Günlük arşivler: 17 Ekim 2012

BİLİM ve ULUSAL GÜDÜ

Dostlar,

Meslektaşım, dostum Sayın Prof. Dr. Yıldırım Beyatlı DOĞAN‘ın çok öğretici, düşündürücü, zihni derinleştirici bir denemesini daha paylaşmak istiyorum sizinle.

İçnde bulunduğumuz zor günlerde ufuk açıyor.

Keşke Prof. Fatih Hilmioğlu hocamız da Silivri tutsakevinde okuyabilse bu nefis denemeyi..

Yıldırım, Betz hücrelerine sağlık sevgin (aziz) kardeşim..

Sevgi ve saygı ile.
17.10.12, Ankara

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

========================================================

BİLİM ve ULUSAL GÜDÜ

Prof. Dr. Yıldırım BEYATLI DOĞAN
Ankara Üniv. Tıp Fak. Psikiyatri Kliniği

Bilim sözcüğü ile kulağımıza dolanlar, zihnimize sızanlar bize ne söyler? Aydınlanma çağından başlayarak şu güne dek, içinde ‘bilim’ sözcüğü geçen farklı ve yeni bir cümle kurabilmek pek kolay görünmemektedir. Sorun sözcüğün aşındırılması ve yozlaştırılması nedeniyle ancak ve ancak aksak ve bozuk tek bir cümlede kullanılması mı yoksa sözcüğün içerdiği dinamik aklın her kullanımda kendini doğuran ve yenileyen özünü görmeme şeklindeki istemli körlükte mi yatıyor?

Tiyatro yazarı, oyuncusu, yönetmen kısaca tiyatro adamı sanatçı Ferhan Şensoy’un bir sözü geliyor aklıma; “Fransızca biliyorum ama Fransızcanın bundan haberi yok!” Bilim adamı tafralı, genelev apaşı donunda, öfkesi burnunda bir dolu insanımsı yaratığa bilim adamı muamelesi çekilirken bilimin bundan ne haberi var ne de sorumluluğu. Ülkemiz insanlarına bilim adına sunulan ve temaşa keyfi yaratan acıklı ve gülünç çarpıklıklar, az gelişmiş olmayı ülkemiz insanına kader biçen belli bir siyasanın şekillenmesi adına kotarılmaktadır. Değerden bağımsız bu siyasa uygun iktidar araçlarını kullanırken toplumsallık niteliği taşımayan sözde bir muhalefet damarı da yaratarak her türlü tartışmayı en başta boğmaktadır. Uğursuzluğu tarihe mal olmuş iktidar erkinin en asal tercihi bilimi değersizleştirerek mümkünse sınır dışı etmektir. Bilim sözcüğü duyulur duyulmaz, öfke uyandırıcı tiksindirici duygulara kapılmak kusmak tepinmek ve benzeri tepkiler belli bir topluluk refleksinin oluşturulduğunu göstermektedir.

Profesör, doçent vb. adlandırmalar yalnızca üniversite kapsamında geçerli kadro isimleri iken günümüzde -rayiç bedeli değişken- bir etiket halini almıştır. Günlük yaşamımız tıka basa onlarla dolu. Şifalı otların anlatımında, burçların irdelenmesinde ağızdan dolma tek atımlık tüfekler kadar bile gürültü çıkarmaktan aciz psikolojik okumalar, kimi ruh hekimlerinin batan fabrikanın elden çıkardığı patiska kadar kıymet-i harbiyesi olmayan toplumsal yorumlamalar ve hatta politik analizler ve benzeri onca şaklabanlık günümüzü doldururken bilim adına zihnimizde olması gereken hacım giderek daralmaktadır. Yakın gelecekte yok olacağına kesin gözü ile bakılmaktadır.

Bilim sözcüğü yalnızca seslerden ibaret olsaydık sözcüğü sese yükleyebileceğimiz onlarca biçim bulunabilirdi. Oysa sese anlam yüklendiğinde sözcük gökte asılı laflardan olmayıp ancak ve ancak insan olmanın kılığında var olabilecek kavramsal bir derinliğe ulaşıyor.

Bu nasıl böyle oldu? Adım adım. Başlangıçtan itibaren an ve durum kollayan uğursuzlar, karınlarını ağrıtan fitneyi -zamanı geldiğinde- ortaya yere dökmekte tereddüt etmediler. Orta yere döktükleri neydi? Tek sözcükle söylemek gerekirse ‘fitne’. Fitne, vasat olma adına oluşturulan nedensellik inşası adına başlatıldı. Sonrası bugüne dek geldi. Dolayısı ile sürecin tanımlanmasında başlangıcı iyice nitelemek gerekmektedir.

Sürecin başlangıcı Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın üniformasından, yıldızlarından soyunduğu ve Bandırma sefinesine adım attığı andır. Ulusal düzlemde başlayan kongre toplantıları her aşamada ulusalcılık adına derinleşen yurttaşların imece niteliğindeki çabalarıyla bir süre sonra adı ulusalcılık olan tarihsel bir kavrama dönüşmüştür. Üçü beş kuruşa kavram alamazsınız. Ama etiket edinebilirsiniz. Vasatlığın şiar edinilmesi, adeta bir erdem olarak kabul edilmesi etiketlerden ibaret toplumsal tutum ve davranış dağarının oluşmasına ve bunun bir toplumsal kabul haline gelmesine yol açmıştır. Fitne budur! Örneğin ‘Büyüklerimiz bilir.’ kabulü böylesi aşağılık bir fitnenin yerleşmesi sonucudur.

Kavram oluşturabilmek, kavramlarla düşünebilmek insan olmanın ‘olmazsa olmaz’ koşulu olarak değer bulur. En eski çağlardan bu yana doğusu, batısı ile kavram oluşturma, akıl at başı gitmiş insanın yetkin hale gelmesinde başat rol üstlenmiştir. Sözü, gideceği yere doğru hareketlenmişken yolundan alı koymamak gerek. Ulusalcılık kavramlaştırmasına geri döneceğim.

Ulusal kalkışmamız kurtuluşla sonuçlandığında ulusal bir savaşa sahip olduk. Bu açıdan yeryüzünde ulusal savaşı ile kurtuluşunu yaşamış ve bu kurtuluşunu sivil yapılanmanın akılcı harcına katabilmiş sınırlı örnekler vardır. İlk başta gelenlerden biri ülkemizdir. Türkiye demenin giderek bizlere dair bir dert olması boşuna değildir. Bu sözcüğü duyunca tırsıyan ve ışıkla birlikte sağa sola yalpalayan mutfak böcekleri atom bombası yok edemiyor ama hem Türkiye sözcüğü hem ulusal sıfatı anafilaktik şok sonucu böcek telefine yol açabiliyor. Aynen marşta terennüm edildiği üzere; ‘Bak şu feleğin işine!’

Ulusal kurtuluş savaşımızın hemen ertesinde devrimler adı altında gündem kazanan biçimsel ve içeriksel değişiklikler yasalara bağlanmıştır. Böylece vasatlık hastalığı salgını engellenerek hacı-hocanın vesayetine bağlı biat kültürü yok edilmeye çalışılmıştır.

Fikri ve irfanı hür tanımı bu anlattıklarımıza bire bir uymaktadır. Kişinin, edilgen bir dış dünya nesnesi olmaktansa zihni kavramlarla zenginleşmiş, kavramlarla derinleşmiş etken bir varlık haline gelmesine çalışılmıştır.

Temel bilimlerin, sosyal bilimlerin, insana dair disiplinlerin ve sanatın, daha pek çok öğretinin en dolaysız yurttaşları bu dönemde yetişmişlerdir. İnsan olmanın bilgi, bilgilenme odağında asıl varoluş olduğu tanımı ulusalcı anlayışın, Cumhuriyet’in tek eksenini oluşturmuştur. Fakir bir ülkede bilgi, bilgi edinme bilgi ve bilmeden doğru var olma güdüsü yaygınlık kazanmak zorundadır. İlel ebed payidar kalacak Cumhuriyet söz konusu güdünün yaygın olmasını gereksinmektedir. Hasan Ali Yücel gibi eğitim bakanlarının varlığı, köy enstitüleri gibi yapıların varlığı bu gereksinime işaret eder.

Bilme, bilgi, bilgi edinme, bilgiyi kullanma, bilgi ile malumatı karıştırmama gibi ince ayrımlar ismen hatırlattıktan sonra bir önceki paragrafta kullandığım güdü sözcüğünün altını özellikle çizmek isterim.

Güdü, insan tutum ve davranışının hem aracı hem de amacı değerinde olabilecek bir tanımdır. Olguculardan tutun da akılcılara, varoluşçulara, görgül yaklaşanlara kadar güdü üzerinde söz etmeyen kalmamıştır. İnsan davranışının insanın tutum örüntüsünün yapı taşı değerindeki bileşeni güdüdür. Kimse idrarını sonsuz bir süreyle tutamaz. Sonunda refleks bir yolla işemek zorunda kalır. Refleks adını verdiğimiz bu fizyolojik esaslı, motor temelli hareket güdü içermez. Bilgi de gerekli değildir. Kenefin bulunduğu yere dair malumat, işemenin bedeline işaret eden bir etiket olduğu sürece adı geçen refleks döngüsünün davranış değil de hareket adını alması boşuna değildir. Davranışın farkı nedir?

Davranış öncelikle niyeti gerektirir. Niyet olmaksızın davranış gerçekleşmez. Tek başına niyet de yetmez. Niyetin tasarıma ihtiyacı vardır. Niyetin bir tasarıma kavuşması belli bir amaç odağında vücut bulmasıyla mümkün olur. Amaç, niyet, tasarlama insan edimine zemin hazırlar. Bu zemin üzerinde akan hareketlilik duyguyu düşünceyi bir arada barındırmak zorundadır. Hepsi bir arada güdü adını alır. Güdü olmaksızın davranış gerçekleşmez.

Bilme, bilme isteği, zihnin kendi hacmini bilmeye açması davranışın zihinsel zeminde bir nedensellik boyutuna duyduğu ihtiyaca işaret eder. Bu güdüdür. Yalnızca insana özgüdür.

Var olmayı beceren, kendini gerçekleştiren insanın kalımı için güdü mutlaka gerekmektedir. Güdünün yol arkadaşı akıl olmaktadır. Aralarındaki ilişki aklın önderliği değişmemek koşulu ile yerine göre karşılıklı olabilmektedir. Akıl, gereksindiği gizil güç için güdüye ihtiyaç duyabilir. Gene de akıl tek başına hareket edebilir mi? Akıl, hareket edebilmek için ille de güdüye mi ihtiyaç duyar? Hayır tabii.

Aklın ışığını yakan duygulardır.

Duygular, yalnızca aklın ışığını yakmakla kalmaz güdünün yolunu da aydınlatabilir.

Peki, bütün bunların ulusalcılıkla ne alakası var diyeceksiniz. Ulusalcılar olarak toplaşabildiğimize göre böyle demeyeceğinizi biliyorum. Ancak alakayı altını çizerek bir kez daha anmayı önemli buluyorum.

Cumhuriyet’in ilkelerden ödev çıkaran kuşağı nasıl bu hale geldi dersiniz?

Ulusal kalkışmamızın bilediği kavga gücümüz kurtuluşumuzu muştulayan savaşla amacına ulaştığında bağımsızlığımız için çabalarımız yaşadığımız duygularımızı arıtıp nesnelleştirirken aklımızın ışığını da yaktı! 200 kg’dan ağır top mermisini sırtına atan Salih çavuşun taşıdığı duygu yalnızca onun aklının ışığını mı yakmıştır? Yaşadığımız ve ortaklaşa yaşama kararı verdiğimiz ulusalcı coşkumuzun aklımızın ışığını yaktığı gene tarihsel bir gerçektir.

Taşıdığı adam gibi duygularla aklının ışığı yanan insanın ilk davranışı bilgi, bilginin kaynağı, bilginin olanaklılığı üzerinde düşünmeye başlamaktır. Böyle düşünebilmek için etiket yazısı haline gelmiş sanlara ve tanımlara ihtiyaç yoktur. Cumhuriyet, ulusalcılık coşkusuyla aklının ışığını yakabilmiş insanların kurduğu insanca düzenin adıdır. Ulusalcılık hem aklın ışığını yakmış hem de ışığa boğulmuş aklın bireşiminde yer almıştır. Bu nedenle ulusalcı kuşağın bireylerinin davranışları bilgi odaklı güdü ile renklenmektedir. Ulusalcı düşünceye ait insanın tutum ve davranışında bilgiyi esas alma şeklindeki güdü iyi insan, iyi yurttaş; doğru insan, doğru düşünce gibi farklı alt tanımlamaları da beraberinde getirmiştir.

Vasat insan tanımladığım bu özellikleri kendisi için tehdit ve tehlike olarak gören insandır. O, vasat hale gelerek biat etme dürtüsünü kerteriz almış nesneleşmiş biyolojik bir oluşumdan öte anlam taşımaz. Ulusalcıların rahatsız ettiği fitne odakları dün vasatlık adına yaygın tezviratta bulunurken bugün, vasatlığı kendi kurtuluşunun aracı ve amacı olarak gören post-modern mukallidi şarkiyatçı dürtüsüne sahip nesillerden medet ummaktadır. Bu nedenle bilim, bilimsel düşünce niteliksizleştirilirken vasatlaşmış insanlara ‘önce iman sonra zaman kalırsa anlarsın’ denmektedir.

Kişi güdüsünü yeniden kazanabilir. Tutum ve davranışını kendi zihinsel zenginliği düzeyine göre ayarlayabilir. Bunun için kişi zihnini derinleştirmelidir. Nesnelerle duyularımız aracılığı ile kurulmuş ilişkilerin sadece ilişki olduğunu o zaman anlar. Salatalık bir sebzedir. Parasıyla alıp filenize koyduğunuzda salatalıkla aranızda etiket fiyatının tanımladığı bir tür ilişki kurulmuş olur. Ama ne salatalık sizden ne de siz salatalıktan haberdarsınızdır. Çünkü aranızda etkileşim yoktur. Oysa zihni derinleşerek zenginleşmiş insan ilişkiyi etkileşim olmaksızın düşünemez. Bu noktada akıl ortaya çıkar.

Tek eksik aklın ışığının yanmasıdır.

Işığı yanan akıl yanı başında güdüyü görür.

    * Aklın ışığını ise duygu yakar.

Karda, tozda, çamurda, yağmurda, boranda her türlü ahval ve şerait dâhilinde aklın ışığını yakan bir duygu olarak ulusalcılığı içten selamlıyorum.

Beraberce!

TÜRKER ERTÜRK : İhanette istikrar

TÜRKER ERTÜRK

İhanette istikrar

AKP, ülkemize ve bölgemize yönelik emperyalist projenin gerçekleştirilebilmesi için 2002’de iktidar yapılmış, 2007 ve 2011’de olmak üzere yapılan genel seçimlerde de okyanus ötesinden düzenlenen operasyonlarla iktidarda tutulmuştur.

“Bu on yıllık AKP iktidarı döneminde en çok dikkatinizi çeken nedir?”
diye sorarsanız, hiç kuşkusuz yanıtım istikrar olur. Anımsarsınız, 12 Haziran 2011 seçimlerinde Başbakan Erdoğan istikrar için oy istemişti.

Fakat Erdoğan’ın olumlu anlamda kastettiği istikrar ile bu uzun dönemde bizim gözlemlediğimiz istikrar arasında çok büyük bir fark var.

    Bu 10 yıllık dönemi ihanette istikrar olarak değerlendirmek daha doğru olur.

Gerçekten de bu süre içinde AKP kendisini iktidara taşıyan emperyalizme karşı görevlerini fazlası ile yerine getirmiştir.

– Milli güvenliğimizin kırmızı çizgilerini emperyalizm lehine yok etmiş,
– Bölgede çıkarlarımız aleyhine taşeronluk görevlerine hız vermiş,
– Ülkemizin kurucu değerlerine ve ulu önder Atatürk’e düşmanlık etmiş,
– Her uygulaması ile demokrasinin olmaz ise olmazı olan laiklik ilkesini yok
etmeye çalışmış ve laiklik karşıtı fiillerin odağı olmuştur.

Bugün Suriye’ye müdahale Türkiye’ye müdahale anlamındayken, Suriye’nin bölünmesinin Türkiye’nin bölünmesi demek olacağı bu denli açık iken Türkiye’nin kendi çıkarlarına olmayan bir Suriye müdahalesi peşinde koşması, Suriye sınırlarına asker yığması ve Türk Donanması’nın Suriye’ye karşı savaş konumuna geçirilmesi bu ihanetin açık kanıtlarıdır.

Barzani ve Yorgo

AKP’nin ülkemize ihanet ettiğinin kanıtları çok fazla, yeter ki bunları görmek isteyin ve kafanızı kuma gömmeyin. Geçtiğimiz ayın son günü yapılan AKP’nin 4. Olağan Kongresi’nde elinde Türk Askeri’nin Şehit kanı bulunan Barzani için “Türkiye seninle gurur duyuyor.“ çığlıkları ile tribünler inliyordu.

Barzani’ye bu sloganı atanların, attıranların ve bunu duyup da susturmayanların yurtsever insanlar olabileceğini düşünüyor musunuz? Bu bir ilk mi? Tabii ki hayır!

Geçen yıl Erzurum’da yapılan Dünya Üniversitelerarası Kış Oyunları açılış töreninde zamanın Yunanistan Başbakanı Yorgo Papandreu için “Erzurum seninle gurur duyuyor“ diye tempo tutturdular. Açılış töreni için Cemal Gürsel stadyumunda bulunan Erzurumluya bu hatayı partinin en tepesinden emir ve direktif alan AKP’nin amigoları ve şakşakçıları yaptırmıştı.

Hainliğe örnekler çok! Ülkemizin çıkarlarını ve güvenliğini yok sayan, dost ve kardeş ülke Azerbaycan’ın işgal edilmişliğini dikkate almayan, emperyalist bir yalan olan sözde “Ermeni soykırımı“ savlarını görmezlikten gelen Ermenistan açılımı nedeniyle 2009’da Türkiye – Ermenistan maçında Azerbaycan bayrakları AKP hükümetinin talimatıyla Bursa stadına alınmamıştı.

AKP Olağan Kongresi’nde “2023 Siyasi Vizyonu“ adı altında dağıtılan 70 sayfalık kitap bu topraklara karşı ihanetin başka bir belgesi. İçinde güzel şeyler, uygar ve çağdaş temenniler de var! Ama bunlar kötü niyetli ana fikri saklayabilmek ve göz boyamak içindir.

63 maddede özetlenen AKP’nin önümüzdeki 10 yıllık yol haritasında Türkiye’nin emperyalizmin istekleri doğrultusunda dönüştürülmesi planlanmaktadır.

Bu dönüşümün ayrıntısında ana hatları ile otoriter bir polis devleti yönetimi, ılımlı İslam faşizmi, etnik ve mezhepsel ayrışma, emperyalizmin çıkarları için bölgede taşeronluk, başkanlık adı altında padişahlık ve bölünmeye giden federatif bir yapı gözlenmektedir.

Polis hükümetin, Jandarma devletin

Yine bu yol haritası içinde eski rejimin ordusu olan Türk Silahlı Kuvvetleri’nin tamamen tasfiye edilerek yeni bir ordunun kurulmasının ipuçları vardır. Jandarma’nın tamamen yok edilmesi ise çok açık olarak ifade edilmiştir.

Jandarma bu topraklarda 1839’da Fransa örnek alınarak kurulmuştur. Aynı zamanda devleti merkezileştirme çabalarının bir ürünüdür. Günümüzde ise görevi; sorumluluk alanında emniyet ve asayiş ile kamu düzeninin korunmasını sağlayan silahlı ve askeri bir güvenlik kuvvetidir. Eğitim, öğretim ile askeri kanun ve nizamların kendisine verdiği görevler açısından Genelkurmay Başkanlığı’na, asayiş görevlerinin yürütülmesi açısından İçişleri Bakanlığı’na bağlıdır.
Pratikte Polis hükümetin, Jandarma ise devletin ve rejimin asayiş gücüdür.

Bu Fransa’da da böyledir. Fransız Jandarması Fransız Devrimi sonrası kurulmuştur ve devrimin asayiş gücüdür. Polis ile görev alanları aynı olsa da kaldırmayı düşünmek Fransız Devrimi’ne karşı gelmek anlamındadır.

İtalya’da da Carabinieri adı altında jandarma teşkilatı vardır. Örneğin Türkiye’de Jandarma ile Polis arasında görev bakımından saha ayrımı yapılmıştır. Jandarma kırsalda, Polis şehirlerde görev yapmaktadır. İtalya’da ise her ikisi de aynı alanda görev yaparlar. Aynı olaya ikisi birden müdahale ettiğinde öncelik Carabinieri’ye aittır. Çünkü Carabinieri İtalyan birliğini temsil eder.

Türk Jandarması Atatürk önderliğinde yapılan Türk Devrimlerinin sadık bekçisi ve ulusal bütünlüğün kolluk kuvvetidir.

Eğer siz Atatürk’e, Türk Devrimlerine ve bölünmez bütünlüğümüze düşman iseniz Jandarma’nın tasfiye edilmesini istemeniz normaldir.

Barzani’ye, Yorgo’ya ve Sarkisyan’a dost;
Atatürk’e, İnönü’ye ve Denktaş’a düşman olanların vizyonunda ancak bunlar olabilir!

Saygılar sunarım.

İLK KURŞUN, 16.12.10
İLK KURŞUN’A ABONE OLMAK İÇİN TIKLAYINIZ

Ben artık bu toplumun sosyal ve manevi bir üyesi değilim ..

Dostlar,

Prof. Dr. Ali Demirsoy büyüğümüzün İBRETLE DOLU yazısını mutlaka okumalısınız,
okutmalısınız..

Kendisinin de özel ricası, “..bu kez yazım kısa ama mutlaka okuyunuz..” diye rica ediyor.

Ali hoca ile cami avlusunda görüşemedik ama, yazısına büyük ölçüde biz de katılıyoruz..

Umarız kendisi de bu sitede Fatih hoca için yazdığımız 2 yazıyı okuma olanağı bulur..

Sevgi ve saygı ile.
17.10.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===================================

Prof. Dr. Ali Demirsoy

Ben artık bu toplumun sosyal ve manevi bir üyesi değilim

16.10.2012 tarihinde tanık olduğum bir merasimde, bu toplumun ulaşmış olduğu kimliğin artık benim kimliğimle aynı olamayacak kadar farklılaştığını anladım. Eğer siz toplumun yaklaşımını ve anlayışını anlayamıyorsanız, o toplumun bir bireyi olmaktan uzaklaşmışısın demektir ya da o toplum, sizin, içinde rahat hareket edemeyeceğiniz ya da benimseyemeyeceğiniz kadar değişmiş demektir. Tanık olduğum şu sürecin üzerinde, ön yargılarınızı bir tarafa bırakarak bir insan olarak, ama sadece bir insan olarak düşünmenizi istiyorum.
Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi mezunu, Almanya’da ve Hacettepe Üniversitesinde dâhiliye uzmanı olmuş, başhekimlik, dekanlık yapmış ve İnönü Üniversitesinde Gastroenteroloji kliniğini kurmuş ve iki dönem İnönü Üniversitesi Rektörlüğünü yapmıştır. Rektörlüğünün çok başarılı geçtiğini, üniversiteye önemli tesisler kazandırdığını, çok sayıda bilimsel toplantıya destek olduğunu ve on binlerce ağaç diktirerek üniversitenin kıraç arazisinde neredeyse orman kimliği kazanacak bir koruluğu bu bölgeye kazandırmıştır.
Tanıdığımız Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, cumhuriyete, laikliğe, bilimsel düşünceye sözde değil özde inanmış ve sahip çıkmış bir meslektaşımızdı. Bu yolda da cesur çıkışları olmuş bir yöneticimizdi. Şu anda çeşitli suçlamalarla Silivri Cezaevinde, yaklaşık 4 yıldan bu yana tutuklu olarak (kesinleşmemiş bir suçtan dolayı değil) yatmaktadır ve bilebildiğimiz kadarıyla da ağır seyreden karaciğer kanserinden dolayı yaşamı tehdit altında olduğu söylenmektedir. Eğer varsa, suçunun ne olduğunu, bağımsız, hukuka ve adalete saygılı, insan haklarını ön planda tutan yüce mahkemelerimiz kuşkusuz kanıtlarıyla birlikte bu topluma kararlarıyla duyuracaklardır. Yargılama aşamasındaki bir davaya fikir beyan etmenin, görüş açıklamanın ve serzenişte bulunmanın hukuka aykırı olacağını bildiğim için bu konuyu burada kapatmalıyım.
Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’nun iki oğlu vardı. Biri şu anda Amerika’da eğitimdeymiş, diğeri Emir; benim de yakinden tanıdığım yakışıklı, saygılı, yüzünden güzellik akan, aydınlık yüzlü bir gençti ve Başkent Üniversitesi Hukuk Fakültesinde üçüncü sınıfta okuyordu. Her hafta sonu yalnız kalan anasını, babasını görmek üzere Silivri’ye götürüyor, onunla iki gün kalarak geri dönüyordu. 13.10.2012 tarihinde çok kötü bir trafik kazasında yaşamını yitirdi.
Emir’in cenaze ve defin törenine birçok insan gibi ben de katıldım. Benzer durumlarda yaşanan hüzün doğal olarak bu törenlerde de yaşandı. Hepimizin gözlerinden yaşlar aktı. Buna benzer hüzün veren olaylar dünyanın her yerinde ve ülkemizde de sıkça yaşanmıştır. Ancak bu süreçte yer alanların acıklı durumları, çizilen bu tabloya yerleştirildiğinde, belki de dünyanın en kahredici, üzücü ve düşündürücü bir sahnesi sahnelenmiş oldu.
Dünya güzeli oğlunu yitiren ana, başından itibaren; özellikle mezarın başında eridi bitti; bir ananın dramını bütün çıplaklığıyla görüyorduk. Belki, onu, kendisi bir hekim olan kocası teselli edebilecekti; acılarını bir nebze de olsa dindirebilecekti Gözlerimiz kocanın üzerindeydi. Ancak kocayı, yanında, arkasında, önünde, -her halde- yıllarca kucağına almış, sevmiş, öpmüş, koklamış yavrusunu son seyahatinde yalnız bırakarak kaçmasın diye en az görebildiğimiz 6 kolluk görevlisi çembere almıştı. Zaten 4 yıl tutukluluk ve ağır hastalığı nedeniyle neredeyse bitme aşamasına gelmişti. Bir zamanların saygın doktoru, saygı yöneticisi Prof. Dr. Fatih Hilmoğlu’nun gözlerindeki -çok az kimsenin anladığını düşündüğüm- acı ifade birçoğumuzun kalbine kurşun gibi oturdu. Hiç kimseye, yaşayan oğluna, üzüntülerin en büyüğünü yaşayan eşine bile yardım edecek durumda değildi. Belli ki sadece bir töreni yerine getirmek için izinli çıkmıştı.
Yasalar neredeye kadar izin veriyor, nasıl veriyor bilemem; hukukçu değilim. Ancak Prof. Dr. Fatih Hilmoğlu’nun geniş bir koruma çemberi içinde Ankara’ya getirilip, evinde kalmasına izin verilmeden, geceyi Sincan Cezaevinde geçirmek, defin töreninin ardından (aynı gün mezarlıkta bu tören yaklaşık saat 16.00’da bitti) saat 19.00’da 4 yıldır tutuklu olduğu Silivride’ki koğuşuna götürülmek üzere izin verilmiş. Yani evinde çocuğunun ruhuna okunacak duaya bile âmin diyecek şans tanınmamıştı. Eşiyle birlikte yıllarca yavruları üşümesin diye yorganını örttükleri odaya, son bir defa birlikte bu yorganı katlamak için bir şans bile tanınmadı. Sanki Silivri kaçıyordu.
Bu yazıyı kaleme alırken ananın mezarı başındaki yok oluşunu, babanın gözlerindeki acı ifadeyi, bu durumu toplumun bir kara bahtı olarak görerek gözlerinden sicim gibi boşanan yaşları bir türlü unutamıyorum. Anayasanın bile sık sık çiğnendiği bir ülkede, bir ailenin tarif edilemez bir acısına merhem olmamayı neden en katı yasalara bağlıyoruz? Biz bu kadar mı insanlık duygularımızdan uzaklaştık?
Eve ulaştığımda her şeyimle bütünleştiğimi düşündüğüm bu toplumun artık tarif edilen bir üyesi olmadığımı anladım. Bu kadar kin, bu kadar garez, bu kadar acımasızlık, bu kadar gaddarlık benim mensup olacağım topluluk olamaz. Eğer geleneğimiz buna izin veriyorsa, ben bu gelenekten değilim, eğer kültürümüz buna izin veriyorsa ben bu kültürden değilim, eğer milli duygularımız buna izin veriyorsa, ben bu milletten değilim, eğer dinimiz buna için veriyorsa ben bu dinden değilim. Belli ki kalabalığın içinde yalnız kalmış birkaç insandan biriyim.
Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu rektörlüğü sırasında birçok bilimsel toplantıya tam anlamıyla destek oldu. Beğensek de beğenmesek de tasvip etsek de etmese de o dönemde yöneticilik yapmış, birçok bildiriye ortak imza atmış, birçok kararı birlikte almış arkadaşlarını da gözlerimiz aradı. Onu yalnız bırakmayan politikacılarımız, bilim adamlarımız, bir zamanların yöneticileri vardı; ancak gözlerimizin aradığı çok kişiyi –en az bu acı olayda yanında olma ve ona manevi destek verme için bile- göremedik. İnsani bir görev için bile orada değillerdi. Belli ki sele kapılmış çok insanımız var.
Katılanları bu yazıyı yazarken şöyle bir tekrar gözden geçirdim. Nitelikli bir grubun olması, bir devrin özelliğini tanımlıyor gibiydi. Sele kapılanların gelmemiş olmasını daha hayırlı gördüm. Çünkü bir Azerbaycan atasözünde der ki: Sel geldiği zaman ilk olarak çer-çöp gelir.

Prof. Dr. Ali Demirsoy
16.10.2012

Değerli Kardeşim

Bir kısmımızın bu toplumun artık bir üyesi olamayacak kadar farklılaştığını söyleyebilirim. Bunlardan bir de benim ve yargıya bugün kesin olarak vardım. Bu sefer kısa olan bu yazımı kesinlikle okumanızı diliyorum.
Saygılarımla

Fatih Hilmioğlu’na…


Dostlar,

16 Ekim 2012, Salı, öğlen saatleri.

Ankara, Kocatepe camisi avlusu.

2 cenaze var avluda ama inanılmaz bir hareketli kalabalık.

Önceki YÖK başkanlarından Prof. Dr. Erdoğan Teziç‘ten,
Hacıbektaş Belediye Başkanı Em. Tuğg. Ali Rıza Selmanpakoğlu‘na dek..

Fatih Hilmioğlu hocamız, dostumuz, kardeşimiz, arkadaşımız, meslektaşımız,
ADD’de Genel Yönetim Kurulu üyemiz..

ADD’nin Genel Yönetim Kurulunda birlikte olmuştuk, Şener Eruygur paşa genel başkan iken. Önceki Genel Yönetim Kurulunda da..

Yanında eşi ve oğlu ile bir acı anıtı olarak vakur duruyor..
Ölçüsüz acısı donuk mimiklerle yüzüne adeta nakşedilmiş.

İnsanlar kuyrukta, onlara, acılı aileye dokunmak ve birkaç acı paylaşımı, teselli sözcüğü sunmak istiyorlar.

Şurada Prof. Dr. Erkan Pehlivan’ı görüyorum. Malatya’dan kalkmış gelmiş, Fatih hocanın rektörlük döneminde yardımcısı idi. Sabah evine de uğramıştı Yıldız’da.

Altan Arısoy da gelmiş.. Anamur’dan, 10 saat sürmüş gece boyu otobüs yolculuğu.

Taziye kuyruğu ağır ağır ilerliyor.
Ilık bir sonbahar güneşi içimizi ısıtıyor.
10:30 – 12:20 dersinden çıkarak Cebeci’den Kocatepe camisine koşmuşuz.
Ağzımız dilimiz kupkuru, uykusuz bir gece geçirmişiz Fatih hoca ile duygudaşlık (empati) içinde.. O, ateş düşmüş evinde eşi ve kalan tek evladıyla birbirine sarılma dayanışma olanağından yoksun bırakılmış, Ankara Sincan cezaevinde geceliyor; biz de evimizde, 2 saatlik yatağa zorunlu teslim oluş dışında çay kahve ile sabahlayarak, ev içi volta ile..

Ne söyleyeceğiz Fatih hocaya ??

Kıvranıyoruz acıdan ve söyleyecek söz bulamamaktan.

Kendisini görüyoruz, sıramız yaklaştı.. Ne de çok özlemişiz bu arada?
Yıllardır kucaklaşamamışız. Geçen yıl 8 Ekim’de Silivri’de duruşmada görmüştük.
Oysa Malatya’da Tıp Fakültesi Dekanlığında, Rektörlüğünde epey sık görüşürdük.
ADD adına AYDINLANMA KONFERANSLARIMIZ sürerken Malatya’da ve Üniversitede de çok sayıda sunuşumuz olmuştu :

– Cumhuriyet Dönemi Sağlık Hizmetleri ve Bulaşıcı Hastalıklarla Savaş
Stratejileri, Malatya, 08.10.99 (Sayın Hilmioğlu Tıp Fak. dekanı iken)
– Atatürk’ün Işıklı Yolunda 2000’ler Türkiye’si. Malatya / Halkımıza, 29.10.00
– Cumhuriyet ve Sağlık. Malatya İnönü Üniversitesi, 01.11.00
– Yeni Dünya Düzeni ve Türkiye’nin Geleceği. Malatya ADD, görsel konf. 10.06.02
– Küreselleşme ve Cumhuriyet’in Sağlığı, 9. Ulusal Sosyal Psikiyatri Kongresi,
Tema : ”Küreselleşme ve Psikiyatri”, Görsel Konferans, İnönü Üniv. Malatya, 11.06.02
– Cumhuriyet’in 80. Yılında Türkiye Nerede? İnönü Üniversitesi, Malatya, 29.10.03
– Cumhuriyet’in 80. Yılında Neredeyiz? Malatya / Arguvan, Kızık köyü, 28.10.03
– Atatürk Cumhuriyetimiz 84 Yaşında :Sonsuza Dek Yaşatacağız !
Malatya / Hekimhan ADD, 29.10.07
– Ulusal Egemenlik ve Ulusal Eğitim. Eğitim İş ve ADD Malatya, 26.04.08
(Bu etkinlikler sırasında yapılan radyo-TV programları listelenmemiştir.)
………

25 / 26 Ağustos 2005 gecesi, biz ADD Genel Başkan yardımcısı iken Afyon Kocatepe’de bir etkinlik düzenlemiş ve ULUSAL BİRLİK çağrısı yayımlamıştık.

KOCATEPE Bildirisi‘ni 3 gün sonra Cumhuriyet’te makale yapmıştık.
Bizim kaleme aldığımız ulusal birlik çağrısı metnini, Büyük Taarruzun 83. yılında, sabaha doğru, şafak sökerken, çakmakların ışığında Kocatepe’de, Büyük Atatürk‘ün o ünlü yontusu altında okuyarak kamuoyu ile paylaşmıştık.

Kocatepe’ye tırmanırken, gece yarısının ilerleyen saatlerinde Fatih hocayı “kişisel aracında” (Ford focus marka) yanımızda görmüştük. İnönü Üniversitesi rektörü idi. Kalkmış taa Malatyalardan Afyon’a gelmişti, 1874 m rakımlı Kocatepe’ye tırmanıyorduk birlikte..

Gündüz de bir panelimiz vardı bizim konuşmacı ve yönetici olduğumuz :

* Büyük Zafer’in 83. Yılında Türkiye’de Siyasal Konular.
Afyonkarahisar Kocatepe Üniversitesi, 26.08.05.

Eveeet…

Kuyrukta taziye sırasında ilerlerken zaman tunelinde aklımızdan geçen bunlardı.

Dostum, dava arkadaşım, meslektaşım Fatih (Hacettepe 79 mezunu, biz 1977) ile kucaklaştık..

………………

Duygu fırtınası içinde idik.

Fatih, “acının yarısını bana ver, benim olsun..” sözleri ağzımdan döküldü.

Bunlar değildi söylemeyi tasarladıklarım. Sözün bittiği yerde dilim çözülmüştü.

– Dayan Fatih, bunlar da geçecek, zulümlerinde boğulacaklar, güzel günler görecek bu ülke.. onu omuzlamayı sürdürmeliyiz..

diye ekledim. Fatih hoca bunların ne denlisini duydu, algıladı bilmiyorum, ama başını salladı bana, göz göze geldik, onayladı, o arada dipsiz acısını bir kez daha yaşadım. Gözlerimi gözlerinden ayır(a)madım, acısının yarısını bana akıtsın diye..

Eşinin ve oğlunun ellerini sık(a)madan bir konfüzyon içinde sürüklendik.
Bir ses de uyarıyordu o arada, daha seri olmalıydık, öpüşmemeliydik.. (!?)

Ya sabır çekerek, ceplerimizdeki peçetelerin yardımını alarak uzaklaştık..

13:30’da Fakültede dersimiz vardı. Biraz gecikerek taksi ile dersimize yetiştik.
Öğrencilerimize özürümüzü sunduk, olayı ve Fatih hocayı 16 öğrenci (Dönem 5) içinde bilen yoktu.. (Sabah Dönem 3 dersimizi de çok acılı paylaşmıştık..)

Bu dersi gülümseyerek sunma olanağımız olmadığını açıklayarak özür diledik.
Emir’in, babası Fatih’in, anne ve abisinin acılarını içimize gömerek görevimizi yapmaya çalıştık. Ardından, Hacettepe’de süren HİSAM Çalıştayı’nın son oturumuna yöneldik. Akşam da yemekleri vardı, içimiz kaldırmadı, yemeğe katılmadık, zaten yorgunluk ve uykusuzluktan bitkindik. Birkaç saat bedenimizin bizi tutsak alan yasalarına teslim olduk.. Veee, görüldüğü üzere klavye başındayız, saat 04:15..

**********

Dostlar,

Fatih hoca Ankara’ya önceki gün (15.10.12) otobüsle getirildi, evinde yalnızca 1 saat kalabildi. Geceyi Sincan cezaevinde geçirdi, evinde güvenliği sağlanamıyordu ??!

Cenaze töreninin yapıldığı 16.10 12 günü (dün) sabah evine götürüldü, öğlen ve sonrasında cenaze törenine katıldı ve akşam 19:00’da gene cezaevine kondu..

Mevzuatımız bu denli katı mı?

Türkiye Cumhuriyeti’nin yasal düzenlemeleri böylesine zalim mi, insafsız mı?

Yoksa uygulamacıların inisiyatifleri ile mi böylesine vicdansızlaşıyoruz?

Niçin hiç empati kurmuyoruz?

Nasıl bir eğitimden geçtik?

Özetlediğimiz vahşi uygulama buyruğunu kim(ler) vermiştir?

Tarih elbette bu soruların yanıtını verecektir.
Tüm aktörler hakkında hükmünü de..

Son olarak şunu söyleyelim ki; bu denli zulmün sürdürülebilirliği yoktur!

Türkiye hızla çözümüne koşmaktadır

    ..

Yaşananlar bu zorlu doğumun haliyle şiddetli sancılarıdır.

Fatih hoca ile bir ziyaretimizde Rektörlük makamında akşamın ilerleyen saatlerinde ülke sorunları üzerinde söyleşiyorduk. Türk Tabipleri Birliği adına Malatya’da yapılan İşyeri Hekimliği Sertifika kursunda sunduğumuz 3 dersten Çağdaş Sağlık Anlayışı‘nın bir örneğini rica etmişti. Renkli lazer yazıcıdan çıktı alırken bana sormuştu :

– Nereye gidiyoruz ??

Yanıtlamıştık :

– Dibe..

Meraklı gözleriyle açıklama istiyordu, ekledik :

– Halk “yandım anam..” diyene dek dibe vuracağız, boynumuzu kırmayacağız ama
epey zayiat ile yukarı çıkacağız..

Sanırız bu öngörülerimizi yaşayagelmekteyiz.. Epey zayiat verdik, epey..
Karanlık en koyu aşamasında, dolayısıyla tan da sökmeye; en yakın vakitte..

Türk ulusu bu karanlık dönemi kapatacak ve Türkiye Cumhuriyetimiz, Büyük Atatürk’ün şaşmaz biçimde öngördüğü üzere sonsuza dek yaşayacaktır (payidar kalacaktır!).

Bu son tümcemiz cılız bir dilek değil, tarihsel determinizmin öngörüsüdür.

Fatih hoca, bu son acı olayın ardından tahliye edilmelidir. En azından insani gerekçelerle.. Yargılama tutuksuz sürdürülmelidir. Mevzuatımız buna elverişlidir. Ayrıca Fatih hoca ilerlemiş bir karaciğer hastasıdır. Cezaevi koşullarında hastalığı hızla ilerlemekte, yeterli tıbbi bakım, beslenme hizmeti alamamaktadır. Moral olarak da çökkündür, oysa iyileşmesi ya da hastalığının hızlı ilerlememesi için de psikolojisinin düzelmesine gereksinim vardır. Ceza Muhakemeleri Yasası’nın 16/2 maddesi aşağıdadır ve çok nettir..

Sevgi ve saygı ile.
17.10.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Fatih Hilmioğlu’nun Acısı ve Haykırışı

Bedri Baykam

Fatih Hilmioğlu’nun Acısı ve Haykırışı

İnsanın sevgili babasının cenazesine katılması, evrenin kendisine sunduğu en ağır sınavlardan biridir. Maalesef çok iyi bildiğim bir dramdır. Çocukluğunuzdan beri her an korktuğunuz şey bir gün gerçekleşir ve sizi dünyaya getiren iki insandan birini kaybedersiniz. Bilinçaltı bu beklenti yıllardır içinizde olduğu için birazcık hazırlıklısınızdır buna… Ama bir de bunun tersi vardır. Yani annenin-babanın oğlunu-kızını zamansız kaybetmesi felaketi. İşte doğa sizi buna bilinçaltınızda alıştırmamıştır. Akışın beklentilerine girmez. Acı daha da katlanır bu yüzden. Hele o baba en akla sığmayan nedenlerle hapiste tutuluyorsa!

Birkaç hafta önce yine Ergenekon davasını izlediğim bir gün, Malatya İnönü Üniversitesi eski Rektörü Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’yla uzun uzun sohbet etme imkânı buldum. Her zamanki vakur duruşuyla bana aşağıda okuyacağınız şekilde Ergenekon davasını analiz ediyordu. Kendisine en kısa zamanda bu savları ele alacağımızı söylemiştim. Araya Balyoz davası, iktidarın Taksim çıkarması gibi hayati gündem konuları gelince bu haftaya ertelenmişti bu yazı. Nereden bilebilirdim ki satırlarımın en ağır yanı, yüreği kanayan ve oğlunu kaybetmiş bir babayı teselli etme, daha doğrusu “edememe” ve acısını paylaşmaya çalışma olacak? Allah sabır versin Sayın Hilmioğlu’na… Kendisi hayatının en acı haberini en dramatik şekilde alıp sağlığını daha da kaybederek Ankara’ya 8 saat sonra götürüldüğü gece, ne kadar ilginçtir ki, yine en katı duvarla karşılaşmış.

Yetkililer “Hayır gece kendi evinde kalmana izin yok” haberini verdikten sonra ailesiyle bir saat kalıp Sincan Cezaevi’ne yollanmış Hilmioğlu. Buna benzer insanlık dışı normları duyunca gerçekten kendime soruyorum:

Empati denilen olgu, bu insanlarda hiç mi yok? Yarın aynı davranışı bir başkası kendilerine yapsa ne hissederlerdi, çok merak ediyorum… Herhalde aynaya bakıp kendileriyle ilgili dehşete düşerlerdi!

Hilmioğlu, hep bana yansımış olan değerli yüzüyle, örnek bir Atatürkçü hoca, örnek çalışkan bir insan, ülkesine yalnız iyilik yapmak için, aydın gençler yetiştirmek için ömrünü vermiş bir büyük rektör. Herhalde cezaevinde yalnız kaldığı anlarda “Meğer hiçbir iyilik cezasız kalmaz sözü doğruymuş!” diye kendi kendini sorgulayan bir insan aynı zamanda.

Hilmioğlu, Ergenekon davası konusunda yargı mercilerinin, kamuoyunun ve siyasilerimizin dikkatini iki noktaya çekiyor.

Bunların ilki, “Ergenekon” adı verilen bir terör örgütünün varlığını bugüne kadar kanıtlamış hiçbir kurum bulunamaması hakkında:

“Yıllardır bu konu en derin şekliyle ve ısrarla, MİT’e, askeri istihbarata, polise ve hatta basına soruluyor. Bugüne kadar böyle bir örgütü bu dava dışında duyan yok. Hiçbir devlet kurumundan tek bir olumlu yanıt yok. Mahkeme heyetinin bunu sormadığı kapı kalmamışken hâlâ neyin peşindeler merak ediyorum. Bu kadar yüksek imkânlarla bu tek yönlü soruşturmada bile yıllardır bir şey çıkmıyorsa, bu nasıl bir dava oluyor anlayamıyorum.”

Doğru söze ne denir? Yani bu ülkenin tüm istihbarat örgütleri, toptan sıfır mı çekiyorlar da böylesine “Cumhuriyetin canına kastetmiş” dev bir örgütün tek bir izi çıkmıyor? Bu bir fiyasko değildir de nedir?

Ama Hilmioğlu’nun çıkışı bununla da sınırlı değil. Bakın ne ekliyor:

“Bu davanın özü, adı geçen ‘örgüt’ün, bir ‘darbe girişimi’ yaptığı iddiası üzerine kuruludur. Sayın Savcı’nın kendisi, ‘Bu davanın özü 2003-2004 darbe girişimi iddiasıdır.’ diye belirtmiştir. Bu konuda en yetkili kişi ve

    Genelkurmay Başkanı olan Hilmi Özkök, ifade vermeye gelmiş ve ‘Böyle bir darbe girişimi olmamıştır.’ diyerek kesin görüşünü açıklamıştır.

Yani ne dediği belirsiz, güvenilmez, sapkın gizli tanıkların mı sözleri daha değerlidir, yoksa Sayın Genelkurmay Başkanı’nın sözleri mi?

İşte bu nedenlerle bu konu artık bitmiştir. Olmayan örgütün olmayan darbe teşebbüsü nedeniyle daha kimi ne kadar tutabilirler burada?

Artık yargının da toplumun da bunu görmesi lazımdır.”

Hilmioğlu’nun bu içten anlatımlarının toplumun her kesimine ulaşması gereklidir. Bu hafta sonu yine Taksim’de yaptığımız “Taksim İçin Taksim’e” mitingi güzel geçti ama istediğimiz kitlesel yoğunluk yoktu. İnsanlar akıllarını başlarına almazlarsa, daha çok Hilmioğlu, çok Taksim zarar görür. Demokratik tepki haklarınızı kullanmazsanız, bu sütunlar şikâyet ve üzücü durum tespitlerinin ötesine geçemez…

(16 Ekim 2012 – Cumhuriyet)