Günlük arşivler: 22 Ekim 2012

ALEVİLİK, İSLAM’IN RÖNESANSI ve REFORMUDUR!..

Dostlar,

Kendisini “Alevi yazar ve düşünür” olarak tanımlayan AÜ İletişim Fak. bitireni
Sn. Rıza Güner‘in bu sitede epey yazısı ve yorumu, şiiri yer aldı..

Uygar bir iletişim içindeyiz; yer yer ciddi görüş ayrılıklarımız olsa da..

Sayın Güner’in kendisini dile getirme olanağını sitemizde kullanmasını arzuluyor ve önemsiyoruz.

Epey de yol aldık ve uzlaştık sanıyorum temel ilkelerde.. Örn. hakaret yok, aşağılama yok.. Zaten Sn. Güner İLETİŞİM okuduğuna göre üniversitede, bu ilkeleri en iyi kendisi bilir.. Bizim “genel anlamda” kaldıramadığımız (tolere edemediğimiz) bir sorun da, megalomani.. (“genel anlamda” diyerek Sn. Güner’i tenzih ettiğimiz ortada..)

Aşağıdaki yazı 6 sayfa ve oldukça yoğun içerikli..

Düşündürücü, eğitici, silkeleyerek sorgulayıcı..

İster istemez derin bir burukluk, kırılma da içermekte tınılarında pek haklı olarak.

Bu uzun ve değerli irdelemeyi, –görüşleri kendisini bağlamak üzere
pdf olarak sunuyoruz.

Kapsamlı irdeleme çarpıcı bir paragrafla şöyle başlamakta :

  • Türkiye’de Laik Cumhuriyet kurulup, sözde Hilafet kaldırıldığında, Engizisyon Alimleri derin bir oh çektiler. Tevhid-i Tedrisat çıktığında, Şeyh-ül İslamlık Diyanet İşleri Başkanlığı adını alıp devlet çatısı altında kendine yer bulduğunda havalara uçtular… Çünkü; Engizisyon için, karın  karşısında  güneş gibi olan Alevilik, gene karanlıkta kalmış, Aleviler, Sünni Yezitçi din adamlarının insafına bırakılmıştı. Yezid Efendilerinin döneminde olduğu gibi, gene bölücü ve bozguncu” denilecek; gene Yasal ve Anayasal güvenceleri olmayacak, gene hiçbir Hak ve Hukuk tanınmayacaktı.

…………………………..

Yazısını şöyle bağlıyor Sn. Güner :

Ama, gene de; Aleviliğin karşısında, Hz. Muhammed’in yıktığı 370 Put gibi güçsüz ve çaresizdirler. Mehmet Görmez de, Ali Bardakoğlu da, Fethulah Gülen de, Mahmut Efendi de, Cübbeli de, gerçeğin söylenebildiği yerde, güneşin karşısında kar gibi kalırlar… Görünüşteki güçleri, Türkiye’nin yanlış politikalarından, Türkiye bütçesini hortumlama yeteneklerinden gelmektedir. 

  • “Akıl aya, bilim yıldızlara, bunları kullanma becerisi güneşe benzer… Kullanma becerisi edinmediğiniz akıl ve bilim size yıldızlar kadar uzaktır…”

Akıl ve bilimin yıldızlar kadar uzak olması, İslam’dan önceki Putperestliği, Türkiye’de CANLI PUTLARA TAPINMAK biçiminde yeniden yaratmış,
Aleviliği Çağdaş Uygarlıkla birlikte bu İLKÇAĞ KARANLIĞINA gömmüştür!.. Budur işte ol hikaye… 2010-12-04

Okumak için erişkeyi (linki) tıklamak gerekecek..

ALEVILIK_ISLAM’IN_RONESANSI_VE_REFORMUDUR

Sevgi ve saygı ile.
22.10.12, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net


 

Günün şiiri..

Dostlar,

Bu günkü şiirimiz, Dünya yazınının (edebiyatının) devlerinden Victor Hugo‘dan..

Sefiller romanındaki küçük Kozet’in öyküsünü nefes almadan okumuşsunuzdur.

Sanata ve şiire hayranlık ve saygıyla..
Yaratıcı öznelerine de, esin kaynağı özne ve nesnelere de..
Tabii bu yeteneklerimizin gelişmesine elveren EVRİM’e şükranla
Ne çok işe yarıyorlar.. Çağlayan duyguların becerikli tercümanı oluyorlar.
Düz yazı-konuşma yetmiyor, manzuma-şiire yöneliyoruz..
O da yetmiyor, 3. boyutla musikiyi imdadımıza çağırıyoruz..
O da yetmeyince 4. boyutu, görselliği katıyoruz..
Tiyatro, klipler, sinema vb. dinamik görsel sanatlar..

Sevgi ve saygı ile.
22.10.12, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

********************************************

AĞLAMAK İÇİN GÖZDEN YAŞ MI AKMALI ?
Ağlamak için gözden yaş mı akmalı ?
Dudaklar gülerken insan ağlayamaz mı ?
Sevmek için güzele mi bakmalı ?
Çirkin bir tende güzel bir ruh kalbi bağlayamaz mı ?
Hasret, özlenenden uzak mı kalmaktır ?
Özlenen yakındayken hicran duyulamaz mı ?
Hırsızlık; para, mal mı çalmaktır ?
Saadet çalmak, hırsızlık olamaz mı ?
Solması için gülü dalından mı koparmalı ?
Pembe bir gonca iken, gül, dalında solamaz mı ?
Öldürmek için silah, hançer mi olmalı ?
Saçlar bağ, gözler silah, gülüş kurşun olamaz mı ?
Victor Hugo (1802 – 1885)

SELÇUK EREZ : Esenboğa’ya Uzay Aracı İndirildi!..

SELÇUK EREZ
www.selcukerez.com   

Esenboğa’ya Uzay Aracı İndirildi!..

23.45: Flaş flaş… Kuzeyden gelen kaynağı, modeli belirsiz bir uçak iki F16 uçağı eşliğinde Esenboğa’ya indirildi. Havaalanında çevik kuvvet polisleriyle çevrilmiş olan uçağın personeli, sesbüyütenlerle yapılan Türkçe, Rusça, Arapça uyarılara rağmen yanıt vermemektedir.

00.00: Flaş flaş… İçişleri Bakanı konuştu: “Uçak şeklindeki bu cismin Esed tarafından gönderilmiş patlayıcı yüklü bir sabotaj aygıtı olması olasılığı karşısında önlem almaktayız.”

00.14: Flaş flaş… Uçaktan yükselen bir anten dönmeye ve acayip sesler çıkarmaya başladı. Alarma geçildi. Meydana çok sayıda itfaiye aracı, askeri birlik ve tanksavar getirildi. Her an harekete geçirilebilir.

00.30: Flaş, flaş… Dışişleri Bakanı, “Güvenlik kurulunun aymazlığı, işleri işte bu duruma getirmiştir!” dedi.

01.00:  Flaş flaş… Jetler, alçaktan uçarak dikkatleri başka yöne çekerken hedefe sürünerek yaklaşan özel tim elemanları, uçağın kapısını koçbaşıyla kırıp içeri girmeyi başardılar.

01.13: Flaş flaş… Uçakta hiç kimsenin bulunmadığı anlaşıldı. Pilot ve personelin paraşütle atlayıp kaçmış olduklarına inanılmaktadır. Yetkililer, Ankara çevresinde kapsamlı arama yapıldığını açıkladı. Uçaktan bazı kutu ve aygıtların hangarlara taşındığı görülüyor.

02.00: Başbakan (Tayvan’dan) konuştu: “Maalesef yine Rus yapımı askeri araç gereç ve gözleme aletleri bulunmuştur. Bunların Esed’e bizi gözlemesi için gönderildiği kesindir. Uluslararası anlaşmalara göre  hava sahamızdan geçerek bir yere üç beş sapan taşı bile götüremezsiniz” dedi.

02.16: Flaş flaş… Uçağa şimdi narkotik polisleri girdiler. Özel yetiştirilmiş köpeklerle zulada uyuşturucu aramaktadırlar.

02.55: Flaş flaş… NASA yetkilileri, Mars’tan dönen uzay aracının kaybolduğunu, bunun Akdeniz’e yakın bir yere düşmüş olabileceğini açıkladılar.

03.25: Flaş flaş… NASA yetkilisi, kaybolan uzay aracının Esenboğa’ya indirilmiş olduğunu saptadıklarını söyleyerek aracın ve içinden çıkarılanların hemen NASA’ya gönderilmesini istediklerini açıkladı.

03.45 Flaş flaş… Beyaz Saray sözcüsü, “Durum üzücüdür, ama ABD’nin Türkiye ile olan ilişkileri sağlam temellere dayanmaktadır, böyle olaylardan etkilenmez!” dedi.

08.45: İçişleri Bakanı, Esenboğa’da konuştu: “Aygıtı iki gün sonra NASA’ya göndereceğiz.”

– Neden iki gün sonra?

– Önce Başbakan Uzakdoğu’dan dönünce bir tören yapacak, uzay araçlarının, Fantomların eşliğinde kazasız belasız yeryüzüne indirilebileceğini ispat ederek uzaycılık tarihine geçmemizi kutlayacağız! (Cumhuriyet, 19.10.12)

 

Prof. Dr. Öztin Akgüc : Kurban Bağışı

Cumhuriyet 19.10.2012

Prof. Dr. Öztin Akgüc

Kurban Bağışı

 

Şehit haberleri duyulduğunda, cenazeleri geldiğinde açık söyleyeyim, ne ağlıyorum, ne “Şehitler ölmez vatan bölünmez” türüden sloganlar atıyorum, ne yüreğim yandı, dağlandı edebiyatı yapıyorum ne de cenaze namazlarında saf tutuyorum. Acıma, eziklik, bir şey yapmama ya da yapamama utancı duyuyor, yaşananların haksızlık olduğunu düşünüyorum. Gerçekten genç insanların ölümü, ailelerinin acıları, haksızlığa uğradıkları kanısı, insanda en azından anlatımı güç bir burukluk yaratıyor. Şehitler için elimizden bir şey gelmiyor, en azından gazilerimizi, şehit ailelerini zaruretten uzak, maddi gereksinimleri karşılanmış, gelecekleri güven altına alınmış olarak yaşatalım. Bu toplumsal bir borcumuz, bir görevimizdir. Bu görevi kuşkusuz öncelikle devletin yerine getirmesi gerekir. Ancak devletin bu görevi, bu vecibeyi özenle, yeterince cömertlikle, kişilere ve şehit ailelerine gereken saygı ile yerine getirmediğini gözlemliyoruz. Bir şekilde bu eksikliğin giderilmesi gerekiyor. Türk Silahlı Kuvvetleri Mehmetçik Vakfı, bu vecibenin yerine getirilmesinde önemli araç, belki de başlıca kanal. Gazilere, şehit ailelerine, onların saygınlıklarını da koruyarak yardım etmekle haksızlık giderilemiyor, acılar dindirilemiyor. Ancak muhtaç duruma düşmeleri bir ölçüde önlenebiliyor. Maddi olanak sağlamak, hiçbir şekilde acıyı dindirmez, yapılan haksızlığı gidermez, düzeltmez; bunun da bilincinde olalım.

Mehmetçik Vakfı’nın ana kaynağı bağışlardır. Kurban bağışı, vakfın gelirleri içinde ne ölçüde pay taşıyor? Bilmiyorum ancak kurban bağışlarının Mehmetçik Vakfı’na yapılması gerektiğine inanıyorum. Böylece dolaylı da olsa şehit ailelerine ulaşılabiliyor. Bağış, bir şeyler yaptık anlamına gelmez. Vicdanımızı da rahatlatmaz ama böylece acılı ailelerden özür dilemiş oluyoruz.

  • Mehmetçik Vakfı’na bağış, kurban kesme koşulu olmadan da yapılabiliyor.

Vakfa kurban bağışı nakden yerine getirilse, yine de amaca hizmet edilmiş olacaktır.

Çizmeden yukarı çıkmayayım, ama semavi (hak) dinlerin, Tanrısal olan ve bir peygamber tarafından vahiy yoluyla algılanarak insanlığa yayılan dinlerin, özünde haksızlığa isyan, adalet duygusu, adalet özlemi vardır. Müslümanlık, öncelikle ve özellikle haksızlığa başkaldırıdır. Adalet, dayanışma, hoşgörü, başkalarına zarar vermeme, dürüstlük, her açıdan temizlik dinin özüdür. Madem ki dinimizde dayanışma, yardım, alçakgönüllülük, mahviyet asıldır.

  • Gösterişli kurban kesme ritüeli yerine, günümüzde Mehmetçik Vakfı’na bağış, kanımca amaca ve öze daha uygun bir davranıştır.

Aydınlanma, öze uygun davranış için dini kişisel, siyasal ve ticari istismardan kurtarmamız, emperyal güçlerin araç olarak kullanmalarını da önlememiz gerekiyor.

  • Laikliğin, Müslümanlık karşıtlığı değil; tersine, Müslümanlığı yücelteceği görüşündeyim.

Türkiye, günümüz yönetimi altında dahi diğer İslam ülkelerine göre daha çağdaş bir yapıya, konuma sahipse, bu laiklik sayesindedir. Laik bir Müslüman, dincilere kıyasla Müslümanlığın özünü daha iyi temsil eder ve dine saygınlık da kazandırır.

Günümüz koşullarında Orhan Veli’nin

Neler yapmadık bu vatan için
Kimimiz öldük kimimiz nutuk söyledik..

dizeleri dilimizde perseng.

Nutuk söylemek, slogan atmak, cenaze namazında görüntü vermek yerine,
Mehmetçik Vakfı’na bağış yoluyla, zor durumda olan gazilerimize, şehit ailelerine ulaşabilirsek, yine de yetersiz olsa da daha anlamlı bir iş yapmış, dinimizin özüne uygun bir davranış göstermiş oluruz.

‘Hastaneye gidemiyoruz ki geri çevrilelim’

‘Hastaneye gidemiyoruz ki geri çevrilelim’

Başbakan Erdoğan’ın ‘kapısından kimse geri çevrilmiyor’ dediği hastanelerin, kapısına randevu alınamadığı için gidilemiyor..

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın özellikle hastane açılışlarında övdüğü, memnuniyetin çok üst seviyelere çıktığını vurguladığı sağlık sisteminde hastalar “sağlık hizmeti alamayanlar”, “sağlık hizmetini torpillerle almaya çalışanlar”, “sağlık hizmeti almak için günlerce uğraşanlar” ve “sağlık için servet ödeyenler” olarak sınıflara ayrılıyor.

Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da bir hastane açılışında konuşan Erdoğan,

“Şu anda sıkıysa benim vatandaşım bir hastaneye gitsin kapıdan geri çevrilsin! Çevrilemez” ifadelerini kullandı. Evet hastaneye giden geri çevrilmiyor, zaten böyle bir şey önceki yıllarda da mümkün değildi, giden saatlerce beklerdi. Bugün hasta hastaneye eğer internetten ya da telefonla randevu alabilirse gidebiliyor. Giden ve muayene olan ise kan tahlili, röntgen, EMAR gibi çeşitli işlemler için tekrar tekrar randevu almak zorunda kalıyor. Randevu alamayan ise özel hastaneye gidip tetkikini yaptırıyor. Kemoterapi için randevu alamayan hastaların tedavileri gecikiyor. Hastanelerde dolaşan eczacı kalfaları ise bir telefonla hastalar için randevu alabiliyor.

Gazetemizin hastanelerden randevu alımına ilişkin yaptığı araştırma internetten randevu almanın neredeyse imkânsız olduğunu gösteriyor. İnternet sitelerinden randevu almaya çalıştığımız hastanelerin hiçbirinden randevu alamadık. Gidip yerinde gördüğümüz ise Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi Onkoloji Bölümü oldu. Bölümün girişinde 182 randevu alma noktası yazıyor. Görevliye “Randevu buradan mı alınıyor?” diye sorduk; “Hayır internet sitesinden randevu almalısınız, saat 07.30’da açılıyor, ancak siz 07.20’de bilgisayarın başına geçin çünkü 5 dakika içinde doluyor” yanıtını aldık.

Tedaviler gecikiyor

Okmeydanı Onkoloji Bölümü’nde Mart 2010’dan bu yana tedavi gören Zeliha Akarca’nın, 2 yıl sonra akciğerinde yeni oluşum görüldüğü için kemoterapi görmesi gerekti. Ancak belirtildiği tarihte randevu alamadığı için tedavisini görememe riski ile karşı karşıya kaldı.

Hastaların randevu alamaması yeni bir sektör de doğurmuş. Kendi eczanelerinden ilaç alınması için hasta kovalayan eczacı kalfaları, hastalar için randevu da alıyor.

İsmini vermek istemeyen bir hasta, eşi için randevu almaya uğraştığı günlerde, bölümün yetkilisi bir doktorla bile görüştüğünü, ancak randevu alamadığı için kapıdan çıkıp ağlamaya başladığında bir eczacı kalfasının yanına yaklaşıp derdini sorduğunu anlattı. Randevu alamadığını söylediğinde, kendisinden TC kimlik numarası isteyen eczacı kalfasının iki telefon görüşmesi sonrasında randevu aldığını anlattı.

64 yaşındaki Mehmet Azizoğlu, sedye üzerinde hekime ulaşmayı bekliyor hastanede. Yeğen Cafer Azizoğlu, randevu almanın imkânsızlığından yakınarak “Araya tanıdık koyarak aldık randevuyu” diyor. Kolon kanseri olan Sevgi Kalabalık (52) ise 1 yıldır tedavi gördüğü hastanede randevu alamadığı için tedavisinin aksadığını söyledi.

(Cumhuriyet, 19.10.12)

Ülkenin Manzarası 2012

 

 

 

 

 

Ülkenin Manzarası 2012

  • Tutuklu milletvekilleri sorunu çözülmüyor. Oysa bunun için de anayasa değişikliğine ihtiyaç var. Hazır anayasa değiştirilirken bu sorun da çözülse ya. MHP yerel seçim değişikliğine evet derken bu konuyu da şart koşamaz mı? Koşabilir elbet. Ya CHP’nin tavrına ne demeli?..

Prof. Dr. Erdener YURTCAN
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi

Başlığı biraz yadırgayabilirsiniz, çünkü ülkenin manzarası denilince elbette 2012 yılındaki manzaradan söz edilmeli. Ama başlığın amacı başka. Aynı başlıkla 2010’da bir yazı yazmışım. Yazı da tam bu tarihlere denk düşmüş. Yazı Cumhuriyet’in arşivinde.

Şimdi nereden başlamalı?.. O kadar çok konu var ki.

Yerel seçimlerin öne alınması için anayasada değişiklik yapmak için siyasal iktidar harekete geçti.

Sonuç                :

Anayasanın aradığı referandumsuz değişiklik çoğunluğu oylamada çıkmadı. İş şimdilik yarım kaldı. Uygulanan yöntemde de bir gariplik var. Bakın nasıl: Yerel seçimleri öne almak için anayasanın ilgili maddesi değiştirilmek istenmiyor. Anayasaya bir geçici madde ekleniyor ve yalnızca gelecek yerel seçimler öne alınıyor. Demek ki hesap başka. Bir kerelik anayasa değişikliği. Bunu da gördük, çok yazık.

Cumhurbaşkanı yasayı geri gönderdi. Cumhurbaşkanı şöyle söylüyor:

“Kanunun gerekçesinde, mahalli idareler seçimlerinin yapılacağı dönemin zorlu kış şartlarına denk gelmesi sebebiyle seçim çalışmalarında ve vatandaşların seçimlere katılımında zorluklar yaşandığı belirtilerek bu olumsuzlukları asgari seviyeye indirebilecek bir tarihte seçimleri yapmak gerektiği ifade edilmektedir. İncelenen kanunun yayımlanması halinde, ‘değişiklik gerekçesinde belirtilen amacın aksine’, söz konusu hükümler doğrultusunda, bu defa da kış aylarında halkoylaması yapılması zorunlu hale gelecektir. Bu durumda ise karşılaşılması muhtemel mevsim şartlarının halkoylaması çalışmalarını ve vatandaşlarımızın halkoylamasına katılımını olumsuz yönde etkileyebileceği ve ortaya çıkan bu sonucun değişiklik gerekçesiyle de çelişeceği görülmektedir.

Öbür yandan, temel konularda yapılan halkoylamalarının halkın katılımını sağladığı ölçüde demokrasiyi güçlendireceği açık olmakla birlikte, başkaca bir içeriği ve amacı olmaksızın ‘sadece mahalli idareler genel seçiminin beş ay erkene alınması’ amacıyla yapılan mezkûr anayasa değişikliği için anayasanın 175’inci maddesinin dördüncü fıkrasının gereği olarak halkoylamasına gidilmesinin, başta bütçe olmak üzere devlete ve vatandaşlarımıza getireceği külfet ve ekonomik istikrara yönelik zarar riski de göz ardı edilemez.”

Cumhurbaşkanı o denli haklı ki. Diyor ki, ne mevsim koşulları ne de harcanacak para açısından değişiklikte ısrarda yarar yoktur.

Tutuklu milletvekillerinin sorunu çözülmüyor!

Oysa bunun için de anayasa değişikliğine gerek var. Hazır anayasa değiştirilirken bu sorun da çözülse ya. MHP yerel seçim değişikliğine evet derken bu konuyu da şart koşamaz mı? Koşabilir elbet. Ya CHP’nin tavrına ne demeli: Tutuklu milletvekillerinin TBMM’de göreve başlamaları sağlanmadan yeni anayasa çalışmalarına katılmayız demek o kadar mı güç? Hiç de değil elbet.

Adalet Bakanlığı kanalından gelen duyumlar 4. yargı paketinin hazırlandığı yönünde. 3. yargı paketi sayısız yasada değişiklik yaptı.

Kazanımlar acaba ne kadar? Çizmeyi aşmadan ceza boyutunda kalayım. Yaratılan tablo hiç de iç açıcı değil. Dünyanın hiçbir ülkesinde göremezsiniz. Özel ağır ceza mahkemeleri kaldırılıyor, fakat bu mahkemelerin gördükleri davalara bakmaları yetkisi saklı tutuluyor.

Bu mahkemeler kaldırılıyorsa, bunun iki nedeni olabilir. Birincisi, mahkemelerin işlevi kalmamıştır. İkincisi, bu mahkemelerin ceza adalet sisteminde yeri olmadığı anlaşılmıştır. Oysa gelinen nokta farklıdır. Bu mahkemelerin varlıkları bilinmeyen tarihe uzatılmıştır, çünkü baktıkları davaların ne zaman kesin hükme bağlanacağını kestirmek mümkün değildir. Ayrıca yeni bir yapılanma içinde terörle mücadele mahkemeleri kurulmuştur. Bunlar da özel görevli ağır ceza mahkemeleridir. Bir de görevlerini yapan asıl ağır ceza mahkemeleri var. İşte size 3 farklı mahkeme. Bunların işlevi aynıdır. Teoride yargı birliği ilkesi der ki, bir ülkede aynı işlevi gören farklı mahkemeler olamaz. Ama bizde olur.

Okullar 4+4+4 yapılanmasıyla açıldı. Kargaşa sürüyor. Okul çağına ermemiş çocukların ilköğretime başlatılmaları, ben yaptım oldu, ile olur mu? Olmaz elbet. Uzmanlar karşı koyuyorlar. Fakat çocuklar okullu oldular bile. Bizim Memo da bir sürprizle ortaokullu olunca, neye uğradığını şaşırdı. Yüzünden düşen bin parça, Daisy ile oynamaya bile vakti yok.

Vakıf üniversiteleri bu ülkenin yükseköğretimine çözüm mü olacak? Hiç sanmıyorum. Önce küçücük bir açıklama. Bu üniversiteler özel yasalarla kuruluyor.

Parlamentoda böyle bir üniversitenin kurulması görüşülürken hiç mi ülkenin hangi dalda öğrenim görecek öğrenciye ihtiyacı olduğu düşünülmez. Sormak durumundayız. Yüksek Planlama Teşkilatı neyi planlıyor dersiniz?

Güzel bir söz var. Herkes evinin önünü süpürürse, şehir temiz olur…

Kendi evimin önünü süpürüyorum ve diyorum ki;

Bu ülkede sayısı 70’e yaklaşan hukuk fakültesi olur mu?
Olmaz elbet. Ama ağam nerde, ben nerde…

Bir Ömer Hayyam Cıvıltısı ve Fazıl Say

 

Deniz Kavukcuoglu


Bir Ömer Hayyam Cıvıltısı ve Fazıl Say

Dünyaca ünlü piyano virtüözü ve besteci Fazıl Say, İstanbul 19. Sulh Ceza Mahkemesi’nde yargılanıyor. Kendisine yöneltilen suç büyük: “Halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen aşağılamak.” Cezası 1.5 yıla dek hapis!

Bu suçu nasıl işlemiş Fazıl Say?

Kendisine gönderilen bir cıvıltıyı (tweet) o da başkalarına göndermiş. Cıvıltı, Ömer Hayyam’a bir dörtlük; içeriğinde cennette çeşmelerden akan şarapların ve salınan hurilerin varlığı sorgulanıyor ve dünyada dinen yasak olan bu görüntülere ilişkin olarak “Bu nasıl iştir, Ulu Tanrım? Orası meyhane midir, genelev midir?” sorularına varılıyor.

1048-1131 yılları arasında yaşayan İranlı filozof, matematikçi, astronom ve şair Ömer Hayyam, “evreni anlamak için, içinde yetiştiği İslam kültüründeki egemen anlayıştan ayrılmış, kendi içinde yaptığı akıl yürütmeleri eşine az rastlanır bir edebi başarı ile dörtlükler halinde dışa aktaran” bir düşünürdür.

Ömer Hayyam “Rubailerinde, dünya, var oluş, Allah, devlet ve toplumsal örgütlenme biçimleri gibi yaşam ve insana ilişkin konularda özgürce ve sınır tanımaz bir biçimde akıl yürüttüğü görülmektedir. Akıl yürütürken ne içinde yaşadığı toplumun ne de daha önceki zamanlarda yaşamış toplumların kabul ettiği hiçbir kurala bağlı kalmamış, kendinden önce yaşayanların insan aklına koymuş olduğu sınırları kabullenmemiştir. Bir anlamda dünyayı, insanı, var oluşu kendi aklıyla baştan tanımlamış; bu nedenle de çağını aşarak ‘evrenselliğe’ ulaşmıştır”.

Fazıl Say’ın karşılaştığı sorun da işte bu “evrensellik” ile doğrudan ilişkilidir. Ömer Hayyam’dan bu yana dokuz yüzyıl geçmiş, fakat yaşadığımız coğrafyada yeşeren her düşünce evrenselliğe ulaşamadan bastırılmış, yok edilmiştir, yok edilmektedir.

Bu topraklarda özgür düşünenler, soran, sorgulayanlar ya ezilir ya da deli muamelesi görürler.

Hükümet içindeki en “çağdaş” görünümlü bakanlardan biri olan Egemen Bağış’ın bile, Fazıl Say’ın yargılanmasıyla ilgili olarak söylediklerine bir bakın:

“Ben eğer yargı mensubu olsaydım, bunun Fazıl Say’ın ‘saçmalama özgürlüğü’ içinde değerlendirilmesi gerektiğini düşünürdüm… Böylece Türkiye böyle bir davayla da karşılaşıp, bunu uluslararası platformda anlatmak durumuna düşmezdi.” Kafa budur!

Neyse, Sayın Avrupa Birliği Bakanı şu sıralar zaten işsiz, aldığımız duyumlara göre hacca gitmeye hazırlanıyor. Giderayak canını sıkmayalım. Gitsin, günahlarından arınsın, hele bir salimen dönsün, bakarız.

Yazımıza Hayyam’la başladık, onunla sonlandıralım:

Adil davranmadıktan sonra
Hacı hoca olmuşsun kaç para
Hırka, tespih, post, seccade güzel ama
Tanrı kanar mı bunlara

(Sabahattin Eyüboğlu çevirisi) (Cumhuriyet, 21.10.12)

=========================================

Dostlar,

 Dileğim Fazıl Say gibi deha düzeyinde bir sanatçının rahat bırakılmasıdır.
Yetmez,  üretebilmesi için her türlü toplumsal, kamusal kurumsal desteğin verilmesidir.

2 çizim eklemek istiyorum, Musa Kart üstafa teşekkür ederek..

Not : Yaklaşık 18-19 yıl önce, İslamiyet ve Kuran bağlamında birkaç A4 sayfasından oluşan bir derleme nedeniyle birlikte, Edirne ADD’de bu yazı için birlikte çalıştığımız arkadaşımızla bizim hakkında eski yasadaki aynı ceza yasası maddesine dayanarak suç duyurusunda bulunulmuştu. Aklı başında bir Cumhuriyet Savcısı, koğuşturma aşamasında dava açmaya gerek görmeyerek izlemsizlik (takipsizlik) kararı vermişti.. Fazıl ile duygudaşlık (empati) kurabiliyoruz.. Umar ve dileriz ki dava çok uzamasın ve Fazıl’ı coşku kırımına (demotivasyon) sokmadan aklanma (berat) ile sonlansın..

(Musa Kart, Cumhuriyet, 21.10.12)

(Musa Kart, Cumhuriyet, 19.10.12)

Sevgi ve saygı ile.
22.10.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

İskandinav ülkeleri sünneti tartışıyor..

Dostlar,

Erkek çocuklar İslam ve Musevi inancında sünnet edilmektedir.

Ehil olmayan ellerde sünnet çok ciddi komplikasyonlara neden olmaktadır.
Kimi kez cerrahi olarak düzeltim de çok zor olmakta ya da yeterli olamamaktadır.
Kimi doğumsal pipi (penis) anomalilerinde (örn. Hipospadias) sünnet yapılmaması, sünnette kesilip atılacak “prepusiyum” denilen parçanın rekonstrüktif cerrahide kullanılması gerekmektedir.

Öyleyse öncelikle vurgulayalım ki;

Sünnet ciddi bir tıbbi işlemdir ve mutlaka sağlık kuruluşlarında hekimlerce yapılmalıdır.

İkinci olarak sünnetin yaşı önemlidir :

2. yaşın bitimi ile 6. yaş bitimi arasındaki 4 yılda sünnet yapılmamalıdır.

Çünkü bu yaş dilimindeki oyun çocuğu (toddler) yapılan işlemin gerçek doğasını, niteliğini kavrayamamakta, “phallus” una (pipisine, penisine) dönük işlemle cezalandırıldığını, kastre edildiğini (kısırlaştırıldığını!) düşünebilmektedir. Bu tablo “kastrasyon (iğdiş edilme) kompleksi”  olarak bilinir ve giderimi çok zor olabilir.
Bu yaş çocuğu “fallik” dönemdedir, ilgisi “phallus” u (pipisi, penisi) üzerinde odaklanmıştır.

  • 2-6 yaş çocuğu Mastrübasyon bile yapmaktadır !

Bu dönemde (2-6 yaş arası) yapılacak sünnet, “Phallik dönem takıntısı” nedeni olabilecektir. Bütün bunlar, ileriye dönük ruh sağlığı açısından olumsuz birikimlerdir.
Bu tür çözümlenmemiş olaylar ve takıntılar bilinç altında birikerek nedeni açıklanamayan sıkıntı, gerginlik, davranış bozuklukları vb. nedeni olmaktadır.

Dolayısıyla ya 2. yaş bitmeden önce sünnet yapılmalıdır,
çocuk çok küçük olduğundan ne olup bittiğini algılamayacaktır.

Ya da 6. yaş bittikten sonra sünnet edilmelidir ki, ne olup bittiği kendisine anlatılabilecektir.

Phymosis” denilen bir durum sünneti erkene almayı gerektirebilir.
Bu sorunun doğmaması için bebek-çocuk yıkanırken her banyoda pipinin ucundaki “fazlalık” deri (prepusiyum) iyice geri çekilerek penis ucu (glans) tümüyle ortaya çıkarılmalı ve iyice temizlenmelidir. Bu temizlik yeterli yapıl(a)mazsa enfeksiyon yerleşmekte ve prepusiyum glansa yapışarak ağrılı – sancılı idrara neden olmaktadır. Dahası, penis ucundaki delikten yukarı doğru enfeksiyonun ilerlemesi riski de vardır. Aile fimozis ile başedemiyor ve sorun süregenleşiyor (kronikleşiyor) ise sünnetin öne alınması için tıbbi indikasyon doğabilir.

Belki de ideal olanı çocukların büyümesine bırakmak ve 18 yaş sonrası reşit olan küçüğün kendisinin kararı ile sünnet olup olmayacağının belirlenmesidir.

KADIN SÜNNETİ (FİRAVUN SÜNNETİ) !

Tarihsel kayıtlara göre Mısır kökenlidir, ve çok eskidir. O yüzden FİRAVUN SÜNNETİ” denmektedir.

Kabul edilir yanı yoktur!
İnsanlığa karşı ağır suçtur.
Dinsel bir dayanağı olmayıp, sapkın bir gelenek-töre ürünüdür.
Özellikle çok geri kalmış kimi İslam ülkelerinde kız çocuğunun cinsel duygularının köreltilmesi amacıyla bu arkaik uygulama hala yapılmaktadır.

Güya, kadının cinsel dürtüleri yok edilecek ve erkeği baştan çıkarması engellenecektir! Oysa cinsel organları ciddi biçimde tahrip edilen kadınla nasıl olağan – normal bir cinsel ilişki kurulabilecektir?

İkincisi cinsel açıdan çok kolay uyarılabilen (uyarılma eşiği düşük) olan erkektir.
Bu bağlamda “kadını rahatsız etmemesi” için erkeğin dürtü denetimi  ne alınması gerekmez mi? Öyleyse, örn. testislerinden 1’ini almaya (burmaya!) ne buyurulur?
Ya da başkaca yabanıl (vahşi, brütal) yöntemler keşfetmeye ?

Şakası bir yana; insanın normal fizyolojisine uygun bir toplumsal düzen kurmaktan başka bilimsel, akılcı yol yoktur.. Ataerkil (patriyarkal) ilkel baskıcılık (dominans) bırakılmalı kadın – erkek eşitliğine dayalı bir toplumsal işleyiş hedef olmalıdır. İnsanlar toplumsal yaşam içinde yeterince sosyalleşmeli, erdeme dayalı eğitimle de dürtülerini denetleyecek donanıma eriştirilmelidir.

Kadın sünneti” adı altında bilmem kaç bin yıllık ilkel Firavun uygulamasını günümüzde hala sürdürmek, geldiğimiz aşamada uygarlık adına utanç vericidir..

Yıllık uygulama DSÖ (Dünya Sağlık Örgütü) verilerine göre 80-130 milyon arasındadır.
Özellikle klitoris kesilmekte, o arada hoyrat ellerde büyük ve küçük dudaklar da ölçüsüz ve kalıcı zarar görebilmektedir. Kadının cinsel yaşamı ömür boyu zedelenmekte, hiç zevk alamamakta, dahası ağrılı ilişki kurabilmekte ve olağanüstü doğal estetiği yok edilmektedir.

Bu vahşi ve insanlığa karşı suç sayılması gereken eylemin en çok korkulan ve sık görülen 2 komplikasyonu kanama ve enfeksiyonlardır. Bu yüzden yitirilen kadın sünneti olguları hiç de az değildir. Enfeksiyonlar ise yukarıdan aşağı çıkarak kısırlık nedeni de olabilmektedir (assenden enfeksiyon).

Kadın sünneti insanlığın önemli halk sağlığı sorunlarından biridir ve küre genelinde bir seferberlikle kökünün kazınmasına çalışılmalıdır.

Sizlere, çok sayıda “erkek” sünneti yapmış bir hekim olarak temel düzeyde bilgiler sunduktan sonra, İsveç’ten gelen bir iletiyi paylaşmak istiyoruz :

– İskandinav ülkeleri sünneti tartışıyor

Bu bölümü bağlarken hoşgörünüzle yinelemek isteriz :

Sünnet ciddi bir tıbbi işlemdir ve mutlaka sağlık kuruluşlarında hekimlerce yapılmalıdır.

Sevgi ve saygı ile.
22.10.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===================================================

İskandinav ülkeleri sünneti tartışıyor

ALİ HAYDAR NERGİS 

alinergis@yahoo.se
MALMÖ / İSVEÇ
(21.10.12, Cumhuriyet)

Adamın başında takkesi vardı. Çember sakallıydı. Kocaman karnının üzerinden ayak bileklerine dek uzanan beyaz bir entari giymişti. Naylon terliklerinin içindeki ayakları çıplak; tırnakları uzun ve kirliydi. Gerçek adının Davut mu, David mi; Müslüman mı, yoksa Musevi mi olduğunu hiç sormadığım arkadaşım, iri kıyım o adamı göstererek sordu:

“Çevrende sünnet edilecek çocuk var mı?”

Şaşırdım; “Sünnet mi, ne sünneti!” diye sorarken gözlerim uzun entarili o adama takıldı. Bir sünnetçiden çok, semirmiş bir kasabı andırıyordu. Yanında taşıdığı el çantasında makası, usturası, sargı bezleri hazırdı. “Haydi!” dendiğinde, oracıkta yatırıp keserdi adamı. Birden çocukluk günlerime uzandı usum… Köy meydanında davul, zurna çalınıyordu. Dört amca çocuğu aynı anda sünnet edilecektik. Küçüktük, henüz ilkokula başlamamıştık. Korkuyorduk, ağlıyorduk. Tek avuntumuz, sünnetten sonra artık “erkek” sayılacaktık. Birden amca oğullarımdan biri fırladı, kavağa tırmandı. Yalvar, yakar indiremiyorlardı. Şeker, lokum önerileri fayda etmiyordu.

“Erkek olamazsın, kız çocukları gibi entari giydirirler sana” dediler, öyle indi…

Yabancılar “sünnet” olayını kavrayamıyor, dinle bağlantısını kuramıyor. İsveç başta olmak üzere, İskandinavya ülkelerinde, çocuklar yuvaya başlarken sağlık ekiplerince tepeden tırnağa sağlık denetiminden geçiriliyor. Erkek çocuklarda travmatik izler bırakan “hatalı sünnet” ler işte o zaman ortaya çıkıyor. Sağlık ekipleri, raporlar düzenleyerek durumu üst kuruluşlara ve okul yönetimlerine bildiriyor. Bazı durumlarda, “hatalı sünnet” olan çocuk yeni bir operasyon geçirmek zorunda kalıyor. İsveç’te her yıl ortalama 3 bin Müslüman ve Musevi kökenli çocuk sünnet ediliyor.

Mahkemeler, sağlık kuruluşları, yalnızca hatalı “erkek sünneti” ile değil, “kadın sünneti” ile de uğraşıyor. Özellikle, Mısır, Sudan, Somali, Etiyopya, Kenya gibi ülkelerden gelen bazı göçmen aileler, “geleneklerini” de birlikte getiriyor; gelişme çağındaki kız çocuklarını, cinsel duyarlıklarını yok etmek amacıyla sünnet ettiriyor. Bu uygulamanın suç sayılması ve ağır cezaları gerektirmesi nedeniyle, son yıllarda bu işlem, kız çocukları ülkelerine götürülerek gerçekleştiriliyor. İskandinav polisi ve sosyal kuruluşları, İskandinav ülkelerinde oturma iznine sahip kız çocuklarına, ülkelerinde sünnet edilme olasılığıyla karşılaşmaları halinde en yakın İsveç, Norveç, Danimarka ve Finlandiya büyükelçilik veya konsolosluklarına sığınmaları önerisinde bulunuyor.

  • UNICEF verilerine göre, dünyada her yıl yaklaşık 3 milyon kız çocuğu
    firavun sünneti yöntemiyle sünnet edilerek cinsel duyarlıkları köreltiliyor.

İskandinav ülkelerindeki çoğu doktor, “çocuğun bedenine dışarıdan zorla müdahale” olarak değerlendirdikleri için sünnet yapmıyor. Yüz binlerce Müslüman ve Musevi aile, erkek çocuklarını, yaz aylarında ülkelerine götürerek sünnet ettiriyor; ya da bulundukları ülkelerde, ellerinde çantalarla dolaşan yasadışı “merdiven altı” sünnetçilere teslim ediyorlar. “Hatalı sünnet” nedeniyle her yıl yüzlerce çocuk sakat kalıyor. Danimarka Ahlak Konseyi, 

15 yaşından küçük erkek çocukların sünnet edilmesinin yasaklanmasını istedi. Çocuk Konseyi Başkanı Charlotte Guldberg, “Erkek çocukların doğar doğmaz veya küçük yaşlarda sünnet edilmeleri kabul edilemez bir durumdur.” dedi. Ahlak Konseyi Başkanı Agger ise erkek çocukların sünnet olup olmayacaklarına kendileri karar verinceye dek beklenmesi çağrısı yaparak “Müslümanlar ve Musevilerin, sünnet geleneğini değiştirerek çağımıza uygun hale getirmelerini” istedi. Sünnet, yaz aylarında Danimarka parlamentosunda da tartışmaya açıldı. Kristlight Dagbladet gazetesi, muhalefet başta olmak üzere, parlamentoda grubu bulunan büyük partilerin, sünnetin yasaklanmasından yana olduklarını yazdı. Eleştirileri yanıtlayan Başbakan Helle Thorning Schmidt, “Bundan böyle sünnetlerin, sağlık müdürlüğünce denetleneceğini, sünnet sırasında doktor bulundurulmasının zorunlu hale getirileceğini” söyledi.

İsveç Tabipler Birliği de, “küçük yaştaki çocukların sünnet edilmelerinin yasaklanmasını” istedi. İsveç Çocuk Doktorları Derneği, Sosyal Sağlık Genel Müdürlüğü’ne gönderdiği mektupta, “sünnetin, çocuk haklarının ihlali anlamına geldiğini ve etik olmadığını” savundu. İsveç Cerrahlar Birliği Başkanı Gunnar Göthberg sünneti “çocuklara açık saldırı” şeklinde değerlendirdi. Sünnet konusu Norveç gündeminin de ön sıralarında yer alıyor. Norveç Çocuk Hakları denetçisi pedagog Anne Lindboe, sünnetin tıp etiğine aykırı olduğunu savunarak, “Müslüman ve Musevi ailelerin sünnet yerine sembolik bir dini tören yapmalarını” istedi. Finlandiya’da ise İngiltere’den getirilen bir haham, doğumunun 8. gününde Helsinki’deki Musevi bir ailenin çocuğunu sünnet ederken kanamayı durduramadı. Helsinki Mahkemesi, çocuğun anne ve babasıyla, hahamı hapis cezasına çarptırdı. Finlandiya’da halen yürürlükteki uygulamaya göre, okul çağındaki erkek çocuklar, kendi onayları olmadan sünnet edilemiyor.

‘Batağa doğru sürükleniyoruz’ : İzlenen dış politikanın mantığı yok!

Dostlar,

Değerli gazeteci (saygıdeğer bir meslektaşımızın eşi) Sayın Leyla Tavşanoğlu, önemli bir “Pazar Söyleşisi” ne daha imza atmış..

Emekli Büyükelçi Süha Umar ile görüşmesini sunuyor. Dış politika uzmanı
Sayın Büyükelçi de, olağanüsütü hatalı Suriye politikaları yüzünden

* Gelişmeler Türkiye’yi bir bataklığın içine çekiyor.”

kritik uyarısında bukunuyor..

Aşağıda metni sunuyoruz. Ayrıca pdf olaral okumak isterseniz lütfen erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

Suriye’de_bataga_surukleniyoruz

Okumalı, paylaşmalı ve düşünmeliyiz..

AKP İktidarı, bir an önce Suriye’ye dönük taşeron saldırgan poltikadan vazgeçmeli
..

Sevgi ve saygı ile.
22.10.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

============================================

‘Batağa doğru sürükleniyoruz’

Emekli Büyükelçi Süha Umar, Türkiye’nin Lübnanlaşma-Yugoslavyalaşma felaketinin eşiğine geldiğini söylüyor.
Emekli büyükelçi Süha Umar, Türkiye’nin Suriye konusunda bir bataklığın içine çekilmekte olduğuna işaret ediyor. Ankara’da Dışişleri Bakanlığı’nın tutarsız bir dış politika izlediğine dikkat çeken büyükelçi Umar,“Ulusal çıkarlarımıza ters olan bu dış politika bizi giderek Lübnanlaşma-Yugoslavyalaşma batağının içine çekiyor”diyerek önemli bir uyarıda bulunuyor.
– Bulunduğumuz bölge tam anlamıyla kanın gövdeyi götürdüğü bir alana dönüştü. Bu koşullar altında sizce Türkiye nereye doğru gidiyor?
S.U.- Ne söylenebilir ki? Herhalde sözün bittiği noktaya çoktan geldik. Türkiye’nin şu an içinde bulunduğu durum, “yalnızlaşma” ve “kuşatılmışlık”. İşin ilginç tarafı, politikalarımızla, söylemlerimizle, duruşumuzla, her an değişen tavrımız ve uygulanması olanağı bulunmayan hayalci düşüncelerimizle buna en büyük katkıyı kendimiz yaptık.

Israrla dile getirilen, Ortadoğu’daki gelişmelerin Türkiye’ye de yansıyacağı beklentisi giderek gerçek oluyor.

* Gelişmeler Türkiye’yi bir bataklığın içine çekiyor.

Bataklığın kıyısındaydık. Olaylar ve bazı güçler bizi bataklığa doğru itiyordu. Biz de adeta özel çaba gösterdik. Bir defa bataklığa adımınızı atarsanız artık kurtuluş yoktur.

– Peki, bu nasıl olacak?

S.U.- Türkiye açısından baktığımızda büyük olasılıkla Suriye’de, en azından kısa sürede bir çözüme varılamayacak. Esad hemen gitmeyecek. Çok sık dile getirildiği gibi, Suriye “Lübnanlaşacak.”

“Suriye ne hali varsa görsün” diyebilirsiniz ama biz bunu diyebilecek noktadan artık çok uzağız çünkü Suriye’deki gelişmelerin içine kendi isteğimizle ve büyük bir hevesle girdik.

Endişem, Suriye’nin Lübnanlaşması halinde bu sürecin Türkiye’ye de yayılmasıdır. Nitekim bunun göstergeleri fazlasıyla var. Bugün Türkiye’de, en azından belli bir bölgede ama diğer bölgelere de yayılma istidadı gösteren ciddi bir çatışma var. Üstelik bu çatışmanın her geçen gün yoğunluğu artıyor. Bu da Türkiye’nin yapısını, birliğini, geleceğini,psikolojisini etkiliyor. İzlenen dış politikayla bu durumun düzelmesi olanaksız. İç politikada tutarsız olduğumuz gibi dış politikada da tutarsızız. Ama dış politikada tutarsızlığın çok daha ağır bir bedeli var çünkü dış politika yalnızca sizin denetiminizde değil. Sizin dışınızda başka aktörler var. Üstelik bazıları sizden çok daha güçlü.

– Peki, bu tutarsızlık Türkiye’yi nereye götürür?

S.U.- Bunun bedeli çok ağır olur. Suriye’yi örnek vermek istiyorum. Suriye’de bir tutum alındı. Bu yanlıştı. Yanlış olmanın dışında gereksizdi de. Çünkü bu tutum büyük bir risk taşıyordu.

– Kim için risk taşıyordu?

S.U.- Elbette Türkiye için. Bir ülke bu tür riskler alabilir. Bazen alması da gerekebilir. Bunun tek koşulu, yaşamsal bir çıkarının söz konusu olmasıdır. Suriye’deki rejim değişikliğinde ya da bir adamın iktidardan gidip gitmemesinde Türkiye’nin ne gibi yaşamsal bir çıkarı olabilir?

Benim gördüğüm kadarıyla burada Türkiye’nin hiçbir yaşamsal çıkarı yoktur. Aksine, gelişmeler eski durumun Türkiye’nin çıkarlarına daha uygun olduğunu düşündürmeye başladı. O zaman biz neden bu politikayı izledik ve izliyoruz? Neden kendimizi bu kadar sıkıntıya soktuk?

Davutoğlu’nun vizyonu tam anlamıyla çöktü

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun iç içe geçen ya da birbiriniçevreleyen halkalarla bütün dünyaya hükmedecek, dış politika vizyonu tam tersine döndü. Bu halkalar Türkiye’yi kuşatan halkalar haline geldi.

– Sizce acaba abimiz bu işe girmemizi mi öğütledi?

S.U.- “Abimiz” kim bilmiyorum ama birileri bizi bu bataklığa soktu. Belki de içimizden birileri.

– İyi de neden kendimizi buna mecbur hissetmiş olabiliriz?

S.U.- Ya bizi yönetenlerin gelişmeleri doğru algılayamaması yüzünden ya da bu yapılmazsa başka kayıplarımız olacağı düşünüldüğünden.

– Ülke olarak mı yoksa hükümet olarak mı kaybetmekten korktuk?

S.U.- AKP’nin iktidara geldiği günden beri izlediği dış politikanın temel unsurunun ülke çıkarı olduğunu söylemek çok zor. Bu politika, sanki tümüyle bir grup, parti, iktidar çıkarı gözetilerek izleniyor görüntüsü vermektedir.

Sonuçta geldiğimiz nokta ne yazık ki iyi değil. Üstelik bu yalnızca Ortadoğu’da, çevre bölgelerde değil daha uzak bölgelerde de böyle. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, iç içe geçen ya da birbirini çevreleyen halkalarla bütün dünyaya hükmedecek, dış politika vizyonu dikkate alınırsa bu beklenti tam tersine dönmüştür.

– Neden?

S.U.- Bütün bu halkalar Türkiye’yi kuşatan halkalar haline gelmiştir. Yakın çevremize bakalım; Balkanlar, Kafkaslar, Ortadoğu. Hepsinde yapılan hatanın bini bir para. Bugün geldiğimiz yer, ülke çıkarları açısından kabul edilebilir değildir.

Kafkaslar’da bundan on yıl önce bulunduğumuz yerle bugün bulunduğumuz yer arasında olumsuz açıdan dünya kadar fark vardır. Ermenistan’a karşı zemin kaybettik. Azerbaycan’la neredeyse birbirimize girecektik. Üstelik Ermenistan açılımı ile Azerbaycan’ı Rusya’nın yanına ittik. Bölgede savaş çıkmış, Gürcistan’ın canına okunurken Kafkas İstikrar Paktı diye ortaya atıldık. Tabii kimse kulak asmadı. Sonunda, Fransa’nın, hiç sevmediğimiz eski Cumhurbaşkanı Sarkozy, sözcükleri mazur görün, “malı götürdü”. Tabii Nabucco’da, diğer enerji hatlarında da zararlı çıktık.

Arap Baharı’nın üstüne atladık. Cumhurbaşkanı büyük bir telaşla Mısır’a gitti. “Hemen seçim yapın” dedi. Anladığım kadarıyla beklentimiz Arap Baharı yaşayan ülkelerde Müslüman Kardeşler’in işbaşına gelmesi ve Türkiye’nin onlara liderlik etmesiydi. Ama geçenlerde Mısır Cumhurbaşkanı Mursi, “Biz Suriye konusunda Erdoğan ile aynı fikirde değiliz” dedi. Bu kadar temel bir konuda bile bizimle aynı fikirde olmayan bir yönetim herhalde ilerde kendisini Türkiye’nin liderliğine teslim edecek değil. Kaldı ki, Türkiye’nin çağlar boyu Ortadoğu’da doğal rakibi olan Mısır’dan böyle bir teslimiyet beklemek, tarih de bilmemek anlamına geliyor.

İzlenen dış politika sonunda Irak da Türkiye için büyük bir sıkıntı kaynağı haline geldi.

– Hangi bakımlardan?

S.U.- Her bakımdan.

– Tutarsız davranıp ABD ile ayrıştık.
– Şimdi Kuzey Irak’ta PKK üzerinden bedel ödüyoruz.
PKK terörü ağırlaştı ve nitelik değiştirdi.
– Irak merkezi hükümeti de AKP’nin “gurur duyduğu” Barzani de Esad’a destek veriyor. PKK’ye, Kuzey Suriye’de Kürtlere verilen destek ayrı.
Barzani’nin İsrail’den silah alması ise dış politikamızın başarısı konusunda başka söze gerek bırakmıyor.

Özellikle Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu bir dakika durup da “Biz neredeyiz? Ne oluyor?” demiyorlar mı acaba? Diyorlarsa nasıl bir sonuca varıyorlar ki hâlâ bu politikayı sürdürmeye çalışıyorlar.

Dayılanma siyasetinin sonuçları vahim!

– ABD’deki etkili düşünce kuruluşlarından Near East South Asia Center for Strategic Studies’in (NESA) önümüzdeki yaza dek Suriye’den 400 bini Türkiye’ye olmak üzere 1.5 milyon kişinin bölge ülkelerine sığınacağı hesaplamaları var. Buna ne diyorsunuz?

S.U.- Esad’a yönelik tehditlerimizin göçmen sayısının artmasına yol açtığı kesin. Başbakan Erdoğan’ın esip gürlemesine rağmen Esad’ın yerinde durduğu görüldükçe Suriyeliler korkup ülkelerini terk ediyor. Öbür yandan göçmenler gün geçtikçe Türkiye için her bakımdan sorun olmaya başladı. Bu sorun büyüyecek ve kimse Türkiye’ye maddi destek için bile kılını kıpırdatmayacaktır.

* Bizim hem kıpırdayamayan hem “dayılanan” politikamız Suriye’nin giderek Lübnanlaşmasına neden oluyor.

Bu politikamız Suriye’deki Kürtlerin de güçlenmesine, çevre ülkelerdeki Kürtlerle işbirliği yapmasına yarıyor. Yine bu politikamız,

* Kürtlerin Türkiye’de artık bir iç savaş haline gelmek üzere olduğunu yadsıyamayacağımız harekâtlarına yeni ve güçlü destekler yaratıyor.

Dolayısıyla, yaşamsal çıkarlarımıza ters dış politika,

Türkiye’yi de giderek bu “Lübnanlaşma-Yugoslavyalaşma” batağının içine çekiyor.

Türkiye açısından ölüm kalım meselesi                                 :

– Burada işin başka ilginç bir boyutu var. Bütün bu gelişmelerdeki başaktör olan ABD’nin artık sahaya silahlı kuvvetlerini sürmeyeceğini, bölgesel krizlerde ve çatışmalarda özel kuvvetleri, insansız hava araçlarını (drone) ve siber diplomasi olanaklarını kullanacağını beyan etmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?

S.U.- Aferin! Demek Vietnam, Afganistan ve Irak’tan epeyce ders almışlar. Ancak yeni olan insansız hava araçlarını, siber diplomasiyi bırakırsanız, “Özel Kuvvetler” bütün silahlı kuvvetlerin MÖ beri bilinen ve kullanılan “yardımcı” unsurlarıdır. Savaşta kesin sonuç almanın tek unsuru ise kara kuvvetleridir. Yani yeterli güçte ve süre ile alanda bulunmaktır. Bu her savaşın temel kuralıdır. ABD bunu yapmayacaksa söylemek istediği şudur:

“Ben dilediğim ülkeye gideceğim. Orayı karıştıracağım. Gerektiğinde ve istediğim zaman belli kişileri ve hedefleri vuracağım. Ama o ülkenin benim öngördüğüm düzene kavuşması için dahi gereğini yapmayacağım”. Bunun Türkçesi, “Ben bütün dünyada istikrarsızlık yaratmaya karar verdim.”dir. ABD bunu açıkça söylediğine göre Türkiye’nin daha da iyi düşünmesi gerekiyor.

İzlenen dış politikanın mantığı yok!

– İyi de birilerinin de yaşamsal çıkarlarına yaraması gerekiyor ki hâlâ bu politikada ısrar ediliyor?

S.U.- Bizi bu işe iten, belli kısıtlamalar içinde işin içinde tutmaya çalışanların çıkarına olduğu kesin. Bizim sorumuz, bu durum Türkiye’de kimin çıkarınadır?

Bizi yönetenler hâlâ bu politikayı niye izliyorlar? Biraz olsun aklı, mantığı, dış politika bilgisi ve deneyimi olan hiç kimsenin bu soruya mantıklı bir yanıt vermesi olanağı yok.

Şu anda görülebilen, bu dış politika nedeniyle Türkiye’nin başının, neredeyse her yerde ve her ülke ile ciddi biçimde derde girdiğidir.

=====================================

Süha Umar

İstanbul, 1945 doğumlu. Yükseköğrenimini A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde tamamladıktan sonra 1967’de Dışişleri Bakanlığı’na 3. kâtip olarak girdi. Arjantin’de başkâtip, Bulgaristan’da maiyette başkonsolos, Strasbourg’da (Avrupa Konseyi) müsteşar, NATO ve AGİT nezdinde Türkiye Daimi Temsilciliği’nde Daimi Temsilci Yardımcısı gibi önemli görevlerde bulunduktan sonra 1995’te Ürdün’e büyükelçi atandı. Kral Hüseyin tarafından Ürdün’ün en büyük nişanı, 1. Derece İstiklal Madalyası’yla taltif edildi. 1999’da kendi isteğiyle emekli oldu. 2002’de Dışişleri bakanının isteği üzerine büyükelçilik görevini tekrar üstlendi. 2004-2008 arası Dışişleri Bakanlığı İkili Siyasi İşler (Afrika ve Doğu Asya) Genel Müdürü oldu. 2008’de Belgrad Büyükelçiliği’ne atandı. 2011’de emekli oldu. Çevre, doğal yaşam ve avcılık konusunda pek çok gazetede köşe yazıları ve makaleler yazdı. Çevre korumayla ilgili çok sayıda ödül aldı.

(Cumhuriyet, 21 Ekim 2012)