına devrediliyor. Temel motif kar..

Sağlık personeli daha da iş güvencesiz kalacak, sözleşmeli olacak, çok çalıştırılıp az kazanacak. Halkımız sağlık hizmetine erişim için daha çok para ödeyecek.

Koruyucu sağlık hizmetleri yok derecede azaltılacak. Sigara ve obesite gibi göstermelik popüler konularla sınırlı kalacak. Ama örn. su ve gıda hijyeni sağlanmayacak.
Halk “kan yolları”nda (karayollarında!) telef olmaya devam edecek. Türkiye ölümlü iş kazalarında Dünya 3. sü olacak.. AÇS-AP Dispanseleri kapatılarak halk aile planlaması hizmetlerinden yoksun bırakılacak. Bir yandan da kürtaj hakkı sınırlandırılarak zorla çok çocuk doğurmaya = köleleştirilmeye yönlendirilerek temel insan hakları ve Anayasanın 41. maddesi çiğnenecek..

Öyle ya, bir yandan tüm sağlık hizmetlerini özelleştireceksiniz; öbür yandan etkili koruyucu sağlık hizmetleri vererek halkı özel sektöre “müşteri” olmaktan alıkoyacaksınız!? Var mı böyle yaman bir çelişki? Kapitalizm buna izin verir mi?
Tam da tersini dayatır, dayatmakta.. Dolayısıyla kapitalizmin buyruğundaki hükümetler koruyucu sağlık hizmetlerinde “mış gibi” yaparlar. Onlar gerçekte gariban halktan oy alır ama küresel sermayeye hizmet ederler.

Türkiye’de gerçekte egemen olan ne askeri vesayet ne de bir başkası..
Asıl ve kahredici vesayet yerli-yabancı semayenindir.
Din dahi sözde “ılımlı” laştırılarak kapitalizmin hizmetinde halkın sırtında bir başka sopadır..

Kazanan hep sömürgen yerli ve yabancı sermaye olmaktadır..

AKP hükümeti DB ve IMF’nin tüm isteklerini gözü kara yerine getirdi.

Ülkemiz sağlık hizmetleri Nusret Fişek’in SOSYALLEŞTİRİLMİŞ düzeninden
vahşi kapitalist düzene, Amerikan modeline dönüştürüldü.

Bu gün, ne hazin rastlantıdır ki, Nusret Hoca’nın 22. ölüm yıl dönümünde
SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM denen süreç tamamlanmış oluyor.

SOSYAL TIBBA son darbe vurulmuş oluyor; 3 Kasım 2012’de..

Nusret hoca 3 Kasım 1990 günü Hacettepe’de hasta yatağında son nefesini vermeden önce ağzından şu sözler dökülmüştü:

Türkiye’de SOSYAL TIBBI KORUYUNUZ..

Değerli hocam;

Yapamadık, başaramadık, gücümüz yetmedi, senin kutsal yapıtın SOSYALLEŞTİRİLMİŞ SAĞLIK HİZMETLERİ SİSTEMİ’ni ülkemizde yaşatamadık. Küresel kasırgalar çok haşindi. Ama bu yalnızca bir muharebe.. Bunu yitirdik fakat
siz bize öğretmediniz mi ki;

Tarih, halkların haklarını er ya da geç aldığının öyküsüdür. Bu süreçte halkın sağlık haklarını kazanması için hekimlerin onun yanında konumlanması gerekir..

********

Dolayısıyla, uzun soluklu savaşımda sonraki taktik muharebeleri kazanmak ve kalıcı olarak halktan yana bir sağlık sistemi = SOSYALLEŞTİRİLMİŞ SAĞLIK HİZMETLERİ‘ni yeniden kurmak için var gücümüzle savaşımı sürdüreceğiz.

Sizi çok aradığımız ve özlediğimiz bir süreçte söyleyebileceklerim özetle bunlar.
Yapıp ettiklerinizle, yazıp bıraktıklarınızla bize yol göstermeyi sürdürmektesiniz.

Bu bağlamda; siz gerçekte bir “fani” sayılabilir misiniz??

Not : Sizi anmak ve çözümler aramak için aşağıdaki programı düzenledik.
Fişek dostlarını bekliyoruz..

Sevgi ve saygı ile.
3.11.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

nfisek2012.jpg (1500×1132)

Kör olasın demiyorum; kör olma da gör beni!

A C I Y I   B A L   E Y L E D İ K …

Pir Sultan ölür dirilir..

bak su bebelerin güzelliğine 
kaşı destan 
gözü destan 
elleri kan içinde 

kör olasın demiyorum 
kör olma da 
gör beni 

damda birlikte yatmışız 
öküzü hoşça tutmuşuz 
koyun değil şu dağlarda 
sanki kendimizi gütmüşüz 

hor baktık mı karıncaya 

kırdık mı kanadını serçenin 

vurduk mu karacanın yavrusunu 
ya nasıl kıyarız insana 

sen olmazsan öldürmek ne 
çürümek ne zindanlarda 
özlem ne ayrılık ne 
yokluk ne yoksulluk ne 
ilenmek ne dilenmek ne 
işsiz güçsüz dolanmak ne 

gün gün ile barışmalı 

kardeş kardeş duruşmalı 
koklaşmalı söyleşmeli 
korka korka yaşamak ne 

kahrolasın demiyorum 
kahrolma da 
gör beni 

kanadık toprak olduk 
çekildik bayrak olduk 
döküldük yaprak olduk 
geldik bugüne 

ekmeği bol eyledik 
acıyı bal eyledik 
sıratı yol eyledik 
geldik bugüne 

ekilir ekin geliriz 
ezilir un geliriz 
bir gider bin geliriz 
beni vurmak kurtuluş mu 

kör olasın demiyorum 
kör olma da 
gör beni

(Hasan Hüseyin Korkmazgil)

Sarp Kuray : Mamak Askeri Cezaevi Bile, Sincan F Tipine Göre Cennetti

CHP’nin ziyaret ettiği Sarp Kuray Sincan F tipinden yakındı:

Mamak bile cennetti..

CHP Cezaevi Komisyonu üyelerinin Sincan F Tipi Cezaevi’nde ziyaret ettiği Dev-Genç kurucularından Sarp Kuray, F tipi cezaevi uygulamasından yakınarak “1970’lerde kaldığı Mamak Askeri Cezaevi bile buraya göre cennetti” diye yakındı. Kızı Zeynep Kuray’ın da “silahlı örgüt üyeliğinden”tutuklu olduğuna işaret eden Sarp Kuray,
“Kızım hep ezilenlerin yanında yer aldı, Kürtlerin sorunlarını yazar ama örgüt üyesi olamaz.” diyerek tutuklanmasına tepki gösterdi.

Veli Ağbaba, Özgür Özel, Nurettin Demir ve Candan Yüceer’den oluşan CHP heyeti,

“16 Haziran örgütünü kurup yönetmek, örgüt adına öldürme, yaralama bombalama” eylemlerine katıldığı iddiasıyla 15 yıl süren davada müebbet hapse çarptırılan ve
2009 yılında Sincan Cezaevi’ne konulan Kuray’ı ziyaret etti. Şu anda 68 yaşında olan ve 7 yıl 6 ay daha cezaevinde kalacak olan Kuray, 2 saat süren görüşmede, cezaevi koşullarının yanı sıra anılarını da anlattı.

Türkiye’ye gelişi ve teslim oluş sürecini anlatan Kuray, 

“En büyük azabı mülteciyken çektim. Avrupa’da ezildik.

Bir daha öyle bir şey yaşamak istemem. Yılmaz Güney’in cenazesinde, orada ölmek istemediğime karar verdim. Artık beni bu ülkeden kimse koparamaz.” diye konuştu.

Geçmişteki “cezaevi deneyimlerini” de heyetle paylaşan Kuray, F tipi cezaevlerini eleştirdi. F tipinin “yalnızlaştırma” üzerine kurulu olduğunu belirterek

“1970’lerde Mamak ve Maltepe Askeri Cezaevi’nde yattım.
Askeri cezaevleri buraya (Sincan’a) göre cennetti.” dedi.

(Cumhuriyet, 1.11.12)