Günlük arşivler: 21 Ekim 2012

Avrupa’daki Alevi yurttaşlardan : Başbakan Erdoğan’a 2 kırmızı kart..

 

Bu kırmızı kartlar Başbakan Erdoğan’a

Ayrımcılığa, asimilasyona ve savaşa karşı on bine yakın Avrupalı Alevi Cumartesi günü Strasbourg’ta yapılan protesto yürüyüşünde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve AKP hükümetine kırmızı kart gösterdi.

Fransa’dan 32 Alevi Kültür Derneğiyle beraber 20 Türk derneği protesto eylemine destek oldu.  Gün boyu süren yürüyüşe  Avrupa’nın 14 ülkesinden 100’e yakın Alevi Federasyonlarına bağlı dernekler katıldı. Dernek üyelerin taşıdıkları dövizlerde AKP hükümeti  ve başbakan Recep Tayyip Erdoğan eleştirildi.

Çok sayıda Fransız siyasilerinde desteklediği protesto eyleminde Strasbourg ve Alsas meclis üyesi Armand Jung Aleviler davalarında haklılar. Biz de bundan sonra Alevi toplumuna destek olmak için her zaman yanlarında olacağız haklı davaların bekçisi olacağız.” dedi.

Alsas meclis üyesi Jung Alevi toplumun sorunlarıyla ilgili Fransız Dışişleri Bakanlığıyla temasa geçildiğini duyurdu. Fransa Alevi Birlikleri Federasyonu (FUAF) bakanlıktan görüşme randevusu bekliyor. Strasbourg’taki yürüyüşe ev sahipliği yapan FUAF başkanı Erdal Kılıçkaya :

Avrupa’dan Türkiye’ye bakınca karanlık bir tablo görüyoruz.

– Cem evlerine yasal statü verilmemesi,
– zorunlu din dersleri,
– Alevilere yönelik artan saldırılar,
– Alevi evlerinin kapılarının işaretlenmesi ve
– yaşanan birçok dışlanma örnekleri..

Bizi haykırmaya davet etti.

Biz Aleviler;

* laikliğin, demokrasinin, eşitliğin savunucusu olarak
* zulme, baskıya, adaletsizliğe, asimilasyon, ayrımcılık ve savaşa hayır diyoruz.

Türkiye’deki karanlık tablonun değişmesi için bugün Avrupa’nın merkezi Strasbourg’ta sokağa döküldük.” diye konuştu.

Başbakan Erdoğan’a kırmızı kart

Strasbourg’un Place Bourse meydanında başlayan yürüyüş Avrupa Konseyi‘ne (AK) dek sürdü. Yaklaşık üç saatlik yürüyüşte binlerce Alevi savaşa karşı ve Başbakan Erdoğan aleyhine sloganlar attı. Eylemciler AKP hükümeti ve başbakan Erdoğan’ın izlediği politikaya karşı protesto edip kırmızı kartlarını gösterdi. Davul, zurna eşliğinde süren yürüyüş kolun için kimi caddeler trafiğe kapatıldı. Korteje polis eşlik etti.

AK (Avrupa Konseyi) önünde toplanan on bin Alevi yurttaşımız sloganlarını sürdürdü. Yürüyüşe katılanlar arasında Avrupa Alevi Birlikleri Federasyonu Başkanı Turgut Öker, CHP Tunceli milletvekili Hüseyin Aygün, Türkiye Alevi Bektaşi Federasyonu Başkanı Selahattin Özel bulundu. AK önünde kurulan platformda yapılan konuşmalarda hedef yine Başbakan Erdoğan oldu. Yürüyüşe katılanları selamlayan FUAF Kurumsallaştırma Komisyon sorumlusu Dursun Coşar katılımcılara teşekkür etti. Derneklerin gençlik kollarının saz ve Avrupa Konseyi önünde sema gösterisiyle, çocukların beyaz barış balonlarını gökyüzüne bırakmaları büyük alkış topladı.

Vekil Kürtçe başladı, Türkçe sürdürdü..

CHP Tunceli milletvekili Hüseyin Aygün konuşmasını Kürtçe başlayıp, Türkçe sürdürdü. Milletvekili Aygün konuşmasında, TBMM çatısı altında 50 milletvekiliyle çok sayıda personelin  Alevi olduğuna dikkat çekti.

Sembolik ve başbakan Erdoğan’ı denemek için TBMM Cemevi isteminin yerine getirilmediğini söyledi.

TBMM’de kadın ve erkekler için ayrı mescitlerin bulunduğunu ama Cemevine müsaade çıkmadığını anlattı.

Türkiye’de yüz binden fazla caminin bulunmasına karşılık cemevi sayısın yalnızca 578 olduğunu hatırlattı. Avrupa Aleviler Federasyonu Başkanı Turgut Öker de

“Başbakan Erdoğan bize hak verecek diye inanıyorsanız yanılıyorsunuz. Mücadelemizi birlikte sürdüreceğiz . Kimseye diz çökmeyeceğiz. Sol ve sosyalist partiler bizi destekliyor, bizler de onlara destek olacağız. AK Parti zihniyetine karşı hepimiz kenetlenmeliyiz başka şansımız yok.” dedi.

Erdoğan’a 2 hediye

Türkiye’de karanlık bir tablo var diyen FUAF başkanı Erdal Kılıçkaya“karanlık bir tablo”yu hoşgörüsüzlük ödülü olarak veriyoruz. Renkli bir tablo olmasını çok isterdik ama biz Türkiye’ye baktığımızda kapkara bir tablo görüyoruz. İkinci sürprizimiz ise Suriye için savaş kışkırtıcılığı yapan başbakan Erdoğan‘a  Suriye’de akan kanı sembolize eden içinde kırmızı renkli boya olan şişeyi hediye ediyoruz. Hoşgörüsüzlük hediyelerini Pazartesi günü postayla Ankara’ya gönderiyoruz” şeklinde konuştu.

(CNN Türk ve Cumhuriyet Haber Portalı, 21.10.12)

Cumuriyet, 21 Ekim 2012 : Ahmet Taner Kışlalı’yı özlemle anıyoruz..

Ahmet Taner Kışlalı’yı özlemle anıyoruz

Bombalı bir saldırı sonucu yaşamını yitiren Cumhuriyet Gazetesi yazarı
Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’yı ölümünün 13. yıldönümünde anıyoruz.

1991 yılından öldürüldüğü güne dek Cumhuriyet Gazetesi’nde “Haftaya Bakış” köşesinde yazan, Atatürkçü Düşünce Derneği’nin genel başkan yardımcısı, 1977 yılında CHP İzmir Milletvekili, 1978 Bülent Ecevit hükümetinin Kültür Bakanı, akademisyen ve yazar Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, 13 yıl önce bugün, 21 Ekim 1999’da Çayyolu Engürü Sitesi’ndeki evinin önünde arabasına konulan bombanın patlaması sonucu yaşamını yitirdi.

Kışlalı’yı anma etkinlikleri dün Cumhuriyet Kültür Merkezi’nde başladı. Kışlalı’nın ağabeyi Mehmet Ali Kışlalı’nın da katıldığı etkinlikte Eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Yekta Güngör Özden;

“Ölüler biz andıkça yaşar. Aydınların değerini yeterince bilmiyoruz. Bilsek bu kara tablo içinde olmazdık. Yarına ilişkin bana göre umut yok. Atatürk’e kin kusan kuyruklar var maalesef.

Türkiye Cumhuriyeti, çağın bir mucizesidir.” dedi.

Programı izleyen bir yurttaş ise, Kışlalı’nın ortaokulda Freud ve Marx okuduğunu belirterek, kendisine ‘Niye siyasete tekrar dönmüyorsun?’ diye sorulduğunda Kışlalı’nın;

‘Siyasetçiyken belli konularda etkin olabiliyordum. Yazar olarak halkı daha iyi bilinçlendirdiğimi düşünüyorum.’ yanıtını verdiğini anlattı.

İlk tören evinin önünde

Kışlalı, yaşamını yitirmesinin 13. yılında bugün düzenlenen törenlerle anılacak.  Gazetemizle birlikte CHP, Atatürkçü Düşünce Derneği ve Çağdaş Yaşamı Destekleme  Derneği tarafından düzenlenecek ilk tören Çayyolu Kışlalı Sokak’ta Kışlalı’nın evinin  önünde saat 09.30’da başlayacak. Ardından saat 10.00’da Çayyolu Kışlalı Parkı’ndaki heykelinin önüne geçilecek. Saat 12.30’da ise Kışlalı’nın Karşıyaka Mezarlığı’ndaki gömütü önünde buluşulacak.

2000 yılında yürütülen UMUT Operasyonu’nda, İran güdümlü Tevhid/Selam örgütü ve  Kudüs Savaşçıları Örgütü ile bağlantılı olduğu ve Kışlalı suikastını birlikte tasarladıkları  belirlenen Ferhan Özmen, Rüştü Aytufan ve Necdet Yüksel “anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmeye teşebbüs” suçundan ölüm cezasına çarptırıldı. Özmen ve Yüksel’in suikasta birlikte katıldıklarını söyledikleri Oğuz Demir ise hâlâ yakalanamadı.

Cumhuriyet, 21 Ekim 2012

 

Kışlalı Ne Yazmıştı ? ABD ATATÜRK’E NİÇİN KARŞI?

 


Dostlar,

Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, 13 yıl önce bu gün, 21 Ekim 1999’da sabah saatlerinde kalleşçe öldürülmüştü.

Evinin önünde, arabasının camına konan bir paketi atarken patlamyan bomba, kolunu koparmış ve kan yitiminden kendisini yitirmiştik.

Tam 60 yaşında idi.

Yekta Güngör Özden‘in Genel Başkanı olduğu ADD’nin Genel Başkan Yardımcısı idi  Ahmet Taner Kışlalı hoca ve ülkeyi aydınlanma konferansları için dolaşıyordu.

İlerleyen yıllarda O’nun ADD’deki koltuğuna biz oturduk ama O’nun yerini doldurmak ne mümkün?! Elimizden geleni yaptık.. 1996 – 2012 arası 1400’ü aşkın aydınlanma konferansı da biz vermişiz.. Ülkemize helal olsun..

Biz de o aralar ADD Edirne Şubesi Başkanı idik ve kendisini Edirne’ye konferansa çağırmıştık.

Trakya Üniversitesi’nin Türkan Sabancı Kültür Merkezinde 75 dakika süren bir konuşma yapmıştı. Salon doluydu. 28 Şubat süreci yaşanıyordu. Türban temel sorunlardandı.

Konferans sonunda, başörtülü – türbanlı öğrenciler çevresini sarmış sorulara boğmuşlardı O’nu. Güleryüzü ve tüm insancıllığı ile onları yanıtlıyordu.

Kendisinin bombalı tuzakla alçakça öldürülmesinin ardından biz de Edirne’de yakın korumaya alındık. 1 yıl boyunca yakın korumalı bir yaşam sürdürdük.. Gün olur onu da yazarız, nasıl bir şey diye..

Ahmet Taner hocaya çok şey borçluyuz. Cumhuriyet’teki makaleleriyle, kitaplarıyla ve konferanslarıyla bir dönem Türkiye’ye ışık tuttu.. Bıraktıkları hala yolumuzu ışıtıyor.

Kendisini, dostluğunu, tadına doyamadığımız yazılarını çok özlüyoruz.

“ABD ATATÜRK’E NİÇİN KARŞI?”

başlıklı yazısını aşağıda sunuyoruz..

Hep olduğu gibi, gerçekte faili meşhur bu cinayet de faili meçhul olarak tarihe gömüldü. Tetikçilerin gerisindeki azmettiriciler bir türü bulun(a)madı.. Zamanın dinci-gerici bir gazetesi hedef göstermişti. Fotoğrafının üstüne kocaman bir çarpı işareti ile..

Sevgin anısı önünde saygı ile eğiliyoruz.

Bir saptamasını özellikle unutmuyoruz :

  • Kemalizm geçmişin bekçiliği değil; geleceğin öncülüğüdür..  

Sevgi ve saygı ile.
21.10.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=================================================

AHMET TANER KIŞLALI

www.kemalistler.com
Cumhuriyet, Haziran 1996 (Bir Türkün Ölümü adlı kitabında da yer verdi)

ABD ATATÜRK’E NİÇİN KARŞI? 

Önceki yazımda bazı somut bilgiler vardı.

ABD’li bazı “servis”lerin, Türkiye’ye yönelik çabaları ile ilgili bilgilerdi bunlar. Atatürk’ü ve Kemalizm’i yıkmak için gösterilen çabalar yanyana geldiğinde, ortaya yadsınamayacak bir tablo çıkıyordu. Ama bu tabloya eklenecek, birkaç fırça darbesi daha kalmıştı.

Varan bir   :

“CIA İstasyon Şefi” Paul Henze, 1993 yılında bir rapor hazırlıyor; ama “yeni dünya düzeni” ile birlikte gerekliliği de kalmamıştır. “Klasik Atatürkçülük” ölmüştür… Aydınların imam hatip okulları konusundaki endişeleri yersizdir. İran ve Arap parası ile desteklenen köktendincilik, Türkiye için ciddi bir tehlike değildir…

Atatürk’e “deccal” diyen Said – i Nursi ve Nurcular ilericidir… Nakşibendiler geriye dönük değillerdir; Orta Asya Türk cumhuriyetleri ile bağlantıyı sağlayabilirler…

Varan iki   :

Samuel Huntington gibi “bazı” ABD’li yazarlar, Kemalizme karşı “ılımlı İslam”a sahip çıkıyorlar. Türkiye’nin batı ile bütünleşmesini istemiyorlar. Türkiye’nin “yeni dünya düzeni” içindeki yerinin “ılımlı İslam” olması gerektiğini düşünüyorlar. Batının çıkarının bunu gerektirdiğini savunuyorlar…

Varan üç   :

CIA Türkiye ve Ortadoğu masa şeflerinden Graham Fuller de, üç yıl önce bir Türkiye raporu hazırlıyor… Ve özellikle “Kürt sorunu”na elatıyor:

Irak’ın “üniter” yapısını koruması ABD çıkarlarına uygun değildir. Türkiye Kürtlere özerklik verirse, Kuzey Irak’taki Kürtlerle bir bütünleşme gerçekleşebilir. En kötü şey, Türkiye’nin Irak’a yakınlaşmasıdır.

Şimdi gelelim sorunun yanıtına: ABD “servis”leri Atatürk’e niçin düşman?

Bunun dört temel nedeni var.

Birincisi…

Laik – demokratik Kemalist model, “ihraç” etmeye elverişli değildir. Türkiye’nin toplumsal kültürel altyapısına sahip bulunmayan İslam ülkeleri bu modeli uygulayamazlar. “Ilımlı İslam” ile bütünleşmiş, yarı çağdaş bir Türkiye, ABD çıkarlarına daha uygundur!

Üstelik, petrol zengini Ortadoğu ülkelerindeki çağdışı rejimlerin varlığını koruması açısından, Kemalist model tehlikeli bir örnektir. Bu rejimlerin varlığı, Amerikan çıkarlarının güvencesindedir!

İkincisi…

Kemalizmin temelinde ulusal birlik ve tam bağımsızlık ilkeleri vardır. Bu ise, ABD’nin ve genel olarak batının çıkarlarına terstir. Türkiye ne yıkılmalı, ama ne de bağımsız hareket edebilecek kadar güçlenmelidir. Türkiye Ortadoğuda büyük bir güç olmamalıdır!

Üçüncüsü…

Türkiye’nin Kürtlere özerklik vermesi giderek federasyonu peşinden getirir.
Bir adım sonrası ise, komşu devletlerin de parçalanması ile, “bağımsız” bir Kürt devletinin oluşturulmasıdır. Her zaman ABD’ye muhtaç böyle bir devlet… Amerikan çıkarları için en iyi çözümdür. Ama bu formülün uygulanabilmesi için ilk koşul, Türkiye’de Atatürk’ün ve ilkelerinin yıkılmasıdır!

Dördüncüsü…

Yeni dünya düzeninde, uluslararası sermayenin karşısında kalan tek engel “ulusal devlet”tir. Türkiye’de Atatürk yıkılmadan ulusal devletin yıkılamayacağı ise bir gerçektir!

1994 Aralığında, Yeni Demokrasi Hareketi kurulurken çıkan bir yazım şöyle noktalanıyordu:

“Özal – 12 Eylül sayesinde – boşaltılmış bir meydanda işe başlamıştı… ‘Dört eğilimi’ birleştirip, ABD’nin çizdiği yolda kararlılıkla yürüdü. Ama bugün artık ne dünya o günün dünyası, ne de Türkiye o günün Türkiyesi… Özal öldü, yaşasın Boyner!.. Doğru isim, yanlış zaman… Ve tarihi, isimler değil ‘zaman’lar belirler!..”

Suç, bir buçuk yılda tükenen Boyner’de değil, “zaman”da!

Ve zamanlar hep Atatürk’ü haklı çıkarıyor!

Prof.Dr. Ahmet Taner Kışlalı’yı Anma Programı : 13. Yıl..

 

 

 

 


ADD Genel Başkan Yardımcısı
Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’yı Anma Programı

addlogo

20 Ekim 2012 Cumartesi

Saat: 14.00 – Gazetesindeyiz
Konferans: Günümüzde Laiklik ve Hukuk
Konuşmacı: Yekta Güngör Özden (Anayasa Mahkemesi E. Başkanı)
Yer: Cumhuriyet Kültür Merkezi
Ahmet Rasim Sok. No:14 Çankaya Ankara

21 Ekim 2012 Pazar

Saat 09.30 – Evinin Önündeyiz (Çayyolu, Kışlalı Sokak)
Saat 10.00 – Heykeli Önündeyiz (Çayyolu Kışlalı Parkı)
Saat 12.30 – Gömütü Önündeyiz (Karşıyaka Gömütlüğü)
Saat 19.00 – ADD Batıkent Şubesi, Ahmet Taner Kışlalı Kültür Merkezi, anma paneli

Katılımcı Kuruluşlar     :

– Atatürkçü Düşünce Derneği
– Cumhuriyet Gazetesi
– Cumhuriyet Halk Partisi
– Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği

=============================================

Dostlar,

Kışlalı Dostarını bekliyoruz…

Sevgi ve saygı ile.
21.10.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Ahmet SALTIK

21 Ekim 2012


Geleneksel Türk Dış Politikasında Savaşın Yeri

© Ulusal egemenlik, geleneksel Türk dış politikasının hem hedefi hem de aracıdır.  Bundan dolayı, dış politikayı yönetecek olanlar, en büyük güç kaynağı olan ulustan yetki almalılar ve ulusun gücüne dayanmalıdırlar.

 

Prof. Dr. Metin KALE
Osmangazi Üniv. Tıp Fakültesi Emekli Öğretim Üyesi

  • “Savaş zaruri ve hayati olmalıdır. Millet hayatı tehlikeye uğramadıkça, harp bir cinayettir.” Atatürk

Prensipleri ve ilkeleri Atatürk tarafından saptanan Türkiye’nin dış politikası ve uluslararası ilişkileri gelenekselleşmiş bazı özellikler gösterir.

Bu ilişkileri düzenlerken Atatürk’ün, eylemini olayların akışına bırakmayıp önceden planladığı, bu ilişkilerde maddi değerlerden çok manevi değerlere önem verdiği,
bütün kararlarının altında halka inanç, güven ve saygının yattığı, ulusal egemenlik ve tam bağımsızlığı vazgeçilmez koşul saydığı ve bu ilişkileri realizm ve akılcılık temelleri üzerine inşa ettiği görülür.

Cumhuriyetin kuruluş aşamalarında Atatürk’ün maddi değerlere çok önem vermemiş olması, O’nu, Osmanlı devlet adamlarından ayıran özelliklerinden biridir. İmparatorluğun çöküş dönemleriyle Cumhuriyetin kuruluşuna kadar geçen devrede Osmanlı devlet adamlarında akıllılığın ve becerikliliğin ölçütü Avrupalılardan borç bulabilmekti. Bu kişilere göre, borç bulunmadıkça devletin yaşayabilmesine olanak yoktu. Hatta bazıları işi daha da ileri götürerek, devletin yaşayabilmesi için Türkiye’nin başka bir devletin güdümü altına girmesini istiyordu. Bu tür düşünceleri asla benimsemeyen ve şiddetle reddeden Atatürk, bir ulusu maddi yıkımdan çok, moral değerlerin yozlaşmasının çöküntüye götüreceğini belirtiyordu.

O’nu bu şekilde düşünmeye iten, özgün ruh yapısı ve Türk ulusuna olan engin sevgisi ile halkta gördüğü mücadele ve dayanma gücüydü.

Ulusal egemenlik, geleneksel Türk dış politikasının hem hedefi hem de aracıdır. Bundan dolayı dış politikayı yönetecek olanlar, en büyük güç kaynağı olan ulustan yetki almalılar ve ulusun gücüne dayanmalıdırlar. Ulustan yetki almayan, ona dayanmayan veya inanmayan kişi ve kurumların ulus adına, yabancı uluslarla görüşmeye ve konuşmaya yetkileri olamayacağı bellidir. Diğer taraftan, yabancı uluslar da giriştikleri taahhütleri ulusuna benimsetebilecek kişi ve kurumları muhatap sayarlar.

Atatürk’e göre ulusal iradeye dayanmayanların, bir ülke adına hareket etmeleri yasal değildir ve yetkisiz şekilde yapılan uluslararası işlemler de adına yapılan ülkeyi bağlamaz. Bu düşünce, yabancı devletlerin de ciddiye aldığı bir yöntemdir.

Atatürk döneminin dış politikasının vazgeçilmez ana hedefi “tam bağımsızlık”tır.

Bu görüşünü 9 Haziran 1921’de Ankara’ya gelen Fransa temsilcisi Franklin Bouillon’a

  • “Tam bağımsızlık bugün bizim üzerimize aldığımız görevin özüdür.
    Bu görev bütün tarihe ve ulusa karşı yüklenilmiştir.” şeklinde ifade eder.

Tam bağımsızlığın önemli bir koşulu, dünyadaki güç dengelerini iyi hesap edebilmek ve büyük bir devletin etkisi altına girmemeye özen göstermektir. Tam bağımsızlık ülkeyi, uluslararası ilişkilerde tek başına ulusal sınırlar içine hapseden bir anlayış olmadığı gibi, “Dış yardımla çatışır, onu engeller” görüşü de yanlıştır. Ulusal bağımsızlığı ve ulusal çıkarları tehlikeye sokmayacak dış yardımdan kaçınılmaz.

Geleneksel Türk dış politikasında çok önemli ilkeler söz konusudur.
Bunların başında, başka ulusların içişlerine ve ülke bütünlüğüne karışmama gelir. Bu ilkeye başta İslam ve Ortadoğu ülkeleri olmak üzere bütün komşularımızla olan ilişkilerde özen gösterilmelidir. Bu özellik büyük güçlüklerle ve uğraşlarla dış politikaya kazandırılabilmiştir. Bu ilkeye bağlı kalınmadığı takdirde neler olabileceğini Atatürk şöyle dile getiriyor:

  • “Ulusa şunu ihtar ettim ki; kendimizi dünyanın hâkimi zannetmek gafleti,
    artık devam etmemelidir. Gerçek yerimizi, dünyanın vaziyetini tanımamaktaki gafletle, gafillere uymakla ulusumuzu sürüklediğimiz felaketler yetişir.
    Bile bile aynı faciayı devam ettiremeyiz.”

Yurtta barış, dünyada barış” uluslararası ilişkilerdeki diğer bir ilkedir. Yurtta ve dünyada barışı savaşta olsun, zaferden sonra olsun Atatürk kadar gerçekten isteyen ve koşullarını sağlayan başka bir lider yoktur. Yaptığı bütün savaşlar aslında, barışın gerçekleştirilmesine yöneliktir. Ondaki barışçılık yurt ve ulus bilinciyle, tarihi doğru yorumlamasının bir sonucudur. Bu barışçı anlayışladır ki, ulusal savaş “Misakı Milli veya Ulusal And” sınırları içinde kalmıştır. Türk ulusal Kurtuluş Savaşı yasal bir savaş olup, uluslararası hukukun bir devlete izin verdiği yegâne savaştır. Atatürk, “Vatanın bütünlüğü ve ulusun bağımsızlığı tehlikeye düşmedikçe” savaşı bir cinayet olarak gören bir anlayışa sahiptir.

Hayalci ve maceracı davranışlardan çok, çile çeken Türk milletinin ıstıraplarını çok iyi bilen Atatürk serüvencilikten uzak bir dış politika izlerken, aynı zamanda aktif olmayı da ihmal etmemiştir. 1936’da Montrö Boğazlar Sözleşmesi öncesi dönemde görüldüğü gibi aktif bir diplomasi uygulanmış, Türkiye 1930’larda Avrupa gelişmeleri hakkında fikrine değer verilen bir ülke olmuştur. 1928 tarihli Briand Kellog Paktı konusundaki Türkiye’nin ilgi ve desteği, 1934’te Balkan Antantı ve l937’de Sadabat Paktı konusundaki öncü rolü aktif politikanın bir göstergesidir.

Ayrıca 1937’de Hatay’ın anavatana katılması sorununda izlediği aktif politika ile yine dost ve komşu bazı İslam ülkelerinin Milletler Cemiyeti’ne katılmasındaki Türkiye’nin çabaları ve başarısı bu çerçeve içinde değerlendirilebilir.

Türk dış politikasında kamuoyunun ulusal sorunlarda önceden hazırlanmasına da
çok önem verilir. Kamuoyunu inandırmadan eyleme geçmek dış politikada çoğu zaman talihsizliklere yol açar.  Bir ulusun bölünmez bütünlüğü çeşitli şekil ve davranışlarla saldırı emelleri besleyenlere gösterilebiliyorsa, saldırı heveslileri bu emellerinden vazgeçebilirler.

İçine düşeceğimiz her karanlık durumda;

  • Işığımız her zamanki gibi Atatürk ilkeleri ve devrimleri olacaktır.

(Cumhuriyet, 20.10.12)

Yeni TYÖK Yasası Ne Getiriyor ve Ne Götürüyor?


Dostlar,
Türkiye iğneden ipliğe yeniden yapılandırılyor küresel güçlerin ve iktidarın güdümünde.Sıra üniversitelere geldi.

Zaten ileri demokrasi ile susturulmuş, prasız eğitim isteyen yüzlerce genci hapse atılmış, türbana arşı çıkan öğretim üyeleri disiplin cezası ile ertelenmeyerek ve para cezasına dönüştürülmeyerek hapis cezası almış, mitoza sokulmuş tabela üniversitelerle sayısı 200’e koşan, öğrenci haçlarının popülistçe kaldırılarak yerine üniversitelerel yeni reel kaynak sağlanmadığı, öğrenci kontenjanlarının akıl dışı ölçüde artırıldığı, çalışanlarının özlük haklarının geriletildiğibir yükseköğrenim sistemi..

Beylik gerekçelerle “reform sürecine tabi tutulacak“..

Üniversite özerkliği iyice bitirilecek, bu kurumlar sermayenin emrine sokulacak, yabancı üniversitelere izin verilecek, vakıf üniversiteleri gerçekteözelüniversite değilmişçesine ayrıca “özel üniversite” açılışı olanaklı kılınacak..

Türkiye Türkiye’den yönetilmiyor.
Temel sorun bu arada.
Bu parlayıcı-patlayıcı, boğucu-yakıcı gerçek kavranıp buna uygun konum alınmadıkça sürecek gözüküyor..

İbrahim hocanın değerlendirmesini okumak gerekiyor çok tehlikeli süreci kavramak için..

Sevgi ve saygı ile.
21.10.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

================================================

Yeni TYÖK Yasası Ne Getiriyor ve Ne Götürüyor?

Prof. Dr. İbrahim Ortaş
Çukurova Üniversitesi
iortas@cu.edu.tr
Yeni TYÖK (Türk Yükseköğretim Kanunuve eski YÖK yasası uzunca eleştirilerden sonra Rektörler ve ÜAK üyelerinin bilgisine sunuldu. Yeni yasanın üniversite tanımı özerklik ve evrensel yükseköğretim anlayışı ile çelişmektedir. Yasa fırsat eşitliği, demokrasi, rekabet gibi önemsenen söylemler olmakla birlikte üniversitelerin olmazsa olmazı olan özerkliği bay pas ederek üniversite üst yönetimlerinin oluşumunu kontrol etmeyi öngörüyor. Yasa temelde rektörlük seçimi sorununa odaklanmış ve kontrolü doğrudan veya dolaylı olarak hükümet ve TYÖK’e bağlı bir üniversite konseyi tarafından yürütülmesini hedefliyor. Yasa üniversiteleri kendi içinde gelişmişlik düzeylerine göre birkaç konsey modelini öneriyor. Kendi gelirini kendisi oluşturan ilk 10 kadar üniversiteyi bir kategoriye koyarak adeta mütevelli heyeti yöntemi ile rektör atamasını öneriyor. Yeni kurulan ve sınırlı sayıda öğretim üyesine sahip üniversiteleri bir şekilde atama benzeri bir yola rektör atamasını öneriyor. Geriye kalan geniş bir üniversite grubunu da kısmi kontrol ile rektör atamasını öngörüyor. Rektör atanması açıkça siyasileşeceği ve yer yer yerel YÖK yapılarının oluşacağı kaygısı öne çıkmaktadır.Yasanın bu hali üniversite özerkliğini tamamen ortadan kaldıran, özel ve yabancı üniversitelerin önünü açan, öğretim üyelerinin kendi kararlarını verme olanağını elinden alan ve birer çalışan memur durumuna getirmektedir. Önerilen yasadaki rektör seçimi yöntemi mevcut anayasanın 130 ve 131. maddesine aykırı, diğer bazı pratik öneriler ise anayasaya bile gereksinim duymadan mevcut 2547 sayılı yasa kendi içinde alacağı kararlarla çözebilir.

Aşağıda yasanın önerildiği şekli ile ana hatlarını ve görüşlerimi de katarak işledim. Mevcut YÖK yasası son 30 yılda üniversitelerimizi verimsizleştirdi. YÖK yasası ilk oluştuğunda yapılan eleştirilerin tümü haklı çıktı. Ülkemiz bilim dünyasından koptu ancak 2547 sayılı yasaya karşı önerilen yeni yasanın bu halini hak etmediğimizi düşünüyorum. Üniversite kamuoylarında aldığım ilk tepki üniversite kamuoyunun kabul etmeyeceği yönünde. Hatta 2547 kalsın daha iyi diyenleri duydum.

Yeni Yasa Sekiz Ana Bölümden Oluşmakta:

1. Yükseköğretim Kurumu Statüleri,
2. Yükseköğretim Kurumunun Yönetimindeki Ana Organlar,
3. Yükseköğretim Alanının Koordinasyonu Ve Üst-Yönetimi,
4. Eğitim,
5. Yükseköğretimde Araştırma,
6. Toplumsal Hizmet,
7. Yükseköğretimin Denetimi Ve Kalite Güvencesi,
8. Öğretim Elemanı Atama Ve Yükseltme Süreçleri.

YÖK’ün adı değişiyor

YÖK’ün adı başına Türkiye kelimesi eklenerek Türkiye Yükseköğretim Kurulu olarak değişiyor. TYÖK’ün yapılanması organlarının seçimini de eski YÖK yasasında olduğu gibi yine Cumhurbaşkanı, üniversiteler ve Bakanlar Kurulu yapıyor. Bir alternatif olarak TBMM de düşünülüyor. Bir öneri olarak Üniversitelerarası Kurul ve Rektörler Konseyi de kaldırılarak yerine Rektörler Kurulu getiriliyor.

Dünyada örneği olmayan YÖK’ün artık kaldırılması ve yerine bir koordinasyon merkezi olarak Rektörler Kurulunun kurulması daha yararlı olur görüşündeyim.

PERFORMANS GELİYOR

Yeni yasa önerisi biraz da rekabeti teşvik etme, yükseköğretim kurumlarının kendi içinde performansı öne çıkaran bir yönetim modeli geliştirmesi öneriliyor. Akademik üretimi merkeze alarak desteklemeyi amaçlayan bir yapı öneriliyor. Akademisyenlerin performansları doğrudan kurumun performansına ve maaşa yansıtılacak. Performans için somut ölçütler sağlanmazsa kişiler arasında gereksiz ayrıcalıklar yaratır. Üniversiteler İYİ AKADEMİSYEN alımı için daha seçici davranmaya zorlanabilir. Ancak üniversitelerin akademisyen yetiştirme konusundaki ihtiyacını ve sorunu çözmez. Performans her fakülte için nasıl uygulanacak net değil.

ÖZEL VE YABANCI ÜNİVERSİTELER

Yeni yapıda 4 farklı yükseköğretim kurumu öngörülüyor:

1) Devlet üniversiteleri,
2) Vakıf üniversiteleri,
3) Özel üniversiteler,
4. Yabancı üniversiteler

Yeni yasa ile “Özel hukuk tüzel kişiliğini haiz ve Yükseköğretim Kurulunun teklifi üzerine Bakanlar Kurulu kararı ile kurulan Özel yükseköğretim kurumu. Yabancı Yükseköğretim Kurumları da öngörülmektedir”.

Mevcut yasada devlet ve vakıf üniversiteleri mevcut. Ancak özel paralı üniversite yok. Sanırım özel üniversitelerde tüm finansman, eğitim hizmetini alan öğrenciler tarafından karşılanacak. Mevcut hali ile çoğu Vakıf üniversitesi kontenjan doldurma sorunu nedeniyle kapanma noktasına gelmişken, yeni özel üniversite ve kontrolsüz yabancı üniversiteler sorun olabilir. Mevcut halde vakıf üniversitelerinin altyapısı oluşturulmadan açılması nedeniyle kısa sürede çoğunun ilgi görmediği gözlenmiştir. Vakıf üniversiteleri akademik kadrolarını çoğunlukla devlet üniversitelerinden yüksek maaşla sağlamış ve devlet üniversiteleri bu arada akademik anlamda kan kaybetmiştir.

Bugüne kadar özel ve yabancı üniversite çekingen olarak siyasilerin gündemine gelmiş ancak Anayasa Mahkemesi tarafından ret edilmiş, yabancı üniversiteler ise Milli Güvenliğe aykırı görülmüş. Son yıllarda bölgemizde Katar, Bahreyn, Ürdün ve öbür Arap ülkelerinde açılan bazı üniversitelerin değişik nedenli krizlerle kapandığı ve öğrencilerin mağdur olduğu biliniyor. Çoğu yerde “Kayıt yap diplomanı al” veya “Denize nazır binalarda diploman hazır” anlayışı ve reklamı sorun oluşturabilir.

ÜNİVERSİTE KONSEYİ GELİYOR

Belirlenen şartları taşıyan kurumsallaşmış bazı üniversitelerde Üniversite Konseyi kurulabilecek. Konseyin oluşması şartları tam anlaşılmamakla beraber, taslak metin: “Devlet üniversitelerinde Bakanlar Kurulu kararı ile kurulacak olan Üniversite Konseyinin kuruluş şartları arasında, şu anki tartışmalar itibariyle, en az 10 yıldan beri faaliyette olması; son 5 yıl içinde yükseköğretim kurumunun bütçesinin, Kurul tarafından belirlenen miktarının kendi öz gelirlerinden elde edilmesi; öğretim elemanlarının son 3 yıllık akademik faaliyet puan ortalamasının, 10 yıldır faaliyetini sürdüren devlet üniversitelerinin öğretim elemanlarının ortalamasından fazla olması; öğretim elemanlarının en az üçte ikisinin katıldığı bir oylamada katılanların salt çoğunluğunun oyu ile kabul edilmesi ya da oylama olmaksızın Yükseköğretim Kurulu tarafından doğrudan Bakanlar Kuruluna teklif edilmesi gibi şartlar bulunmaktadır”.

Çok tartışmalı ve üniversite öğretim üyelerinin iradesinin sınırlandırıldığı ve siyasetin etkisinin baskın olacağı bir yapılanma öneriliyor. Konseyde en çok vergi veren üyenin atanması teklifi daha önce de birkaç kez gündeme gelmişti, ancak kamuoyunda parayı nasıl kazandığı bilinen bir iki ismin tartışma konusu olmaya başlaması ile teklif geri çekilmişti.

KONSEY SÜPER YETKİLERE SAHİP

Yeni yasada YÖK yerine isim değişikliği ile oluşturulacak Türkiye Yükseköğretim Kurumu TYÖK üniversite konseyi üzerinde denetleyici olacak. Yasa önerisi: “Üniversite Konseyi, rektör ve dekanları seçer ve atar; Üniversite stratejik planını ve performans programını onaylar; üniversite yatırımprogramını karara bağlar; Üniversite adına kamulaştırmaya, gayrimenkul satın alınmasına ve üniversitenin mülkiyetindeki gayrimenkuller üzerinde üçüncü kişiler lehine ayni hak tesisine karar verir; öğrenci kontenjanlarını ve öğrenim ücretlerini Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde belirler; sözleşmeli öğretim elemanlarına ve idari personele yapılacak ücret ve diğer ödemeleri belirler; senatonun ve üniversite yönetim kurulunun bazı kararlarını onaylar”.

Üniversite Konseylerinin önemli görevlerinden biri de “öğrenci kontenjanlarını ve öğrenim ücretlerini belirler” deniyor. Bu durumda üniversitelerde öğrencilerden ücret alınacağı belirtilecek.

Üniversitelerin faaliyetleri TYÖK bünyesinde Değerlendirme ve Denetleme Daire Başkanlığı kurulacak. Kurul, yıllık hazırlayacağı rapor ışığında üniversite hakkında yol gösterici, düzeltici, iyileştirici, kısıtlayıcı ve faaliyet iznini kaldırıcı önlemler alabilecek denilmektedir.

Bu hali ile üniversite ÖZERKLİĞİNDEN uzaklaşılacağı görülüyor. Konseyin üniversite yönetimini oluşturması öğretim üyelerinin devre dışı bırakılması ve birer memur konumuna getirecektir.

Şimdiden olacaklar belli: Yakın akraba ve dostların üniversiteye alınması, Akademik yapılanmada yetkin bilim insanı yerine nepotist yaklaşılma öğretim üyesi alımı, yönetici belirlemede liyakate uymayan ve iktidarların veya yerel yönetimlerin telkinine maruz kalma, ihale ve yatırımlarda belirli şahıslara ayrıcalık gibi birçok istenmeyen konu üniversitelerin başını ağrıtacaktır.

Akademik personelin yeni yapılanma ile üniversite üzerindeki denetimi kalkacak ve öğretim üyeleri üniversitede birer memur olacaklar.

REKTÖR ATANMASI

Rektörlerin 5 yıllığına 1 kere atama sistemi önerilmiş. YÖK ve Cumhurbaşkanı’nın Rektör belirleme üzerindeki etkisi devreden çıkıyor. Mevcut mevzuata göre rektörler 4 yıllığına atanır ancak iki defadan fazla atanamazlar deniliyor. Taslağa göre ise rektör 5 yıllığına atanacak, ancak bir kişi aynı üniversitede iki defa üst üste rektörlük yapamayacak. Rektör seçimi Üniversite Konseyi tarafından belirlenecek birkaç değişik modelle yapılacak. Taslak tam olmamakla beraber belirli kriterler çerçevesinde konseyin belirleyeceğe üç aday olacak ve bu 3 kişiden biri, üniversite konseyi tarafından seçilecek, konsey başkanı tarafından da atanacak. Ancak koşulların nasıl belirleneceği belirsizliği tartışma yaratacak.

Taslak üçüncü alternatif model öneriyor. Bunlar arasında” A) ilk turda beşte üç oy aranan iki turlu seçim; B) aynı seçimde üniversite yönetim kurulu üyeleri, senatörler ve dekanların da seçilmesi; C) belli kesimlerin (Öğretim üyeleri, öğrenciler, idari personel, mezunlar) belli kotalarla ikinci seçmenleri (yüzde 50 öğretim üyesi, yüzde 25 dış paydaş, yüzde 25 iç paydaş- mezunlar, idari personel ve öğrenci) seçmesi gibi modeller tartışılmaktadır. Bu modellerde en çok oy alanın rektör olarak atanması veya en çok oy alan üç kişinin Kurula ya da Cumhurbaşkanına sunulması da tartışılmaktadır”.

Temelde beklenen üniversite özerkliğine uygun olarak üniversitenin kendi yönetim organlarını kendisinin yerinde belirlenmesidir.

Üniversitelerimizin evrensel ölçekte yönetici belirleme yapısı olmadığı için üniversiteler kendi içinde çok ciddi verimsizlik süreçleri yaşadı. 1991’den sonra adı seçim olan sistem ile rektör atamasında dolaylı olarak siyasetin etkisi üniversiteleri kendi içinde adamına göre, oy veren kişiye göre, liyakate dayalı olmayan yapılanma hepimizin eleştiri konusudur. ÜNİVERSİTELERİN TERCİHİNİN DİKKATE alınmaması gibi bir irade ortaya konulmakta.

(Cumhuriyet Bilim Teknik, 20.10.12)

 

What did say for ATATÜRK ?? Quotes about Ataturk..


Dostlar
,

Dünyanın önde gelen devlet adamı, düşünür, politikacı, önder, yazar, gazete-dergi vb. kişi ve kurumların Türkiye Cumhuriyetimizin kurtarıcısı ve kurucusu eşsiz önder
Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK hakkındaki değerlendirmeleri büyük önem taşıyor.

Gerek yaşamda iken, gerekse Hakka yürüdükten sonra..

Yaklaşık 10 sayfa tutan bir derlemeyi İngilizce olarak size sunmak istiyoruz.
Çok uzun olduğu için de pdf olarak veriyoruz.

Okumak için lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklar mısınız??

What_did_they_say_for_Ataturk

Sevgi ve saygı ile.
21.10.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Bir Cenazenin Ardından..


Bir Cenazenin Ardından..

emin colasan
Emin Çölaşan,
Sözcü
 17.10.2012
Ergenekon tutuklusu İnönü Üniversitesi eski Rektörü Hilmioğlu’nun oğlu Emir,
trafik kazasında vefat etti.


Sevgili okuyucularım,

İnönü Üniversitesi eski Rektörü Fatih Hilmioğlu’nun oğlu Emir Hilmioğlu bir trafik kazasında vefat etti. Ankara’da Başkent Üniversitesi öğrencisi pırıl pırıl bir gençti.

Allah rahmet eylesin. Fatih Hoca yıllardan beri Silivri Cezaevi’nde tutuklu.

Suçu: Ergenekon silahlı terör örgütünün yöneticisi olmak!

Hayatı boyunca eline silah almamış, terörle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir tıp doktoru profesör, AKP yargısının hışmına uğradı. Aynen aynı davada tutuklu yargılanan Prof. Dr. Mehmet Haberal gibi. Türkiye’nin çok sayıda yurtsever, Atatürkçü insanını
bu gibi bahanelerle nasıl içeri tıktıklarını, nasıl yargıladıklarını, bu yargılamada hukukun ve adaletin nasıl çiğnendiğini hep birlikte görüyoruz.

Aynen Balyoz davasında olduğu gibi!..Balyoz’da tutuksuz yargılanan sivil memur Güllü Salkaya’ya bile 16 yıl ağır hapis cezası verip “Babalık ve kocalık haklarından” yoksun bıraktıkları gibi!..Ergenekon davasının nasıl ve ne zaman sonuçlanacağını dün cami avlusunda sanık avukatlarından Celal Ülgen’e sordum. Yanıtı ilginçti:

– “Davanın bitmesi en az bir yılı bulur.Ergenekon davasında da çok ağır cezalar verecekleri şimdiden biliniyor. Burada hedef aldıkları özellikle üç kişi var. En ağır cezalar onlara verilecek.”
Celal Ülgen bu isimleri de söyledi ama yazmıyorum.

* * *

Şimdi yine dönelim Emir Hilmioğlu’nun vefatı sonrasında tutuklu babası Fatih Hilmioğlu’na yaşatılanlara. Rahmetli Emir’in cenazesi dün Ankara’da Kocatepe Camii’nden kaldırıldı. Ben de oradaydım. Fatih Hilmioğlu ile Silivri duruşmasında tanışmıştım. Duruşma arasında yanıma geldi ve bana hem bir not, hem de bir kitap verdi. Sadri Ertem’in Kaynak Yayınları tarafından yayınlanmış olan “Türk İnkılabının Karakterleri” isimli kitabı. Sayfalarını altını çizerek okumuş. Belli ki kitabı babası Doğu Perinçek gibi Silivri’de aynı davadan tutuklu olan Mehmet Perinçek’ten almıştı… Çünkü kitabın içinde Mehmet’in ismi yazılıydı. Fatih Hoca ile bütün tanışmamız bu kadardı. Duruşma salonunda konuşmamız bir dakika ya sürdü, ya sürmedi.

* * *
Silivri tutuklusu Fatih Hilmioğlu, saatler sonra mahkeme heyetinden alınabilen cenaze izni sonrasında uçakla Ankara’ya gönderildi. Yanında bir üsteğmen komutasında sivil giysili korumalar vardı. (Tutuklu sanık hem kendisinin, hem de korumaların yol masrafını cebinden ödüyor.)

Fatih Hoca Ankara’da evine getirildi. Evladı ölmüştü, aile bireyleri ve başsağlığına gelen insanlarla kucaklaşmak, biraz olsun zaman geçirmek en doğal hakkıydı.

Gündüz evine getirildi ama gece Sincan Cezaevi’ne götürüldü. Evladını yitiren, yüreği evlat acısıyla yanan bir baba, gece saatlerinde apar topar Sincan Cezaevi’nde bir koğuşa sokuldu, sabah evine getirildi. Karar öyle çıkmıştı, yapacak bir şey yoktu!
Acaba insanlık ölmüş müydü?..

Burada hükümete bir çağrıda bulunuyorum:

Bu insanlık dışı uygulamaya son verilsin. O ev koruma altına alınsın, tutuklu veya
hükümlü sanık hiç değilse bir gecesini evinde, acısını paylaşanlarla geçirsin.
* * *

Dün Kocatepe Camii’nde gördüklerimi size burada içim kan ağlayarak aktarmak zorundayım. Camide tek cenaze var, Emir Hilmioğlu. Anne ve baba, bir süre sonra cami avlusuna girdiler. Tahmin edersiniz ki, ikisi de perişan durumda.
Fatih Hoca’nın çevresinde korumalar. Gelenleri korumalar yönlendirmeye çalışıyor.
Bu yüzden biraz tartışma çıktı. Bazıları korumalara “Siz kimin nerede duracağına karışmayın” diye bağırmak zorunda kaldı. Korumalar asker…
Ama hepsi sivil. Bir üsteğmenin emrindeler.
* * *

Ben bugüne kadar hiçbir cenazede herkesin ağladığını, gözyaşları döktüğünü görmemiştim. Dün gördüm, istisnasız herkes ağlıyordu.

Bilirsiniz, bizim cenaze törenlerine bazıları “Müslüman kokteyli” der…
Çünkü ölenin yakınlarına bir başsağlığı dilenir, sonra cami avlusunda sohbet ve muhabbet başlar. Katılanlar küçük gruplar oluşturur, hasret giderilir, siyaset konuşulur, spor konuşulur, dedikodu yapılır. Hatta bu fırsattan yararlanıp iş takibi yapanlar,
iş bitirenler bile olur.

Gruplardan bazen kahkahalar bile yükselir! Dünkü cenaze böyle değildi…
Oraya sadece yüreği yanık insanlar gelmişti. Hem pek çoğunun hiç tanımadıkları bir genç, ama özellikle de annesinin, yakınlarının ve Silivri’de yatmakta olan babasının uğradığı haksızlıklar için gözyaşı döküyorlardı.

* * *
Şimdi işin en acı, en düşündürücü boyutuna geliyorum.
Camide sadece Emir Hilmioğlu’nun tabutu var. O yüzden, gelenlerin sayısını net olarak görebiliyorsunuz. Kaç kişi olduğunu tahmin edersiniz?
Siz deyin 200, ben diyeyim 300! Yani 301 kişi yok.
Bu ölüm olayından ve dolayısıyla cenazenin ne zaman ve nereden kaldırılacağından
hiç kimsenin haberi olmadığını söylemek mümkün değil. Dün gazetelerde bunun haberi vardı ve cenazenin Kocatepe Camii’nden kaldırılacağı biliniyordu.
* * *
Size yukarıda verdiğim rakamlar, Türk toplumunun nerelerden nereye getirildiğinin gerçek göstergesidir. Dün bir kez daha gördüm ki, toplum üzerinde AKP iktidarı tarafından kurulan korku ortamı, ne yazık ki amacına ulaşmış.

İnsanlar korkuyor. Korku imparatorluğu, baskısını olanca hızıyla sürdürüyor.

Dün neredeydi Cumhuriyet mitingleri için Ankara’da toplanan, meydanları inleten o kalabalıklar?.. Neredeydi Cumhuriyet rejiminin bekçisi olan laik, Atatürkçü kitleler?..

Ve üstelik neredeydi Kemal Kılıçdaroğlu?..

Dün beklerdim ki, Silivri tutuklusu Fatih Hilmioğlu hocamızın ve ailesinin cenazesinde
o kitleler boy göstersin, bir sevgi seli oluştursun ve hiç değilse bugün gazetelerde “Cenazeye onbinlerce kişi katıldı” diye haberler çıksın!

Lütfen, korkunun ecele faydası olmadığını artık anlayalım.
Bu çekingenliği, ürkekliği, kuzuların sessizliğini artık üzerimizden atalım.
Koyun sürüsü gibi yönetilmeye karşı çıkalım.

Biz korktukça AKP pervasızlaşıyor,
Türkiye’yi babasının çiftliği gibi yönetmeye kalkışıyor.
Bu ölü toprağını üzerimizden atmamız gerekiyor.
http://sozcu.com.tr/bir-cenazenin-ardindan.htmlhttp://sozcu.com.tr/bir-cenazenin-ardindan.html