Günlük arşivler: 19 Ekim 2012

Klasik Musiki Batı Uygarlığına Ne Kazandırıyor?

Prof. Dr. Doğan Kuban

Cumhuriyet Bilim Teknik 19.10.2012
MUSİKİ EN BÜYÜK SANATTIR.
KENDİ DIŞINDA HİÇBİR ŞEYİ TAKLİT ETMEZ.

Klasik Musiki Batı Uygarlığına Ne Kazandırıyor?

  • Bütün toplumlar yaşamlarına, ritüellerine, törenlerine musikiyi bir şekilde katmışlardır. Fakat bunu yoğun ve sistematik olarak yapan Avrupalılardır. Gelişmiş ülkelerin günlük yaşamlarında konserlerin musiki festivallerinin, konser salonlarının ve musiki eğitiminin yeri çok büyüktür. Musiki kanımca uygarlığın en büyük bileşenidir.

Konser kendi içinde bir dünyadır. Konser salonu tasarımı, insanları orkestranın öğeleri, yorumları, orkestra şefi, kalabalığın girip, oturup büyük bir huşu içinde konseri dinlemesi, orkestrayı ve orkestra şefini alkışlaması, orkestra şefinin hareketleri, solistler ve tek tek orkestra üyelerinin performansları, alkışlar, bis’ler, çiçekler, tebessümler, teşekkürler dinleyenlerin yorumları, bütün bunlar ve daha başka ayrıntılar gelişmiş uygarlık ritüelleri, bir uygarlık ayininin parçalarıdır.

Bir orkestra şefine, birinci kemana, arp çalana, çello çalana, flüt çalana, koroda şarkı söyleyenlere daha dikkatli bakın. Herbert von Karajan gibi bir orkestra şefi konser salonunun ilahı, kralı, üretim müdürü ya da bir arı beyi dir. Otoritesi mutlaktır. Bestecinin yorumcusu, bir anlamda sözcüsüdür. Fakat bu görevi besteciden değil, kendi dehasından alır. ‘Beethoven, Chopin ya da Bach böyle demek istiyordu’ diyorsa o sırada öyledir. Koca bir senfoninin partisyonunu ezbere bilen bir hafıza, bunu jestlerle, mimiklerle, ritmik işaretlerle orkestra üyelerine duyuran bir ritim kronometresi, bir aktör, orkestra ile yaratan bir sanatçı. İçinde kıvranan bir şaman ya da bir sihirbaz olduğunu da düşünebilirsiniz.

Musiki olayı orkestra şefinin kişisel dehasını aşar. Toplumun musiki alanındaki gelişmesinin ürünüdür. Fakat orkestra şefi o gelişmenin temsilcisidir ve sanatsal yeteneği ile o geleneğin başrahibidir. Toplumun yetiştirdiği en nadir adamlardan biridir. Bir saf bellektir. Matematiksel bir vizyon sahibidir. Büyük bir orkestra şefi dinleyicilerle birlikte orkestranın sanatçılarının da sevgilisidir. Ama zaman zaman bir extase içinde kaybolan bir sufi şeyhine benzer.

UYUMUN EN BÜYÜK ÖRGÜTLENMESİ

Orkestra şefinin tek bir enstrüman gibi müzik çıkardığı orkestra önemli bir örgüttür. Belki de bir toplumda armoni içinde çalışan en büyük örgütlenmedir. Mahler’in, koroları ile birlikte 1000 kişiye ulaşan orkestraları olmuştu. Bir orkestrada bütün sanatçıların aralarında ki armoni, orkestra şefinin yönetimini yansıtan fiziksel bütünlüğü ile büyüleyicidir. Bunu kemancıların, perkisyon araçlarının, büyük yaylı sazların, bütün üflemeli çalgıların kendi aralarındaki armoniyi, sanatçılarının bazen saatlerce süren parçalardaki insanüstü dikkatlerini izlediğiniz zaman, en mükemmel bir mekanizmanın insan iradesi ve dikkatiyle o musikiyi yaratan hassasiyetine sadece hayran kalmaz, şaşırırsınız.

Bir partisyonu orkestra şefinin istediği gibi çalabilmek akıl almaz bir konsantrasyon gerektirir. Bir yapıtı bestecinin vermek istediği gibi çalmanın ilke olduğu 20.yy. birinci yarısında bu şaşmaz iradeyi gösteren bir orkestra üyesinin nasıl bir stres içinde olduğunu tahmin edemeyiz.

Konserlerde orkestradaki her sanatçının adeta büyülenmiş gibi partisyonları izlemeleri ve bu dikkatin konser boyunca sürmesi olağanüstü bir irade gösterisidir.Beethoven, Mahler gibi ustaların büyük korolarının kadın, erkek üyelerinin büyüleyici performansları musiki denen uğraşın ne kadar büyük bir dikkat, konsantrasyon ve çalışma istediğini kanıtlar. Yıllarca aynı yapıtları çalmış, o yolda saçları ağarmış sanatçıların terler içindeki konsantrasyonu musikinin ne kadar zorlu bir disiplin okulu olduğunun kanıtıdır. Tek bir flütün, bir kemanın ya da bir viyolonselin etkileyici katkısını, sanatçılar solo yaptıkları zaman görmek, orkestra denen büyüleyici örgütün normal yaşamda bilinmeyen ve kuşkusuz askeri talimlerden daha disiplini ve zor olduğunu gösterir.

Orkestra şefleri bu icralardan memnuniyetlerini jestleriyle ya da mimikleriyle ifade ederler. Kuşkusuz normal seyircinin hiç bilmediği organik bir bütünlük, orkestra denilen sanat aracını yüzyıllar içinde mükemmel çalışan fakat mekanikleşmeyen bir kültür ürünü haline getirmiştir. Orkestra şefi, orkestra sanatçıları, korolar hatasız olmayı temel kural belirlemiş, tek bir nota hatasını utanç içinde yaşayan bir ortak disiplin içinde yıllar içinde yetişirler. Toplum yaşamında hiçbir alanda bu bütünleşmiş performans yoktur. Onun için de Schopenhauer’in dediği gibi musiki en büyük sanattır. Kendi dışında hiçbir şeyi taklit etmez.

DİNLEYİCİ MUSİKİYİ YAŞATIR

Ne var ki konser sadece musiki çalmak değildir. Konser büyük bir sosyal ve kültürel olaydır. Musikinin yaşaması dinleyicinin olmasına bağlıdır.

Batı toplumları çok büyük bir dinleyici kütlesine sahiptir. Başlangıçta aristokratlarla başlayan bu sınıf zamanımızda çok geniş musiki toplum kesimlerini içerir. Amerika’da 6 milyon, Çin’de 50 milyon piyano öğrencisi olması musikinin çağdaş toplumlarda nasıl bir eğitici araç olduğunu gösterir. Musiki dinleyen milyarlar, konser salonlarını yaptıran sanatsever zenginler, bu ilgileri besleyen konserleri ve festivaller , bu etkinlikleri örgütleyen insanlar örgün bir musiki yapısı yaratır.

Konser ister tek bir solist, ister bir grup, ister bir orkestra olsun, en önemli toplumsal etkinliktir. Konser bir ayine benzer. Bir bakıma musiki en ilkel dini karakterinihâlâ korumaktadır. Avrupa klasik müziği önce kiliselerde korolarla başlamıştır. Kilise musikiyi dini yaşamın bir parçası yapmıştır. Hıristiyan toplumu müzik eğitimine çocukken kilise ayinlerinde başlar. Bütün katılanların birlikte söyledikleri dini konulu şarkılar toplumun musiki öğretiminin organik bir parçasıdır.

ORDULAR ve MARŞLAR

Dini musiki nasıl dinle bütünleşmişse, askerlerin yaşamı da marşlarla bütünleşir. Herkes filmlerde, ekranlarda bir geçit resminin ayrılmaz parçasının bando ile toplumsallaştığını bilir. Ulusal marş ulusal bütünlüğün, bir ortak kahramanlığın sesli ifadesidir. Bizim gibi erken Cumhuriyet çocukları marşların toplumu bütünleştirici çağrılarını anımsar, hatta anımsadıkları zaman heyecanlanır.

  • Onuncu Yıl Marşı,
  • Gençlik Marşı,
  • Harbiye Marşı,
  • İzmir Marşı..

bu sesle karışmış anıları toplum belleğine kazırlar.

Musiki konserlerinin birer tören olduğunu unutmamak gerekir. Özellikle konser sonundaki törensel davranışlar heyecan doludur. Her parça sonunda orkestra salonu alkışlar ve haykırışlarla dolar. Orkestra şefi ve orkestra seyirciye teşekkür için onu selamlar. Konser piyanistleri, kemancılar ya da sesleriyle katılanlar orkestra şefi ile birlikte halkı selamlar.

Sahneye giderler, gelirler. Her seferinde bir alkış kopar. Bazen alkış uzun dakikalar sürer. Sanatçılara orkestra şefine çiçekler verilir. Konser salonu bir tapınak gibi olur. Konser verenler bütün seyirci ile olmaktan mutlu olurlar..

UYGARLIK GÖSTERGESİ

Musiki uygarlığın en üst gösterisidir. Belki de en çok etkileyici, en birleştirici, en entelektüel ve en estetik olanıdır. Büyük konser ve tiyatro yapıları, kentlerde uygarlığın bu en üst düzeyinin simgesidir. Pariste Garnier Operası, Londra’da Albert Hall ya da Royal Festival Hall, New York’da Lincoln Center ya da eski Canton (şimdi Quangdong) kentinde Zaha Hadid gibi bir çağdaş sanatçının yaptığı konser salonu, Batı kentlerinin yüzlerce yıllık konser salonları ortaçağa uzanan bu en asil uygarlık jestinin mimari tanıkları, kentlerin en temel kültür odaklarıdır.

Toplumu bütünleştiren, estetik duyarlığını artıran, ortak çalışma disiplinin ve sanat iradesinin yayılmasını sağlayan bu büyük simgesel kültür gösterisini topluma mal edemezsek dünyadan hep birkaç gömlek aşağı da kalacağımızı düşünmek iyi olur.

Sanatçılara sordum: ‘Türkiye’de 3000 tane piyano öğrencisi var mı?’

Yok!’ dediler.

Necati Doğru : Allah’ım sen de gör artık!

Necati Doğru

Allah’ım sen de gör artık!

Allah’ım bugün de bu köşeyi sana mektup yazmaya ayırdım. Çok inanmış, iyi bir kulun sayılmam.
Oruç da tutmam.
Camiye de gitmem.
Hacca gidip o kadar para harcamak yerine yoksul çocuklarına eğitim yardımı yapmayı, daha hayırlı sayarım. Çocuk okutmayı hacca gitmeye tercih ederim.
Sana seslenecek halim yok.
Ama sen de gör artık.
Adını kullanıyorlar.
Peygamberini alet ediyorlar.
İnsanları aldatıyorlar.
Bu yapılan riyakarlık.

Hilei Şeri’ye.
Din adına utanç verici.

Xxx

Mutlaka görüyorsundur.
Türkiye’de “senin adını kullanarak” başbakan oldular, cumhurbaşkanı oldular, milletvekili oldular. 1 milyon 160 bin 157 kişi “Allah bana da nasip etse de hacca gitsem” diye tam 5 yıldır-6 yıldır sıra beklerken şimdi senin adını kullanarak onlar, bir gün önce karar verip bir gün sonra “VİP Hacı” oluyorlar.
Onlar Başbakan yakını.
Cumhurbaşkanı eşi.
İktidar partisi milletvekili.
Muhalefet milletvekili.
İktidar zenginleri.
Başbakan yakını Numan Kurtulmuş, Cumhurbaşkanı eşi Hayrünisa Gül, hacca normal yollardan başvurup 5-6 yıl sıra bekleyen insanlar gibi değil, Suudi Kralı’nın kontenjanından ve hac turizmi yapan şirketler kontenjanından “VİP Hacı” olarak hiç beklemeden gidiyorlar.

Xxx

Allah’ım görüyorsun.
Her yıl aynısını yaşıyoruz.
Bu yıl da Suudi Kralı, hacca gidecekler için ek kontenjan verdi. Ankara’da yayılan habere göre, “1milyon 160 bin 157 kişi 6 yıldır hacca gitmek için sırada beklerken; bu yılki ek hacı kontenjanının tamamı iktidar partisi yakınlarına” verdiler. Bu kontenjandan nasiplenen 60 milletvekili de (35 AKP’den, 10 MHP’den, 5 CHP’den) Ankara Esenboğa Hava Meydanı’nda beyaz ehramlara sarılmış olarak ve “ağızlarından Allah adını düşürmeyerek” uçaklara binip hacca uğurlandılar.

Allah’ım bu nedir!

Saltanat Müslümanlığı!
Müslüman yaftalı ayrımcılık.
Maskeli müşriklik!

Xxx

Allah’ım!
Senin adını kullanarak iktidara gelenler; başbakan, cumhurbaşkanı, bakan, milletvekili olanlar kendi zenginlerini yarattılar. Onlara devleti soydurdular. Şimdi de yine senin adını kullanarak “Vekil ile Zengin birlikte VİP Hacılık” yolunu açtılar.

İmtiyazlı dindarlık doğdu!

Önce Türkiye’de imtiyazlı milletvekilliği yarattılar:

İşçinin memurun, emeklinin maaşını % 4 artırırken milletvekili maaşlarını % 100 artırdılar.

Milletvekiline;
– çifte gelir hakkı,
– çok yüksek sosyal ödemeler hakkı,
– 2 yılda emeklilik hakkı,
– emekli olunca ömür boyu çok yüksek emekli maaş hakkı getirdiler.
– Ayda emekli maaşlarıyla birlikte 19 bin 700 TL alıyorlar.
– Yılda 2 maaş tutarındaki özel telefon paralarını Meclis ödüyor.
– Otomobillerine İstanbul ile Kars arasında 23 tur atacak kadar benzini devlet
parasıyla koyuyorlar.
– Son bir yılda (12 haziran 2011 ile 12 haziran 2012 arası) milletvekillerine
94.9 milyon TL ek ödenek ödendi.
– Kendileri yakınları (kaynanaları dahil) 5 yıldızlı sağlık hizmeti alıp,
parasını devlete ödetiyorlar.
– Meclisin yıllık sağlık harcamaları 80 milyon TL’ye çıktı.
– Polis milletvekilini sıradan vatandaş sanıp çevirmesin diye otomobillerine
“MV (milletvekili)” yazılı plaka takmaya izin verecek yasa tasarısı bile
hazırladılar.

Ve bu ayrıcalıklara “imtiyazlı VİP hacılığını” da eklediler.

Allah’ım!
Bunun hangi kitapta yeri var?
Sen de gör artık!

KUTU (uyan borusu)

Vagon fabrikası cezaevi oldu!

Türkiye Bursa’da yeni başlatılan bir deneme üretimi (Belediye ile Durmazlar ortaklığı) dışında metro vagonu bile yapamıyor. 1 metro vagonunu 8 milyon TL ödeyerek ithal edilirken, 1989’da tamamlanan Malatya Vagon fabrikasının cezaevi yapılmasına karar verildi. Adalet Bakanlığı, Malatya Vagon fabrikasını cezaevi haline getirecek.

(Sözcü, 18.10.12)

Prof. Dr. Ahmet İNAM : Ağlamak, gülmek, anlamak, anlaşmak

Prof. Dr. Ahmet İNAM
ODTÜ Felsefe Bölümü
AKŞAM, 18.10.12

Ağlamak, gülmek, anlamak, anlaşmak

Ülkemizin anlam dünyasında bir perde aralandı, her zaman olduğu gibi kolayca, çabucak kapanıverecek. Diyarbakır Emniyet Müdürü Recep Güven

    ‘Dağda ölen terörist için ağlamıyorsan insan değilsin.’

deyince,

ülkemin duygu dünyası, hayata bakışı ile açılan anlam dünyamızdan söz ediyorum. Çoğunluğumuzun öteki olarak gördüğü dağda savaşarak ölen çoğu Kürt kökenli gençlere merhametten dem vuruyordu Emniyet Müdürü.

(Fotoğrafı biz ekledik, A. Saltık)

Biz genellikle böyle durumlarda ‘Onların da anaları babaları var, yazık’ deriz. Merhamet bu kültürdeki hikmetin çekirdeğinde vardır. Diğer yandan ‘merhametten maraz doğar’ da deriz. Her önümüze gelene merhamet edip etmeyeceğimiz konusunda kafamız biraz karışık. ‘Biz’, diyoruz, ‘sağ yanağımıza tokat atana solumuzu dönmeyiz.’

Elbette sorunun kültürümüzde tartışılabilir boyutları var. Yumruk atana kızgınlığımızı yenerek şunu soramaz mıyız:

‘Neden vuruyorsun kardeşim? Nedir sorunun? Gel tartışalım olur mu?’

Peki, adam sürekli vuruyor, canımızı yakıyorsa?

Kendimizi korumak için yumruklaşabiliriz. Gücümüz yetiyorsa dövebiliriz de karşımızdakini. Yine de, karşımıza alıp sormalıyız olabildiğince soğukkanlılıkla:

‘Derdin ne kardeşim? Ne istiyorsun benden? Ne kızıyorsun bana?’
Yumruk atanımızla diyaloğa geçmeyi başaramayıp, onu öldürdükten sonra arkasından ağlamanın bir anlamı olabilir mi?

Ölünün arkasından ağlamanın ölüye faydası ne ola? Kalanlar karşısındaki tavrımızı belirleyebilir, belki. Onları anlamaya yol açabilir. Sonraki gözyaşlarını önleyebilir.

Biliyorsunuz Emniyet Müdürü Recep Güven’in sözlerinin ardından Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Sayın Recep Güven’i anlayıp hak verdiğini düşündüren yorumlar yaptı. Ne var ki Başbakanımızın Sayın Güven’e karşı çıkan konuşması sonrasında Sayın Bülent Arınç Bursa’da partisinin toplantısında ‘Keşke Emniyet Müdürü bu cümleyi koymasaydı onun içine veya ‘ağlamak yerine düşünmek gerekir’ deseydi. ‘Kendimizi sorumlu tutmak gerekir’ deseydi. İddialı bir cümle kurmuş’ dedi. Sayın Arınç, ağlamak yerine ‘düşünmek’ ve ‘sorumlu olmak’ sözleri konduğunda söz konusu ifadenin bir sorun yaratmayacağını, sanki Sayın Başbakan’ın da böylesi bir değişikle ortaya çıkacak ifadeyi onaylayacağını düşünüyor gibi. Yine de ‘Benim adım Bülent Arınç o söz doğru’ diyerek, ilk sözünden dönmek istemediğini belirtmeye çalışıyor.

Ağlama, düşün. ‘Dağda ölen terörist için düşünmüyorsan insan değilsin. Ağlama, sorumluluğu üstlen. Dağda ölen terörist için sorumluluğu üstlenmiyorsan insan değilsin.’ İfadedeki ‘terörist’ ve ‘insan değilsin’ gibi ifadelere karşı çıkacaklar için bu söyleyiş tarzını şöyle değiştirip açabiliriz:

‘Dağda ölen gençler için neden birbirimizle olabildiğince sağlıklı bir diyaloğa girmiyoruz?’

Ağlarız. Bizim kültürde yoğun yaslar yaşanır. Acılarımızı bal eyleyenlerimiz de vardır ama acılarımızı bir hınç duygusu olarak yıllarca içimizde taşıyıp, dünyayı bir cehennem olarak yaşayanlarımız da az değildir.

15 Ekim’deki (2012) BDP 2. Olağanüstü Kongresi’nde Sayın Eşbaşkan Selahattin Demirtaş, ağlama ile tavrını şu sözlerle ortaya koydu:

‘Ölen askere de gerillaya da ağlayacaksınız. Bugün herkes için ağlayacaksınız. Birlikte ağlayacağız, yarın güleceksek birlikte güleceğiz. Bugün birlikte ağlamayanlar, yarın gülemezler.’

Kavga edenler, savaşanlar birlikte ağlayacaklar. Ağlamada taraf tutma yoktur. Ağlayacağız. Sonra da güleceğiz, hep birlikte.

Peki, ne zaman düşünecek, ne zaman birbirimize açacağız yüreklerimizi, ne zaman iletişime geçebileceğiz? Ağlamanın ve gülmenin içinde düşüncenin yeri yok mu? Soğukkanlı anlamalara yol açacak, insan saygısına dayalı karşılıklı konuşmalar ne zaman başlayacak? Birbirimizi öldürüp öldürüp, ağlayıp duracak mıyız?
Birlikte ağladık. Demek ki, insanız. Peki, biz insanlar, birbirimizin sıkıntılarını çözecek sağlıklı anlamalara ne zaman ulaşacağız? Ne düşünüyor da ağlıyor ya da gülüyoruz?

Ağlamamızın, gülmemizin ardında yatan niyetlerimiz, düşüncelerimiz nedir?

Artık birbirimizi anlayıp, söyleşecek havayı yaratmanın eşiğindeki ağlamalar gülmeler aşamasını geçmeliyiz.

Yoksa değişemez Türkiye, gönlümüzce.

TÜRBAN ve Halife Abdülmecit’in kızı

Dostlar,

Sayın Prof. Ali Ercan hocamızdan ulaşan bir e-iletiyi paylaşalım..

“İslam siyasallaşacak ve simgesi türban olacak..”

Bu slogan ABD’nin “Yeşil Kuşak” doktrini çerçevesinde 1968’lere tarihleniyor.

Aynı yıl Ankara İlahiyat Fak. öğrencisi Hatice Babacan (Bakan Ali Babacan’ın halası) “ben türban takacağım..” demiş ve okula öyle gelmişti..

Biz de bu konuyu kapsamlı yazdık sitemizde :
(Erişkeleri / linkleri tıklayarak okuyabilirsiniz..)

Türbanın Gerçek Öyküsü
http://ahmetsaltik.net/turbanin-gercek-oykusu/

MÜSLÜMAN KARDEŞLER, ARAP BAHARI, İSLAMDA REFORM ve TÜRKİYE..
The Muslim Brothers, Arab Spring, Revival and Reform in Islam and Turkey.
http://ahmetsaltik.net/musluman-kardesler-arap-bahari-islamda-reform-ve-turkiye-the-muslim-brotherhood-arab-spring-revival-and-reform-in-islam-and-turkey/

Aslında TÜRBAN Türkiye’nin başına geçiriliyor, bir bölüm kadınımızın türban takması projenin görünür yüzü..

Sayın Ali Ercan, çıplak gerçekleri bir kez daha, önemli bir fotoğrafla
belgeleyerek yineliyor..

Türkiye’nin “gerçek, namuslu müslümanlarının” vicdan ve iffetlerine sunarız..

Sevgi ve saygı ile.
19.10.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

TÜRBAN ve Halife Abdülmecit’in kızı

Değerli arkadaşlar,

Aşağıda son Halife Abdülmecit Efendi’nin büyük kızı Dürrüşehvar ile (Hatice Hayriye Ayşe Dürrüşehvar Sultan 1914-2006) çekilmiş bir fotografı var.

Görüldüğü gibi Müslümanlığından kuşku duyulmayacak olan Halifenin kızının başında “türban” ucubesi yok!

Baş örtüsünün Kuran’ın buyruğu olmadığını, hele hele saçının tek telinin bile görülmeyecek biçimde sıkma baş bağlamanın Kuran’la ilgili olmadığını daha önceki iletilerimde sizlerle paylaşmıştım..

    Türban yalnızca ve yalnızca siyasal bir simgedir, o kadar..
    Ne gelenekle, ne de dinle, imanla ilgisi vardır.
    ..

Tabii ki “benim keyfim böyle istiyor, ben bu türbanı kafama takarım.” diyenlere bir sözümüz olamaz..

Ancak “Dinimin gereği, İslam’ın gereği başımı örtüyorum.” diyenler yalnızca büyük yalan söylemekle kalmıyorlar; dolaylı olarak da başını örtmeyen hanımları İslam dışı olmakla suçlamış oluyor, töhmet altında bırakıyorlar..

Bu böyle biline.

Prof. Dr. D. Ali Ercan
19.10.12

“Ben artık bu toplumun sosyal ve manevi bir üyesi değilim”

Dostlar,

Sayın Prof. Dr. Ali Demirsoy hocamızın, Silivri tutsaklarından Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’nun trafik kazasında (??) ölen oğlu Emir’in cenaze törenine katıldıktan sonra yazdığı yazıyı sitemize o gün (16.10.12) koymuştuk.

“Ben artık bu toplumun sosyal ve manevi bir üyesi değilim”

Sonra da yorum bölümünde kendisine aşağıdaki eleştirimiz olmuştu :

=======================================
Değerli hocam,

Yazınızı okudum ve web siteme koydum.

Lütfen bakar mısınız??

Sizden önce de Fatih hoca için 2 yazı yazmıştım web sitemde..

Her şeye karşın teslim olmak yok!..

Aydın sorumluluğu işte böyle kurşun gibi ağır..

Çaresiz, son nefesimize dek omuzlayacağız.

Daha nitelikli bir toplum için..

Başka öneriniz var mı vatandaşlıktan / toplum üyeliğinden istifa dışında ??

Bu dizeleri web siteme, yazınıza yorum olarak da koyacağım..

Not : Bize de yolladığı, metnini yukarıya koyduğumuz e-iletisine karşılık olarak yollanmıştır..

Sevgi ve saygı ile.
17.10.12

Dr. Ahmet Saltık
http://www.ahmetsaltik.net

==============================================================

Ali Demirsoy hocamız bir ileti ekinde yazısını güncellemiş.
Tam da kendisine yakışanı yapmış, sağolsun, bizi de dikkate almış :

Sevgili Ahmet Bey Kardeşim,

Yazımdaki eksikliği bir paragrafla giderdim.

Umutsuzluk aydına yakışmaz.

Sitenize bu gönderdiğim yeni yazıyı koyunuz.

Teşekkür ediyorum.

Prof. Dr. Ali Demirsoy
Hacettepe Üniversitesi, Fen Fakültesi, Biyoloji Bölümü Emekli Öğretim Üyesi
Beytepe/ANKARA
Telf: 0312.297 80 40 (aynı zamanda faks)

=======================================================

Sayın Demirsoy’un yazısı yeni içeriğiyle aşağıda..

Eklenen paragraf şöyle :

    * Bu yalnızlık güçsüzlüğe, çaresizliğe düşmemin değil, pusulasını yitirmiş bir toplumu aydınlığa çıkarmayı hedef olarak gören çabamın kamçısı oldu. Çok şeyi az kişiyle başarmanın da mümkün olacağını göstermenin zamanı geldi.

Teşekkürler Ali hocam,

Buna inanın AYDINLANMA KAZANACAK

Daha doğrusu AYDINLANMA GENE KAZANACAK..

Çünkü AYDINLANMA hep kazanıyor.. Tarihe bakın..

Sevgi ve saygı ile.
17.10.12

Dr. Ahmet Saltık
http://www.ahmetsaltik.net

================================================

Ben artık bu toplumun sosyal ve manevi bir üyesi değilim

Prof. Dr. Ali Demirsoy

16.10.2012 tarihinde tanık olduğum bir merasimde, bu toplumun ulaşmış olduğu kimliğin artık benim kimliğimle aynı olamayacak kadar farklılaştığını anladım. Eğer siz toplumun yaklaşımını ve anlayışını anlayamıyorsanız, o toplumun bir bireyi olmaktan uzaklaşmışısın demektir ya da o toplum, sizin, içinde rahat hareket edemeyeceğiniz ya da benimseyemeyeceğiniz kadar değişmiş demektir. Tanık olduğum şu sürecin üzerinde, ön yargılarınızı bir tarafa bırakarak bir insan olarak, ama sadece bir insan olarak düşünmenizi istiyorum.

Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu, Almanya’da ve Hacettepe Üniversitesinde dâhiliye uzmanı olmuş, başhekimlik, dekanlık yapmış ve İnönü Üniversitesinde Gastroenteroloji kliniğini kurmuş ve iki dönem İnönü Üniversitesi Rektörlüğünü yapmıştır. Rektörlüğünün çok başarılı geçtiğini, üniversiteye önemli tesisler kazandırdığını, çok sayıda bilimsel toplantıya destek olduğunu ve on binlerce ağaç diktirerek üniversitenin kıraç arazisinde neredeyse orman kimliği kazanacak bir koruluğu bu bölgeye kazandırmıştır.

Tanıdığımız Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, cumhuriyete, laikliğe, bilimsel düşünceye sözde değil özde inanmış ve sahip çıkmış bir meslektaşımızdı. Bu yolda da cesur çıkışları olmuş bir yöneticimizdi.

Şu anda çeşitli suçlamalarla Silivri Cezaevinde, yaklaşık 4 yıldan bu yana tutuklu olarak (kesinleşmemiş bir suçtan dolayı değil) yatmaktadır ve bilebildiğimiz kadarıyla da ağır seyreden karaciğer kanserinden dolayı yaşamı tehdit altında olduğu söylenmektedir. Eğer varsa, suçunun ne olduğunu, bağımsız, hukuka ve adalete saygılı, insan haklarını ön planda tutan yüce mahkemelerimiz kuşkusuz kanıtlarıyla birlikte bu topluma kararlarıyla duyuracaklardır. Yargılama aşamasındaki bir davaya fikir beyan etmenin, görüş açıklamanın ve serzenişte bulunmanın hukuka aykırı olacağını bildiğim için bu konuyu burada kapatmalıyım.

Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’nun iki oğlu vardı. Biri Armağan, şu anda Amerika’da eğitimdeymiş, diğeri Emir; benim de yakinden tanıdığım yakışıklı, saygılı, yüzünden güzellik akan, aydınlık yüzlü bir gençti ve Başkent Üniversitesi Hukuk Fakültesinde dördüncü sınıfta okuyordu. Her hafta sonu yalnız kalan anasını, babasını görmek üzere Silivri’ye götürüyor, onunla iki gün kalarak geri dönüyordu. 13.10.2012 tarihinde çok kötü bir trafik kazasında yaşamını yitirdi.

Emir’in cenaze ve defin törenine birçok insan gibi ben de katıldım. Benzer durumlarda yaşanan hüzün doğal olarak bu törenlerde de yaşandı. Hepimizin gözlerinden yaşlar aktı. Buna benzer hüzün veren olaylar dünyanın her yerinde ve ülkemizde de sıkça yaşanmıştır. Ancak bu süreçte yer alanların acıklı durumları, çizilen bu tabloya yerleştirildiğinde, belki de dünyanın en kahredici, üzücü ve düşündürücü bir sahnesi sahnelenmiş oldu.

Dünya güzeli oğlunu yitiren ana, başından itibaren; özellikle mezarın başında eridi bitti; bir ananın dramını bütün çıplaklığıyla görüyorduk. Belki, onu, kendisi bir hekim olan kocası teselli edebilecekti; acılarını bir nebze de olsa dindirebilecekti Gözlerimiz kocanın üzerindeydi. Ancak kocayı, yanında, arkasında, önünde, -her halde- yıllarca kucağına almış, sevmiş, öpmüş, koklamış yavrusunu son seyahatinde yalnız bırakarak kaçmasın diye en az görebildiğimiz 6 kolluk görevlisi çembere almıştı. Zaten 4 yıl tutukluluk ve ağır hastalığı nedeniyle neredeyse bitme aşamasına gelmişti. Bir zamanların saygın doktoru, saygı yöneticisi Prof. Dr. Fatih Hilmoğlu’nun gözlerindeki -çok az kimsenin anladığını düşündüğüm- acı ifade birçoğumuzun kalbine kurşun gibi oturdu. Hiç kimseye, yaşayan oğluna, üzüntülerin en büyüğünü yaşayan eşine bile yardım edecek durumda değildi. Belli ki sadece bir töreni yerine getirmek için izinli çıkmıştı.

Yasalar neredeye kadar izin veriyor, nasıl veriyor bilemem; hukukçu değilim. Ancak Prof. Dr. Fatih Hilmoğlu’nun geniş bir koruma çemberi içinde Ankara’ya getirilip, evinde kalmasına izin verilmeden, geceyi Sincan Cezaevinde geçirmek, defin töreninin ardından (aynı gün mezarlıkta bu tören yaklaşık saat 16.00’da bitti) saat 19.00’da 4 yıldır tutuklu olduğu Silivride’ki koğuşuna götürülmek üzere izin verilmiş. Yani evinde çocuğunun ruhuna okunacak duaya bile âmin diyecek şans tanınmamıştı. Eşiyle birlikte yıllarca yavruları üşümesin diye yorganını örttükleri odaya, son bir kez birlikte bu yorganı katlamak için bir şans bile tanınmadı. Sanki Silivri kaçıyordu.

Bu yazıyı kaleme alırken ananın mezarı başındaki yok oluşunu, babanın gözlerindeki acı ifadeyi, bu durumu toplumun bir kara bahtı olarak görerek gözlerinden sicim gibi boşanan insanları bir türlü unutamıyorum. Anayasanın bile sık sık çiğnendiği bir ülkede, bir ailenin tarif edilemez bir acısına merhem olmamayı neden en katı yasalara bağlıyoruz? Biz bu kadar mı insanlık duygularımızdan uzaklaştık?

Eve ulaştığımda her şeyimle bütünleştiğimi düşündüğüm bu toplumun artık tarif edilen bir üyesi olmadığımı anladım. Bu kadar kin, bu kadar garez, bu kadar acımasızlık, bu kadar nefret, bu kadar gaddarlık benim mensup olacağım topluluk olamaz. Eğer geleneğimiz buna izin veriyorsa, ben bu gelenekten değilim, eğer kültürümüz buna izin veriyorsa ben bu kültürden değilim, eğer milli duygularımız buna izin veriyorsa, ben bu milletten değilim, eğer dinimiz buna için veriyorsa ben bu dinden değilim. Eğer insanlık bu ise ben insan bile değilim. Belli ki kalabalığın içinde yalnız kalmış birkaç insandan biriyim. Bu yalnızlık güçsüzlüğe, çaresizliğe düşmemin değil, pusulasını yitirmiş bir toplumu aydınlığa çıkarmayı hedef olarak gören çabamın kamçısı oldu. Çok şeyi az kişiyle başarmanın da mümkün olacağını göstermenin zamanı geldi.

Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu rektörlüğü sırasında birçok bilimsel toplantıya tam anlamıyla destek oldu. Beğensek de beğenmesek de tasvip etsek de etmese de o dönemde yöneticilik yapmış, birçok bildiriye ortak imza atmış, birçok kararı birlikte almış arkadaşlarını da gözlerimiz aradı. Onu yalnız bırakmayan politikacılarımız, bilim adamlarımız, bir zamanların yöneticileri vardı; ancak gözlerimizin aradığı çok kişiyi –en az bu acı olayda yanında olma ve ona manevi destek verme için bile- göremedik. İnsani bir görev için bile orada değillerdi. Belli ki sele kapılmış çok insanımız var.

Katılanları bu yazıyı yazarken şöyle bir tekrar gözden geçirdim. Nitelikli bir grubun olması, bir devrin özelliğini tanımlıyor gibiydi. Sele kapılanların gelmemiş olmasını daha hayırlı gördüm. Çünkü bir Azerbaycan atasözünde der ki:

    Sel geldiği zaman ilk olarak çer-çöp gelir.

Prof. Dr. Ali Demirsoy
16.10.2012

Değerli Kardeşim,

Bir völümünüzün bu toplumun artık bir üyesi olamayacak denli farklılaştığını söyleyebilirim. Bunlardan bir de benim ve yargıya bugün kesin olarak vardım.

Bu kez kısa olan bu yazımı kesinlikle okumanızı diliyorum.

Saygılarımla. 17.10.12

Altemur Kılıç : Türk, Türk’e karşı

Altemur Kılıç

Türk, Türk’e karşı

Bütün dünya -Avrupalılar Hıristiyanlar- yüzyıllarca “Türk” ten, Türk’ün gölgesinden korktular! “Müthiş Türk” deyimi, edebiyatlarına yansıdı.. Avrupa’da analar çocuklarını “Türkler geliyor” diye korkuttular.. Fakat “Türk’e” karşı alerji Osmanlı’da da vardı; “Türk” adeta aşağılama anlamındaydı…

“Etrakı bi idrak” yani ‘idraksız, akılsız Türkler “ derlerdi.

Kurtuluş Savaşını aslında ‘Türklük’ imanı ile kazandık ama Yakup Kadri’nin Yaban romanında Anadolu’da bir köylü kendisine, Türk diyen yolcuya “O senin dediğin Haymana Ovası’nda bulunur” der!

***

Aslında Yusuf Akçura gibi dış Türklerin ektikleri Türklük tohumunun İttihatçılar tarafından filizlendirilmiş -Türklük- şuuruna son noktayı Mustafa Kemal, “Ne mutlu Türküm diyene!” sözleriyle koymuştu. Atatürk, bu şuuru tarih ve dil çalışmalarıyla bilimsel temellere de dayandırmak istedi.

Kendisi için en büyük nimetin “Türk doğmuş olmak” olduğunu söyleyen Atatürk eklemişti;

-Ben her şeyden önce bir Türk milliyetçisiyim. Böyle doğdum. Böyle öleceğim…

Türk kelimesi ve anlamı yıllarca bütün Anayasalarda değişmez madde olarak yer aldı. Ve bugünkü anayasanın da değiştirilemez hükümlerinden! Ama ne garip ve ne acı tecellidir ki bunca yıl sonra Yeni Anayasa’da “Türk vatandaşlığı” mı yani “Türk” mü, yoksa “Türkiye vatandaşlığı” mı, yani “Türkiyelilik” mi yer alacak sorunu tartışılıyor!..

Bazı “Türkler” adeta, “Türk”e karşı. “Türk” demekten korkuyorlar…

***

Kafalar karışık… AKP, “ Türkiyelilik”ten yana…
Acaba böyle denirse bunun; eyalet sisteminin, demokratik özerkliğin ve “Büyük Kürdistan”ın yolu olacağının farkındalar mı?

BDP de tabii bu deyimden yana. Fakat Cumhuriyet’in kurucu partisinde, ambleminde en öne çıkan ok “milliyetçilik” olan Klıçdaroğlu’nun CHP’sinde kafalar iyice karışık…

Taban “Türk”lükten yana, ancak bazı allameler ise, bu sıfattan kurtulmak için dolambaçlı paragraflar tavsiye ediyorlar. Kimileri burada Türk sıfatının bir ırkı temsil ettiği gerekçesiyle kaldırılmasını istiyor.

Bugünkü TBMM’de “Türk” lükte ısrar eden tek parti MHP…

Tabii yabancılar da çoktan “Türk”en kurtulmak isterler. Stratejik müttefikimiz NATO’nun Soğuk Savaş yıllarındaki Başkomutanı Alexander Haig, Brüksel’deki kapalı bir toplantıda “Bizi Sovyetlerden Türkler kurtarır ama sonra bizi onlardan kim kurtaracak?” demişti.

Kürt dostları da hep “Kürtlerin haklarından” bahsederler ama “Türk”e karışıdırlar…

ABD, tam etnik bir çıfıt çarşısıdır. Her etnik grup vardır. El Kaide’nin New York’ta İkiz Kuleler’e saldırısından sonra tehlikeye karşı Amerikan milliyetçiliğinin canlandırılması için her taraf Amerikan bayraklarıyla donatıldı ve TV’lerde bir kampanya başlatıldı. Kadınlar erkekler ekranlarda; “Benim anam Rus, babam İngiliz ama ben Amerikanım” dediler. Yani “Ben Amerikalıyım” demediler…

***

Biz şimdi, yüzyılların hazinesini çar çur etmeyi tartışıyoruz. Ben burada kardeşim Melih Aşık’ın sözlerini tekrar edeceğim; “Her milletin bir adı vardır. Bu milletin adı kısaca “Türk Milleti” dir… Türk sözcüğü bir ırkı, etnisiteyi temsil etmez. Türk milleti, kendi öz adının değiştirilmesine PKK veya ABD istedi diye izin vermez”.

Sözün bittiği yer budur…

Biz “Türkiyeli“ filan değil TÜRK’üz…

Ne Mutlu TÜRK’üm Diyene” !