Günlük arşivler: 15 Ekim 2012

BEKÇİ MURTAZA ATATÜRKÇÜLÜĞÜ ÜSTÜNE-1

BEKÇİ MURTAZA ATATÜRKÇÜLÜĞÜ ÜSTÜNE-1

Rıza GÜNER (ALEVİ YAZAR ve DÜŞÜNÜRÜ)
Eylül 2007, Malatya

“Her kim, Fatih Hilmioğlu’nu öldürürse; sorgusuz sualsiz Cennet’e gider!”
(Anonim Fetva)

Y A R A S I N L A İ K L İ K ! . .

Fatih Hilmioğlu, Malatya İnönü Üniversitesi’nin rektörüydü. Görevde olduğu süre içinde; Üniversite’yi, Halife-i Azam Fethullah Gülen Hocaefendi Hazretlerinin, “ele geçir, ye!..” dediği ölçüde geliştirmiş, cümle Tarikat ve Hilafet erbabının iştahını kabartmıştı. Ama koltuğunu, bir Hilafetçi’ye bırakıp görevden ayrılmamıştı. Ayrılmaya da niyeti yoktu. Fethullahçıların dokundurmaları, herkesi aleyhine çevirmeleri, hakkında karalayıcı kampanya açmaları ve nihayetinde aleyhinde “sorgusuz sualsiz Cennetlik olunan ölüm fetvası çıkarmaları,” boşa gitmişti. Üniversite, Fatih Hilmioğlu’nun kişiliğinde Atatürkçülerin elinde kalmış ve Fatih Hilmioğlu’nun kuyusu kazılmaya başlanmıştı.

Bir Atatürkçü’nün kuyusu da herkesin kuyusu gibi kazılır. Önce, Yusuf Halaçoğlu’nun ortaya attığı cinsten bir yalan atılır. Sonra Müslümanların, “nasıl ve ne kadar büyük bir haksızlığa uğradıkları,” kanıtlanmaya çalışılır. Sonunda; ya kuyu kurbanı yutacak kadar büyür ya biri kuyu kazmaktan yorulur; gelir, işi kökünden bitirir.

Fatih Hilmioğlu’nun kuyusunu kazma yalanı; “Üniversite’de Müslüman bırakmadı!..” biçiminde düşünülmüştü.. Kız öğrencilerin, başörtüsü ile okula gidememesi ise “RAFIZİLİK” sayılarak; bu yalana kuyruk bağlanmıştı. Bu sıfat, başlangıcından bu yana her türlü Engizisyon Kararını, ve Halifeliğin Beş Şartı’nı reddeden Alevilere verilen sıfattı; affı da yoktu. Rafızilik’le damgalanan kişinin bertaraf edilmesi, en büyük ibadetti. Bir Rafızi’yi bertaraf eden kişinin bütün günahları bağışlanır ve sorgusuz sualsiz Cennet’e giderdi.

Fatih Hilmioğlu’nun kuyusunun kazılmasına her çevrenin katılması için; “başörtüsü ve Rafızi sıfatı” yeterliydi. Başörtüsü konusunda “dik durmak,” Rafızilik konusunda, “Yavuz Sultan Selim gibi acımasız olmak,” esastı. Herkes Fatih Hilmioğlu’na karşı, hem dik durdu; hem Üniversite Hastanesine bile kadro vermeyerek, “hastadan doktor ve ilacı esirgeyecek ölçüde acımasız,” davrandı.

Son yıllarda; devlet, belediye, özel sektör ve özellikle üniversite kadrolarının “YARISININ FETHULLAHÇILARLA, YARISININ TALİBANLARLA (İmam-Hatipliler ve Diyanet’ten gelenlerle) doldurulması YÜZDE YÜZ YEZİTLİK biçiminde kural haline gelmişti. Artık, Aleviler hiçbir işe alınmıyordu. Fatih Hilmioğlu, bu kurala uymamış, yüzde dört-beş oranında Alevi personel alarak, Yüzde Yüz Yezitlik İlkesi’ni kırmıştı. Yani, Rafızi denilmeyi de, Rafızilere yapılan ‘tarihi’ muameleyi de hak etmişti.

1915’te Aleviler, Fatih Hilmioğlu’nun bu durumundaydılar; hem 1514 tarihli İbni Kemal Soykırım Fetvası’nın tehdidi altında, hem 1895’te Alevileri ortadan kaldırmak üzere kurulan Hamidiye Alaylarının tehdidi altında…

Üstelik de; Aleviler aleyhinde Fetva, yani Engizisyon Kararı, değiştirilmesi, kaldırılması, uygulanmaması mümkün olmayan ve İLAHİ BİR KARAR da sayılan; Sünni Mezhebi’nin omurgası kabul edilen, İCMA-İ ÜMMET KARARI vardı. Alevilere; “hepsini öldürmekten başka, bir hak ve hukuk da tanınmıyordu;” Ermeniler, aleyhinde ise, geçici bir “Hükümet Kararı” vardı. Alevilerin aksine Ermeniler, hiçbir zaman gizlenmek, varlıklarını inkar etmek zorunda kalmamışlardı.

1839’daki Tanzimat Fermanı ile “başı önünde utanç içinde, Müslümanlara haraç vermekten kurtulmaları,” Sünni Engizisyon Alimlerinin ve Sünni Din Adamlarının içini kemirse de; aleyhlerinde 1514 tarihli İbni Kemal Fetvası gibi Engizisyon Kararları çıkarılamamıştı. Ama dünyada bir örneği daha olmayan “Anayurt’un Dışına Tehcir Kararı,” ile devlet güvencesi, devlet koruması ve her türlü hukuk ortadan kaldırılmış, insan canı cellatlara emanet edilmişti.

Gene de, 1514 tarihli İbni Kemal Fetvası’nda açıkça söylendiği gibi, “Alevilerin durumu, Kitaplı kafirlerden daha kötüydü”… Bu topluluğun öldürülmekten ve böylece bazı Müslümanları Cennetlik yapmaktan başka bir hakkı yoktu… Başka bir hak ve hukukları olamazdı…” Alevi kelimesini kullanarak, “ben Aleviyim,” demek de, “şu kişi Alevi!..” demek de günahtı… Bu durumda; bazı Ermenilerin, “ben Aleviyim,” diyerek “Anayurt’un Dışına Tehcir Kararı”ndan kurtulması, mümkün değildi. “Ben Aleviyim,” demek, “ben Ermeni’yim,” demekten daha kötüydü… .

Sünni Engizisyonu; dünyadaki bütün insanları dört grupta toplar: Müslümanlar, Kitaplı Kafirler, Kitapsız Kafirler, Dinsiz Kafirler… Kitaplı Kafirler, Hıristiyanlarla Yahudiler; Kitapsız Kafirler, dünyadaki diğer dinlerin mensupları; Dinsiz Kafirler, Alevilerle hiçbir dine inanmayan insanlardır. Yani Aleviler, hiçbir dine inanmayan insanlarla bir tutulmakta ve yaşama hakları dahi kabul edilmektedir. Eğer, birde; Rafızi diye suçlanma ihtiyacı duyuluyorsa, yaşamaları mümkün de değildir.

Ama Osmanlı’da Sünni Din Adamları, Engizisyon Kararlarını uygulayacak güce hiçbir zaman erişememişlerdi. Üstlerinde, çok güçlü bir devlet kontrolü vardı. Kitapta okudukları her şeyi gerçekleştirmeye çalışmalarına izin verilmezdi. Din adamı olmak, çok ağır şartlara ve kendini mutlak kanıtlamaya bağlanmıştı. Bazı okulları bitirmekle, birkaç kitap okumakla din adamı olunmuyordu. Padişah’ın Halifelik Makamını işgal etmesi ve kimsenin Halifelik yapmasına izin vermemesi nedeniyle; GERÇEKTE MÜÇTEHİT İMAMI, TARİKAT ŞEYHİ VE MÜFTÜ DE OLUNAMIYORDU.

Padişah, kimse Halifelik yapmasın diye Halifelik Makamını işgal edince; kimse Halifelik yapamıyordu. Halifelik, yapılamayınca Müçtehit İmamlığı; Müçtehit İmamlığı yapılamayınca, Tarikat Şeyhliği; Tarikat Şeyhliği yapılamayınca Müftülük yapılamıyordu. İmam bildiğini okumakla sınırlı kalıyor; devlet Engizisyon Kararlarını uygulamaya istek duymuyor ve bu bağlamda örgütlenmiyordu.

1514’te çıkarılan İbni Kemal Fetvası; Yavuz Selim tarafından titizlikle uygulanmış ve yüz binlerce Alevi; yaşlı, genç, çoluk çocuk demeden kılıçtan geçirilmişti. İki aylık Alevi bebeğini, törenle boğup öldüren Köprülü Mehmet Paşa tarafından da, titizlikle uygulanmış ve gene yüz binlerce Alevi kuyulara doldurularak, evleri ateşe verilerek, kılıçtan geçirilerek, elden gelen diğer öldürme biçimleriyle katledilmiştir. 1895’te kurulan Hamidiye Alayları da; bu fitneyi Yavuz gibi, Köprülü gibi ezmek üzere kurulmuştur.

    * Köprülü Mehmet Paşa, iki aylık Alevi bebeğini, kamuoyu karşısında, törenle boğup öldürürken;

Yavuz Sultan Selim’in ezdiği fitneyi ortadan kaldırmanın ‘hayırlı’ bir başlangıcını yapıyordu. Haksızlık yapmıyordu, adaletsizlik yapmıyordu; hele hele soykırım hiç yapmıyordu!..

Yalnızca, bir fitneyi ezip; memlekete huzur getirmek istiyordu.
1895’te, kurulan Hamidiye Alayları, memlekete bu anlamdaki huzuru getirmek için kuruldu.

Bu alaylar; çok kan dökücü ve çok zalim olan Asur soyundan gelen Sünni Kürtlerden oluşturuldu ki, memlekete soykırım yoluyla huzur getirmekten başka bir şey düşünmesinler… Köprülü Mehmet Paşa gibi elleri titremeden, vicdanları rahatsız olmadan, canla başla bu Engizisyon görevini yerine getirsinler!..
Türkiye’de, Cumhuriyet de bu kafayla kuruldu!.. Eşit Yurttaşlık İlkesi, kabul edilmedi. Önce Türk olma mecburiyeti, sonra Sünni olma mecburiyeti getirildi. Bunlarla çelişen insan gruplarına, kuşkuyla, hoşgörüsüzlükle ve düşmanca yaklaşıldı; temizlenmeleri gereken ayrık otları gibi, hor ve hakir görülerek teşhir edildi.

Devletler Hukuku Profesörlerinin Nazım Hikmet’in deyimiyle cahil olması gibi, Tarih Profesörleri de aptal değilse; Yusuf Halaçoğlu’nun Alevi Kürtlerin, ANAYURT’UN DIŞINA TEHÇİRDEN, “Aleviyim…” diyerek kurtulan ERMENİLER olduğunu iddia etmesi, bir hedef göstermedir.

Alevilere, “Ermeni Dölü, Ermeni Tohumu!..” denilerek saldırılması ve Alevilerin hedef tahtasına konulması için verilmiş, bir alçaklık fetvasıdır. Mübadeleyle Rumlardan, ‘Tehcirle’ Ermenilerden kurtulan “Aptal Ulusalcılar,” BU ANLAYIŞLA DA Alevilerden kurtulmayı ümit etmektedirler.

Anayurt’un Dışına Tehcir, bir ülkenin dış bölgelerinden iç bölgelerine ya da bir ucundan diğer ucuna yapılan BİR ZORLA YER DEĞİŞTİRME değildir; bir temizlik harekatıdır. Ve İlhan Selçuk’un; “Mübadele’yle Rumlardan, Tehcir’le Ermenilerden kurtulduk,” demesinde olduğu gibi bir insan topluluğundan kurtulmadır. Bu nedenle; “ben Aleviyim,” demek şöyle kalsın, “ben Sünni’yim,” demekle bile kurtulmak mümkün değildir. Ayrıca; “ben Aleviyim,” demek; “beni sağ bırakmayın!..” demeye de eşittir.

Halaçoğlu’nun Alevilerden Kurtulma Fetvası, Laiklik iddiasına rağmen, Türkiye’nin Osmanlı’nın bile çok gerisinde kaldığını göstermiştir. Laiklik iddiasına rağmen Türkiye, Yezid’in Yedinci Yüzyıl’daki din anlayışında kalmış ve Yezid’e Biat Mecburiyeti’ni, 600 İmam-Hatip Okulunda, 30 İlahiyat Fakültesinde biçilen bilimsel kılıfa bağlamıştır. Sünni-Yezitçi Mezhepçiliği, hayatın biricik gerçeği olmuş; Alevi olmak da, Yezid’e Biat etmemek gibi, çok büyük bir suç kabul edilmiştir.

Laiklik; Sünni Yezitçi Din Adamlarına, “İlahiyatçılar ve İmam-Hatipliler,” diye iki büyük din adamı sınıfı eklemekten başka bir işe yaramamıştır. Diğer din adamları, üç yüz kat, etkili din adamları bin kat, Kurân Kursçuları on bin kat, Alevi ve bilim düşmanları ise, bir milyon kat artmıştır.

Laiklik iddiasına rağmen; Alevilere, Halifeliğin beş şartını yerine getirmedikleri için, gene “Rafızi” denilmiştir. Kimseye; “artık Laiklik var, … Halifeliğin beş şartını yerine getirmedikleri için Alevileri Rafızi diye suçlayamazsın… Devlet ve toplum içindeki çıkarlarına dokunamazsın… Devlet ve toplum içinde yükselmelerine engel olamazsın…” denilmemiştir.

Laiklik iddiasına rağmen; Hırıstiyan ve Yahudilere gene “Kitaplı Kafir…” denilmiştir. Kimseye; “artık Türkiye’de Laiklik var… Hıristiyan ve Yahudileri, kitaplı kafir diye, gavur diye, misyoner diye; ya da Sünni-Yezitçi Mezhepçiliğine özgü başka bir Engizisyon terimi ile suçlayamazsın…” denilmemiş; aksine, Sünni Yezitçi Din Adamlarının, bütün ideallerini gerçekleştirmeleri istenmiş; emirlerine devletin bütün imkanları verilmiştir.

Hepsi istisnasız aylığa bağlanan, devlet bütçesinden aslan payı alan Sünni Yezitçi Din Adamlarının etkili olması için; Laiklik de; “din işlerini dünya işlerinden ayırmak,” diye tanımlanmıştır. Sünni İslam’ın; “din işlerinden ayıracağı dünya işleri olmadığı,” ya görmezlikten gelinmiş, ya idrak edilmemiştir… “Artık, Laik bir ülkede yaşıyorsunuz, şu işler dünya işidir; bunları Kur’an’la, Sünnet’le, İcma ve Kıyas’la anlatamazsınız; kabul ya da reddedemezsiniz…” demek kimsenin aklına gelmemişti. Türkiye’nin Laikliği, bu kadar anlamsız, yöneticileri Laiklikte bu kadar isteksizdir. Sünni Yezitçi Din Adamlarının, önüne hiçbir engel konulmamış; aksine, Alevilik başta olmak üzere diğer din ve mezhepleri ortadan kaldırabilecek çapta güç ve olanak sahibi olmaları için gereken her şey titizlikle yapılmıştır.

Sünni Yezitçi Din Adamları, Diyanet İşleri Başkanlığı adıyla, dünyanın en büyük Halifelik Örgütü’nü kurmuşlar, dünyanın en büyük Halifelerini yetiştirmişlerdi. “Müslüman olmayanları öldürün,” diye Kur’an tefsiri yapabiliyorlar; “Aleviler, bizden olmayan küçük bir azınlıktır, Yasal ve Anayasal, hiçbir hakları, hukukları yoktur,” diyebiliyorlardı. Yalnızca şimdilik; İbni Kemal Fetvası’nın hükümlerini açıkça söyleyip, “bir tek ferdi canlı bırakılmaya,” diyemiyorlardı.

Sünni Yezitçi Din Adamları, Yezid’in Halifelik dönemindeki gibi Fetvalar veriyorlar. Şiilere ve Vehhabilere, “Bidat Ehli,” diyerek, “sert ve hoşgörüsüz,” davranılmasını istiyorlar; Fatih Hilmioğlu gibi kişilerin, Alevilerin müstehak olduğu muameleyi görmesi gerektiğini her fırsata dile getiriyorlar… İslam dininden çıkarak başka bir dine girenlere ya da yetkili olduğu bir makamda “başörtüsü ve tesettürü reddederek İslam dışına düşenlere,” mürted denileceğini, bu kişilerin her türlü hakkını yitireceğini, Dar-ül İslam’da yaşayamayacağını söylüyorlar ve konuda personel (cellat) yetiştiriyorlardı.

Malatya’da 17 Nisan’da, “bir kitaplı kafirle, iki mürted’in öldürülmesi,” de; bir ibadet olarak yapılmıştı. “İslam’da adam öldürmek yoktur, İslam Barış dinidir,” gibi sözlerin yöneticilere söyletilmesi başarıldıktan sonra, böyle cinayetlerin işlenmesi eşyanın doğası gereğidir. “Falanca Ayet de şöyle, filanca Hadis’te böyle denildiğinin,” iddia edilmesi de, Engizisyon terimleriyle gereken mesajın verilmesi içindir.

Bu nedenle; Laiklik, Sünni Yezitçi din adamlarına yaramıştır. Ne Bidat Ehli, ne Dalalet Ehli, ne Sapkınlık Ehli, ne Rafıziler, ne Mürtedler, ne Kitaplı Kafirler, ne Kitapsız Kafirler, ne Dinsiz Kafirler, Türkiye’nin Laikliğinden bir şey kazanmıştır. Sünni olmayan herkes, “batılda ve yanlış yolda,” kabul edilmiş, doğru yola girmeye davet edilmiş ya da Tevhid-i Tedrisat’la eğitilerek mecbur ve mahkum edilmiştir. Alevilere ise; önce Hıristiyan olmaları, sonra Hıristiyanlık’tan dönmeleri istenerek; ‘bu kurtuluş yolu’ da kapatılmıştır. Bu sözde, bu tamamen yalan Laiklik Alevilere, doğrudan Sünni olma hakkını bile vermemiştir.

Şimdi, bazı kişilerin; Laikliğin tehlikede olduğunu söylemeleri saflık ve zekice düşünmemektir..

Hiç kaygılanmasınlar… Sünni Din Adamları, bu Engizisyonu ve Hilafeti yasaklamayan, Aleviliği ve Dedeliği yasaklayan Laikliktn asla vazgeçmezler. Çünkü her Sünni Yezitçi Din Adamı, Engizisyon ve Halifelik çalışmalarının serbest, Alevilikle Dedeliğin yasak olmasını ister… Üstüne de devlet memuru olarak hazineden beslenmenin yolunu bulmuşlarsa!…

Sünni Engizisyonu, gelişme ve yükselmesinin temel kaynağını Türkiye’nin Laikliğinden almıştır.

Bu kaynağı kurutmayı hiçbir Sünni din adamı düşünmez…

Bu nedenle; Sünni Din Adamlarına helal olsun ve yarasın Laiklik!… (2010-05-10)

ATATÜRK’e Göre Yasa Koymak…


Dostlar,

Mustafa Kemal Paşa salt bir asker ve pragmatik bir uygulama adamı değil.

Yer yer derinlemesine bir düşünür de..

Yaşamın hemen her alanına ilişkin son derece yerinde değerlendirmeleri var..

Yasama işlemi ve bu önemli sürecin yüklenicilerie ilişkin, bu kişilerin sahip olması gereken niteliklere ilişkin irdelemesi bir hukuk felsefesi kitabında rahatlıkla yer alabilecek klasik bilgi niteliğinde.

Aslında bu sözleri yazıp altına da örn. bir yabancının adını koysak, hemen peşin kabulle onaylamaya ne denli yatkınızdır değil mi?

Atatürk söylediğinde neden birileri dudak büker, anlamak zordu.

Koşullanmalar ve her türlü bağnazlık (fanatizm) özgür aklın bağlarıdır.

Şimdi, koşullanmadan bakalım Mustafa Kemal Paşa bu bağlamda ne söylemiş ??

ATATÜRK’e Göre Yasa Koymak…

Günümüz Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın

    “Bundan böyle hastalar müşteri olarak kabul edilecek ..”

veciz sözünün (!) (26.07.03, Milliyet) Cumhuriyetimizin kurucusu Yüce ATATÜRK ile ne denli ters düştüğünü not etmek gerekir.

IMF-DB güdümünde ulusalcı olmayan sağlık politikalarını ulusa dayatmak için TBMM’de yürütülen yasama işlemi ne denli soylu, etik acaba ??

Büyük Atatürk‘ün Cumhuriyetimiz daha 2 yaşını doldurmadan, 1925’te Ankara’da bir “Hukuk Mektebi” (günümüz Hukuk Fakültesi) açısşı da düşünceden eyleme somut adım değil mi?

Üstelik Mustafa Kemal Paşa, bu Mektebin açılışında yaptığı konuşmada, o ana dek hiçbir etkinlikte o denli heyecen ve mutluluk duymadığını vurgulamıştı :

    * “Cumhuriyetin yaptırımı olacak bu büyük kurumun açılışında duyduğum mutluluğu hiçbir girişimde duymadım ve bunu açığa vurmakla ve belirtmekle hoşnutum.”

Son olarak, Büyük Fransız Devriminin düşünsel emekçilerinden Diderot‘dan 2 alıntı yapmak istiyoruz.. Dikkat buyurulsun, tarih 1774’tür.. Fransız Devrimi’nden 15 yıl, günümüzden ise tam 238 yıl öncedir!

Eski Cumhurbaşkanlarından Turgut Özal’ın,

    “Anayasayı 1 kez delmekle birşey olmaz.”

sözü dehşet vericidir!

Benzer biçimde Başbakan R.T. Erdoğan’ın “TÜBİTAK Başkanını ‘1 kezlik’ kendisinin atamak isteyişi” de aynı biçimde çok ağır hukuk çiğnemidir (ihlal).

Diderot’nun 238 yıl önce bile günümüz tepe yöneticilerinden öte bir hukuk anlayışına, saygısına sahip olduğu görülüyor..

Şanlı 1789 Fransız Devrimi’ni bu 1. sınıf kadro hazırlamadı mı?

Sonuç :

Hukuk sistemi yaz boz tahtası olmadığı gibi, birilerinin oyuncağı ve kişisel hesaplarının basit aracı hiç değildir!

Anayasa’nın 67. maddesinde yapılmak istenen değişiklikle yerel seçimleri yalnızca 5 ay öne çekebilme amaçlı “istisna” hükmü koyma girişimi hukuk düzenine karşı büyük bir saygı kusurudur. Hukukun kalıcı, istikrar sağlayıcı normatif dokusuna güveni sarsacak son derece ciddiyetsiz bir girişimdir.

    Anayasa md. 67/son : (Ek: 3/10/2001-4709/24 md.) Seçim kanunlarında yapılan değişiklikler, yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanmaz.

Denis Diderot’nun 238 yıl önce yazıp DÜŞÜNCELER adlı yapıtında yazdıklarının bile çok çok gerisindedir.

En açık terimiyle çağdışıdır..

Hadi AKP’yi anladık, tek adamın güdümünde sosyal psikolojik bağlamda “sürü psikolojisi” egemendir..

Ya MHP??

Geleneksel işlevi mi acaba??

Yazınımızdaki (Edebiyatımızdaki) ünlü deyimi ile “mutada inkiyad” ile mi gene ??

Yazık, çok yazık ülkeye..

Son sözü Atatürk’ün yakın dostu, ünlü ÇANKAYA kitabı yazarı Falih Rıfkı Atay’a bırakalım.. Tam da durumumuzu betimliyor..

Sevgi ve saygı ile.
15.10.12

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

DİNDE REFORM..

DİNDE REFORM..

“Ateist laiklik” ve “sapkın dincilik”; birbirinin ikiz kardeşi olarak gelişmiştir, özünde ikisi de”din düşmanı”dır.

Laiklik, toplumun din adına baskı altına alınmasına karşı çıkmaktır; esas olarak.

Aynı zamanda toplumun, başka “kutsallıklar” adına da baskı altına alınmasına karşı çıkmaktır.

Bu haliyle, laiklikte din adamı veya dindar; toplumu, kendi dini adına baskı altında tutmaya kalkışamayacaktır.

Aslında, bu tür bir laiklik anlayışı; “Senin dinin sana benim dinim bana” sözleri ile Kuran’da da bulunmaktadır.

    Kısacası, laikliğin amacı; dini yok etmeye çalışmak değil, din adına kurulan veya kurulmaya çalışılan baskıya izin vermemektir.

Laiklik; birilerinin, kendi dininden olmayanları, kendi dinini farklı yorumlayan veya icra eden mezhepleri ya da hiçbir dine inanmayanları, hatta Tanrının varlığına karşı çıkanları, baskı altına alıp, aşağılamak hatta yok etmek yoluna gitmesi nedeniyle ortaya çıkmıştır.

Bu baskının sebebi, din adına söz söyleme hakkı bulanların cesaretidir.

Laiklik; bu cesareti kırmak, bu insanların kendilerini Allah’ın vekili yerine koymalarına engel olmaktır.

Laikliğin ilk çıkışında, dinci yönetim sistemlerine duyulan tepki olduğu gibi, bir süre sonra dinsel yönetimlerle ve yapılarla dinin kendisi özdeşleştirilmeye başlanmıştır.

Laiklik adına dinsel baskı değil din yok edilmeye, bu defa din aşağılanmaya başlanmıştır ki, biz buna “ateist laiklik” diyoruz.

Bu da, Fransız Aydınlanmacılığı‘nın bir sonucu ve türevidir.

Ateist laiklikte; gerçek laikliğin sınırı aşılmış, dindarı ya da din adamını yaratan madem ki dindir, dinsel baskıyı ortadan kaldırmanın en iyi yolu da
dini ortadan kaldırmaktır, mantığına geçilmiştir.

Bu defa da, tıpkı Rusya’da olduğu gibi, sıradan inananlar bile büyük bir baskı altına alınmıştır.

Rusya Müslümanlarının ya da Balkan Müslümanlarının çektikleri acılar bilinir.
Her ikisinde de Kuran okumak veya bulundurmak bile suç olmuştur.

Ateistler istemiştir ki; toplum dini ve Kuran’ı bilmesin, okumasın, öğrenmesin!

Oysa ki laiklik; dinsel metinlerin yok edilmesi değil, dinsel metinler üzerindeki tekelin kırılması mücadelesidir.

Bunun için ise birkaç temel şart vardır:
Birincisi; her kul, temel okuma yazmayı öğrenmelidir.

İkincisi, kullar arasında kız-erkek ayrımı yapılmadan herkes okuma yazma öğrenmelidir.

Üçüncüsü, kutsal kitaplara herkes ulaşabilmelidir.

Dördüncüsü; ulaşılan bu kutsal kitap, okuyacak olanın kendi ana dilinde olmak zorundadır.

Ve beşincisi olarak da, bu okuma işlemi sırasında veya öncesinde-sonrasında, din adına birilerinin yönlendirmesi olmamalıdır.

Aslında, Hıristiyan dininde reformla İslam dininde reform tartışmaları açısından son derece önemli bir noktadır bu.

İncil, çok uzun yıllar boyunca sadece Latincede yazılmış ve okunmuştur.
İncil’i koruyan bir teokratik sistem, yani Papalık olduğu için İncil diğer dillere çevrilememiştir.

Papalık, kendi dilleri olan Latince ile İncil üzerinde bir tekel kurmuştur.
Böylece İncil’i kendileri okuyup, yorumlayacak ve din adına sadece kendileri karar vereceklerdi.

İncil’in yazılı hale gelişi, Hz. İsa’nın ölümünden tahminen en az 60 yıl sonra gerçekleşti. Bu tarihten sonra 1.500 yıl boyunca da İncil, Roma’nın tekeli altında kaldı ve diğer dillere çevrilemedi.

Luther’in dinde reform dediği şey ise, dinde yani kutsal kitapta yazılanları değiştirmek değildi; O, bu kitabı Alman diline tercüme etmek istiyordu.

Yani İncil’de yazılanların reforme edilmesi değil, İncil’in ana dile çevrilmesi dinde reform denilen şeydi.

İslam açısından ise, bu tür bir reforma ihtiyaç pek olmadı.

Kuran, Arapça geldi.

Sahabeler bu Kuranı ezberlediler, daha sonra Arap dili ile yazılı hale geldi.

Ama Kuran üzerine bir Arap tekeli ve Arapça tekeli ilk başta oluşmadı.

Kuran, kısa süre içinde Fars diline çevrildi.

Türkler, Müslümanlığı benimsemeye başladıklarında da Arapça öğrenmediler; bunun yerine, Kuran’ı kendi dillerine çevirdiler.

Topluca Müslümanlığı benimseyen Karahanlı devrinde Kuran, Karahanlı Türkçesi’ne çevrildi.

Yine Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar döneminde, Kuran’ın dönemin Türkçesine çevrildiği bilinmektedir.

Kısacası, İslam’da reform diyebileceğimiz şey, zaten her devirde gerçekleşmiştir.

==========================================

Dinde Reform 2

Ama bu modern din, yani İslam, İngiliz ajanı Vahabiler tarafından yozlaştırılmış ve Kuran ve din üzerine bir Arap tekeli kurulmaya çalışılmıştır.

Vahabi sapkınlar, Kuran’ın dilinin Arapça olduğunu ve başka dilde ibadet edilemeyeceğini iddia ederlerken, aslında Hz. Muhammed ve ardıllarına da ihanet ediyorlardı ama asıl hedefleri Türklerdi.

Çünkü Türkler, Müslümanlığın hem kurtarıcısı, hem koruyucusu, hem de geliştiricisiydi.

Tarih boyunca kurulan Türk devletlerinde İslam üzerinde tekel kurulmamış, halkın dinini yaşamasına karışılmamış, dinsel hoşgörü hakim kılınmıştır.

Vahabi ırkçıları, Türkleri Müslümanlıktan temizlemek istemiş, bu nedenle Arap dilini ön plana çıkartmışlardır.

    Vahabiler aynı zamanda Türk’ün Allah’a ulaşma yöntemi olan tasavvufa savaş açmışlardır.

Bir süre sonra bu Vahabi sapkınlığı Türk ülkelerinde de egemen olacak ve Türkçe ibadet ve Kuran okumak yanlış bulunacaktır.

Ta ki Atatürk gelene kadar.

    Mustafa Kemal, Hıristiyan işgalcileri ülkeden attıktan sonra, Kuran’ın Türk diline çevrilmesini de sağlamıştır.

Yine dönemin ideologlarından Ziya Gökalp Türkçe Kuran ve ezanın önemini şu şiiriyle halka anlatmaya çalışacaktır:

    “Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur,
    Köylü anlar manasını namazdaki duanın..
    Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kur’an okunur,
    Küçük, büyük herkes bilir buyruğunu Huda’nın;
    Ey Türkoğlu, işte senin orasıdır vatanın!”

Bu noktada çok güncel bir meseleyi de laiklik ve dincilik açısından tartışabiliriz.

AKP’nin tümüyle gerici ve de bölücü amaçlarla hazırladığı 4+4+4 eğitim sistemi, ilk öğretimden başlayarak seçmeli Kuran ve Hz. Peygamber’in hayatı derslerini müfredata soktu.

Bu uygulama çok tartışıldı.

Eğitimi verecek hocaların hangi zihniyette olduğunu elbette biliyoruz, üstelik henüz dinsel eğitim yaşına varmayan çocuklara bu eğitimin verileceğini görüyoruz ve bunun laiklik açısından bir yanlışlık olduğunu tespit ediyoruz.

Biz böyle dedikçe, kimi uyanık dincilerse; görüyor musunuz Kuran okunmasına karşı çıkıyorlar diyor!

Aslında ülkemizdeki laiklik gündeminin en önemli düğüm noktası tam da burasıdır.

Türkiye gibi, dinsel sapkınlığın örgütlendiği ve iktidara yerleştiği ülkelerde, en iyi laiklik mücadelesi, tam da Kuran okuyarak ve Kuran okutarak yapılır!

Kuran artık bu ülkede evlerin vitrinlerinden insin, çocuklar, gençler onu eline alsın, okusun ve tam da Ziya Gökalp’in dediği gibi Tanrı’nın buyruğunu bilsin!

Eğer bu yapılırsa, buyruk verme yetkisinin Allah’ta olduğunu, Allah’ın peygamberi Hz. Muhammed’e bile emretme yetkisi vermediğini, sadece tebliğ görevi verdiğini görürler.

İddia ediyorum, bu ülkede laikler Kuran kursu açsınlar, iyi din ve tarih eğitimi almış hocalarla çocuklara Kuran öğretsinler, dinciler o zaman Kuran kursları kapatılsın diyecektir.

Ve yine en önemli eksiğimizi vurgulamaktan kaçınmayalım.

Bu ülkede de, diğer Müslüman ülkelerde de, halk Kuran okumaz, Kuran’ı okuyanlar gelir ve halka Kuran’da ne yazdığını söylerler.

Elbette kendi işlerine geldiği gibi.

Ve elbette Allah’ın da Hz. Muhammed’in de en fazla karşı çıktıkları gibi.

    Laikliğin önündeki engel, Kuran üzerindeki dinci tekeldir.

Din üzerinde, Hz. Muhammed üzerinde hak iddia edenler, Hz. Muhammed’in mirasçısı değildirler; çünkü İslam ne dinsel teokrasi ne de ırksal sultanlık getirmiştir.

Peygamber tektir ve onun takipçisi onun ümmetidir.
Yani tüm Müslümanlar…

İşte dinci sapkınlık; aslında halkın dini, imanı, Kuran’ı öğrenmesine karşıdır, çünkü buradan ekmek yemektedir.

Ve yine bilelim ki dinci sapkınlar, aslında Arapçayı da bilmemektedir.
Onlar sadece Kuran’ı hatmederler.
Kuran’ı hatmetmek, Hz. Muhammed döneminin uygulamasıdır ama zaten hatmedenler Arapça biliyordu.

Oysa bizde Arapça bilmeyenler onu hatmettiğinden, hiçbir anlamı olmamaktadır, çünkü ezberlediğini tekrarlayan, ne dediğini bilmemektedir!

Ve yine laiklik peşinde koşanlar; çocuklarını Fransızca, İngilizce kursları yerine, Arapça kurslarına gönderseler, yine büyük bir laik adım atarlar.

Böylece çocuklarımız Kuran’ı orijinalinden okumayı ve anlamayı öğrenir.
İşte o zaman dinci sapkına hiç ekmek kalmaz.

Sonuç olarak, dinde reform meselesi; dinin değiştirilmesi, yumuşatılması meselesi olarak yanlış tarif edilmiştir.

    Dinde reform, dini halka vermektir.

Zaten Allah da dini halka göndermiştir, aracılara değil.

Laiklik bu şekliyle konulduğunda, dinci gericilik elindeki tüm sömürü araçlarını kaybedecektir.

Laiklik için bu büyük adımı atmaya, Kuran okumaya ve okunması için kampanya açmaya var mısınız?

http://www.ulusalparti.net
Cesuryorum
3.10.12

Cesuryorum
www.cesuryorum.com


Bu sayfa; Atatürk’e, Türk Toplumu’na, Türk Devleti’ne zarar verenlerin, hakaret edenlerin, Türkiye’nin kaynaklarını sömürenlerin, Atatürk’ün kurduğu çağdaş, laik, demokratik ve tam bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak isteyenlerin açıkça ifşa edildiği ve gerçek yüzlerinin gösterilmek istendiği bir sayfadır!

Cesuryorum

“Benim en büyük hasletim, TÜRK olarak doğmamdır!..”
Mareşal Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK

”Bizler;
Gözünde Vatanını,
Gönlünde ATATÜRK ilke ve İnkılaplarını tutabilen,
Vicdanında dinini saklayabilen,
Milliyetçilik ve laiklik düşüncesi içinde görev yapanlardanız…”
Nusret DEMİRAL

“Şerefle bitirilmesi gereken en ağır görev, HAYAT’tır!”
Nusret DEMİRAL

Prof. Dr. Hilmioğlu’nun oğlu yaşamını yitirdi..

Dostlar,

Çok değerli meslektaşım ve dostum Sayın Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu‘nun oğlu Emir’in trafik kazasında yaşamdan ayrılması bana tarifsiz bir acı verdi..

16.10.12 günü cenaze törenine (Ankara’da Kocatepe camisinde) katılacak ve kardeşim Fatih’i özlemle kucaklayacağım, ölçüsüz acısını paylaşmaya çabalayacağım…

Yurtseverlerin, yiğit Atatürkçü, 3,5 yıldır Silivri tutsağı Sayın Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’nun bu acı gününde mutlaka yanında olması gerek..

16 Nisan 2012, Salı, öğlen namazı zamanı, Ankara Kocatepe camisi avlusu..

Genel geçer sözler söylemek istemiyorum ama başkasına da dilim dönmüyor..
Sözün tükendiği yerdeyiz..

Bu arada :

Fatih hocanın karaciğer bozukluğu oldukça ileri aşamada.

Cezaevi koşulları hastalığının iyileşmesine engel olduğu gibi, geçelim yaşam kalitesini,
hızlı ilerleyerek yaşamının kısalmasına neden olmakta.

Bu bakımdan, Fatih hocanın tutukluluğunun devamı kararı, O’nu hızla ölüme taşımaktadır;
açıkçası dolaylı ya da doğrudan zamana yayılmış ölüm kararı infazıdır.

Pozitif hukukumuzda tutuksuz yargılamaya elveren yeterince düzenleme (norm) vardır.
Fatih hoca bırakın kaçmayı, zorla kaçırmak isteseniz kaçacak insan değildir.

Kanıtları etkileme -karartmaya gelince :

1. 3,5 yıl önce yeterli kanıt olmadan mı tutuklandı Fatih hoca ??
2. 3.5 yıldır kanıt toplama işlemi daha tamamlanamadı mı?
3. Fatih hoca denetimli serbestlik altında, diyelim her gün semt karakoluna imza vermeye giderek, iletişim kanalları izlenerek vs. kendi aleyhinde nasıl ve hangi kanıtları etkileyip değiştirebilir ki?

Dolayısıyla, burada tutukluluğun devamı kararında nesnellik ve adalet, yasanın muradına uygunluk söz konusu değildir.

Ceza Muhakemeleri Yasası md. 16/2 :

    Hapis cezası ve güvenlik önlemleri temel ilkelerini düzenleyen 13.12.2004 tarih 5275 sayılı CMK (Ceza Muhakemeleeri Kanunu) yasası md. 16/2’de, sanığın hastalığı nedeniyle uygulanacak süreç şöyledir: “… öbür hastalıklarda cezanın infazına resmi sağlık kuruluşlarının mahkûmlara ayrılan bölümlerinde devam olunur. Ancak bu durumda bile hapis cezasının infazı mahkûmun yaşamı için kesin bir tehlike oluşturuyorsa, cezasının infazı iyileşinceye dek geri bırakılır.”

Sevgi ve saygı ile.
15.10.12

Dr. Ahmet SALTIK
www.ahmetsaltik.net

=========================================================================

Prof. Dr. Hilmioğlu’nun oğlu yaşamını yitirdi..

Silivri Cezaevi’ne bir evlat acısı daha düştü.

3,5 yıldır Silivri’de tutsak olan eski İnönü Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu‘nun oğlu Emir Hilmioğlu geçirdiği trafik kazasında yaşamını yitirdi.

Silivri Cezaevi’ne bir acı haber daha ulaştı.

Ergenekon davasında 3,5 yıldır tutuklu yargılanan Eski Malatya İnönü Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu da evlat acısıyla Silivri Cezaevi’nde tanıştı.

Emir Hilmioğlu dün gece geçirdiği trafik kazasında yaşamını yitirdi.

Arkadaşlarıyla Ankara’ya giden Hilmioğlu, Çubuk İlçesi’nde aynı yönde seyreden halk otobüsü ile çarpıştı.

Emir Hilmoğlu kaza yerinde yaşamını yitirdi. Otomobilde bulunan Pınar Ertaç ve Burhan Bahadır da yaralandı.

Yaralılar ambulansla Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne kaldırıldı.

Karaciğer kanseri olan ve Ergenekon Davası’nda 3.5 yıldır tutuklu bulunan Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’na acı haberi kardeşi ve avukatı olan Hayati Hilmioğlu verdi.

Hilmioğlu, yarın sabah kara yoluyla Ankara’ya gidecek. Emir Hilmioğlu,
16 Ekim Salı günü Ankara Kocatepe Camisinde kılınacak öğle namazının ardından defnedilecek.

Yaklaşık bir ay önce de Ergenekon tutuklularından Emekli Yarbay Mustafa Dönmez,
oğlunun ölüm haberini duruşma salonunda öğrenmişti.

ulusalkanal.com.tr, 14.10.12