Günlük arşivler: 9 Ekim 2012

Dokunulmazlık Sorununu Çözmek Hiç de Zor Değil!

Dokunulmazlık Sorununu Çözmek Hiç de Zor Değil!

Prof. Dr. Erdener YURTCAN
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi

Son günlerin güncel konularından biri yasama dokunulmazlığı. İlkin kavramla ilgili birkaç söz. Yasama dokunulmazlığı, siyasal iktidarların ve hükümetlerin yasama meclislerinde çoğunluğu sağlamak amacıyla azınlık üyelerine ceza tehdidinde bulunmalarını ve manevi baskı yapmalarını önlemek, bunların yasama görevini tam olarak gerçekleştirebilmelerini sağlamak için kabul edilmiş bir kurumdur. Anayasa hukukunda bu konu “yasama meclisi üyelerine tanınan güvenceler” başlığı altında ele alınmaktadır. Bu dokunulmazlıklar kamu yararı dikkate alınarak kabul edilmiştir; kişisel yarar söz konusu değildir. Bu bağışıklıkların temeli İngiltere kaynaklıdır. Buradan başka ülkelere yayılmıştır, iki başlık altında ele alınır.

Yasama sorumsuzluğu, milletvekilinin TBMM’de kullandığı oy, söylediği sözler, ileri sürdüğü düşünceler nedeni ile bunlar suç niteliği taşısalar bile Meclis dışında bir makam tarafından sorumlu tutulamamasıdır. Bu kavram “söz özgürlüğü” (freedom of speech) olarak İngiltere’de ortaya çıkmış, Avam Kamarası ile Taç arasında uzun mücadeleler sonucu, 1869 tarihli “Bill of Rights”da güvence altına alınmıştır. Yasama sorumsuzluğunun iki amacı vardır. Parlamentoda ulus iradesinin tam bir serbestlikle ifade edilmesi ve milletvekilinin görevini yerine getirirken bağımsız ve güvenceli olmasıdır. Sözün özü şudur: Milletvekili düşüncelerini açıklarken herhangi bir kovuşturma kuşkusu ve korkusu taşımamalıdır.

Nispi dokunulmazlık, seçimden önce ya da sonra bir suç işlediği ileri sürülen bir meclis üyesi, kendi meclisinin kararı olmadıkça, yakalanamayacak, sorguya çekilemeyecek, tutuklanamayacak ve yargılanamayacaktır. Ağır cezalık suçüstü hali bu hükmün dışındadır (AY, md. 83). Bu ilke 1961 Anayasası’ndan 1982 Anayasası’na aynen aktarılmıştır. Fakat 1982’de metne bir ekleme yapıldığı dikkati çekmektedir. Buna göre, anayasanın 14. maddesinde sayılan durumlar da, aynen ağır cezalık suçüstü hali gibi, maddedeki ilkenin istisnası kılınmaktadır.

Anayasanın 14. maddesi incelendiğinde, anayasada yer alan hak ve hürriyetlerin hiçbirinin, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmak, Türk devletinin ve Cumhuriyetinin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, devletin bir kişi veya zümre tarafından yönetilmesini veya sosyal bir sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde egemenliğini sağlamak veya dil, ırk ve mezhep ayırımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak amacıyla kullanılamayacaktır. Bu yasaklara aykırı hareket eden veya başkalarını bu yola teşvik veya tahrik edenler hakkında uygulanacak müeyyidelerin yasayla gösterileceği görülmektedir.

Anayasada sayılan bu haller TCK sistematiği içinde, anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçları kapsamaktadır. Buna göre bu tür bir suç isnadı altında bulunan ve olayın soruşturması seçimden önce başlamış olan bir durumdaki meclis üyesi yasama dokunulmazlığından yararlanamayacaktır. Bu gibi durumlarda yetkili makam, durumu hemen ve doğrudan doğruya TBMM’ye bildirmek zorundadır.

Anayasanın 83’üncü maddesinin yorumundan, yasama dokunulmazlığından faydalanan bir Meclis üyesinin, anayasada belirtilen ilkelerle sınırlı biçimde bu dokunulmazlıktan yararlanacağı sonucu çıkmaktadır. Bu nedenle, bir suç isnadı altında olan bir Meclis üyesi için ceza davası açılabilecektir, fakat yargılama yapılamayacaktır. Hatta ceza davasının açılmasından önceki aşamada, hazırlık soruşturması devresinde ceza yargılaması işlemleri yapılabilecek, ancak istisna olarak belirtilen, yakalama, sorgu veya tutuklama işlemleri yapılamayacaktır.

Ülkemizde nispi dokunulmazlık konusu uzun süredir çözülemeyen bir sorundur.
Bu konuda, üzülerek ifade etmek isterim ki, parlamentonun gerekli özeni ve hassasiyeti göstermemesi, Batı ülkelerinin bir kurumu olan nispi dokunulmazlık kurumunun ülkemizde amaca uygun uygulamasını ortadan kaldırmıştır.

“Bugün bana yarın sana” mantığı ile olaya yaklaşılması nedeniyle, nispi dokunulmazlık kurumu bir yargılanmama kalkanı olarak işletilmektedir. Bu görüntü büyük tepkilere neden olmaktadır. Bu tepkiler haklıdır, çünkü hukukun uygulanması önlenmektedir.

Bu tepkiler sorunu uç noktalara taşımaktadır. Öyle ki, nispi dokunulmazlık kurumunun kaldırılması zorunluluğu ileri sürülmektedir. Oysa bu kurum parlamentoda bir ihtiyaca cevap vermek için öngörülmüştür. Çözüm üretilirken, dokunulmazlık kavramını anayasadan çıkarmak akla gelmemelidir. Dokunulmazlık parlamento hukukunun içinde vazgeçilmez bir kavramdır. Ülkemizdeki sorunun suçlusu bu kavram değildir.

Ancak, ülkemizde kaldırılması gereken olaylarda dahi kaldırılmadığı içindir ki, gerçek amaç gözden kaçmaktadır.

Her ülkenin hukuk normlarının o ülkenin sosyal ve kültürel yapısı ile uyumlu olması gerçeğinden hareketle, demek ki nispi dokunulmazlık alanında bir sınırlama yapılması kaçınılmazdır. Bu konuda anayasa değişikliği yapılmak zarureti vardır. Kasten işlenen ağır cezalık fiiller için dokunulmazlığın mutlak kaldırılması, parlamentonun bu konuda takdir yetkisinin kabul edilmemesi düşünülebilir. Bu tür fiillerin dışında parlamento nispi dokunulmazlığı kaldırma/kaldırmama takdirini kullanabilir.

Tutuklu milletvekilleri sorunu ilk çözülmesi gereken sorundur.

Bunun için 1961 Anayasası’nın sistemine dönmek ve 1982 Anayasası ile getirilen istisnayı kaldırmak yeterlidir.

Dokunulmazlık konusunda ilkin bu ülkenin politikacısının bu kavramı doğru bir temele oturtması şarttır. İster politik suçlar ister bunun dışında kalan suçlar olsun, TBMM çatısı altında “bugün sana yarın bana” mantığı ile yaratılan zırh kırılırsa, dokunulmazlığın kaldırılması gereken her olayda milletvekili için ceza adalet sistemi çalıştırılırsa, sorun biter.

Zaman zaman siyasal suçlarla ilgili olarak bu sorun tartışılıyor. Bu tartışmada halen TBMM’de bekleyen, özellikle “yüz kızartıcı” suçlarda dahi dokunulmazlık kaldırılmadığı için, siyasal suçlar yönünden tez zayıflamaktadır.

(Cumhuriyet 08.10.2012)

Doğu Perinçek : Suriye ile savaş yok; Çapulculara destek var..

Suriye ile savaş yok, Çapulculara destek var

Doğu Perinçek
Aydınlık, 06 Ekim 2012

Bu tezkere Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Suriye’ye girmesi için çıkartılan bir tezkere değil.

TSK, Suriye’ye girmez!

AKP hükümeti de, zavallı durumdadır; böyle bir maceraya kalkışamaz.

O nedenle bu tezkereyi Suriye’ye karşı savaş tezkeresi olarak yorumlamak ve bu zeminde sloganlar üretmek gerçekçi değildir.

Çapulculara TBMM desteği

Bu tezkere, Suriye’deki çapulculara destek tezkeresidir.

TBMM, Suriye’nin yasal hükümetine karşı ABD’nin yıkıcı faaliyetini destekleyen bir karar almıştır.

Haçlı emperyalizmine karşı Suriye’nin bağımsızlığı ve bütünlüğü için savaşan Beşer Esat hükümeti büyük başarı kazanıyor.

Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül yönetiminin örgütlediği, eğittiği, donattığı ve kışkırttığı çapulcu takımı bozgun halindedir.

Halep’teki son direniş mevzileri de temizlenmek üzeredir.

Bu durumda BOP Eşbaşkanlığı, çapulculara tezkereyle destek veriyor, onların varlıklarını hiç olmazsa sınır boylarında korumaları için, elinden ancak tezkere çıkarmak geliyor.

Nitekim TSK’nin “misilleme” adı verilen askeri eylemleri sonucunda, Suriye Ordusunun çapulculara karşı sınır bölgesindeki harekât olanakları kısıtlanmıştır.

TSK’nın havadan ve top atışıyla yaptığı uygulamaları çapulcu takımına kısa süre için belli bir rahatlama sağlamış ve çöken moralleri belki biraz canlandırmıştır.

Çapulculara verilen topların namluları Türkiye’ye mi çevrildi?

Akçakale’de 5 yurttaşımızın hayatlarını kaybetmelerine yol açan havanı ya da topu kimin attığı şu anda bilinmiyor.

Suriye hükümeti, ciddi bir tavır alarak konuyu incelediğini açıkladı.

Eğer olay, Suriye topçu birliklerinin atışları nedeniyle olduysa, “kaza” açıklamasının doğruluğundan kuşku duyulamaz.

Çünkü Suriye hükümeti, ülkesindeki yıkıcı ve bölücü teröristleri temizlerken, Türkiye’yi tahrik edecek ve Türkiye’deki muhalif güçleri de Tayyip Erdoğanların yanına itecek bir uygulamada bulunmaz.

Şu anda (Perşembe akşamı saat 21.00) televizyonlar Hatay Altınözü’ne de havan mermileri düştüğü haberleri veriyor.

Tayyip Erdoğan yönetiminin çapulcu teröristlere 57’lik geri tepmesiz toplar ve havanlar verdiğini bütün dünya biliyor.

Öyle gözüküyor ki, ezilen çapulcular, son olarak, Tayyip Erdoğan yönetiminin kendilerine verdiği topların namlularını sınırdaki Türkiye kasabalarına çevirmiş bulunuyorlar. Hiçbir uzman ve aklı başında kişi bu bombaların Suriye Ordusu tarafından atıldığı kanısında değildir.

ABD ve BOP Eşbaşkanlığının amacı Suriye’yi bölmek

Şu unutulmamalı:

ABD’nin güdümündeki Tayyip Erdoğan-Abdullah Gül iktidarı, Suriye’yi bölmek için çapulcu terörünü örgütlediler.

Teröristlere verilen destek, Suriye’yi bölmek içindir.

Suriye’yi bölmeye kalkanlar, Türkiye’yi bölüyorlar.

Amaçları, Barzanistan’ı Akdeniz kıyısına çıkartmaktır.

Eğer başarırlarsa, Akdeniz’e ulaşan Barzanistan, Diyarbakır ile bütünleşir.

Ve bu süreç, Barzani’nin değil PKK’nin yönetiminde ilerler.

ABD, bunu bilir. BOP Eşbaşkanlığı’nın ise görevi budur.

Oslo ve İmralı görüşmeleri, Kürt açılımları vb. en sonunda bu amaca yöneliktir.

Suriye’yi TSK değil Esat hükümeti bütünleştirebilir

Bu koşullarda, PKK’nın etkisiz kılınmasını isteyen her milliyetçi ve yurtsever, Beşer Esat hükümetinin kesin zaferini destekler.

Çünkü Suriye’nin bütünlüğünü TSK’nin askeri harekâtları sağlayamaz, ancak Suriye hükümeti sağlar.

Bu nedenle CHP sözcüsünün Kılıçdaroğlu ağzıyla “Esat’ın canı cehenneme” lafları Türkiye’nin bütünlüğüne hizmet etmez, ABD’ye çakılmış bir selamdır.

Her yurtsever bilmelidir ki, Esat’ın Suriye’yi bütünleştirme savaşı, nesnel olarak Türkiye’nin bütünlüğü içindir.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Esat yönetimine karşı Suriye’ye girmesi ise, PKK’ye Güneydoğu’da geniş hareket olanağı sunar ve ayrıca Suriye’nin bölünmesine hizmet edeceği için, Türkiye’yi bölmek isteyenlere destek anlamı taşır.

Bu nedenlerle Türk Silahlı Kuvvetleri Suriye’ye girse, PKK bayram yapar.

Bunu göremeyecek bir asker ve siyaset adamı yoktur.

Hakkâri’yi kontrol edemeyen, Foça’daki askerini ve Gaziantep’teki yurttaşını koruyamayan Tayyip Erdoğan, Suriye’ye mi asayiş götürecek?

Bu iddiaya herkes güler.

Liderkulları meclisi

Dikkat çekici olan TBMM’deki AKP ve MHP gruplarının dolduruşa gelmeleridir.

Milletvekillerini, CHP dâhil liderlerin belirlemeleri, milletvekilini ortadan kaldırdığı gibi meclisi de liderkullarından oluşan bir heyete dönüştürmüştür.

MHP Haçlı cephesinde

MHP, tezkereyi destekleyerek, bilinen görevini sürdürüyor.

Tıpkı Türkiye’nin AB kapısına bağlanmasında, İkiz İhanet Sözleşmelerinin hükümetçe kabulünde (2002) ve AKP iktidarına her zor durumda hayat öpücüğü vermesinde olduğu gibi.

MHP, Tayyip’in tezkeresine verdiği oyla Haçlı cephesindeki konumunu ilan etmiş oldu.

MHP, Suriye’de ABD güdümlü yıkıcılığı desteklemiştir.

Bu tavrın “PKK’ya karşı temizlik harekâtı yapılacak” gibi beklentilerle açıklanması, kimseyi aldatmaz.

PKK, Suriye’yi bölen girişimlerin pususundadır.

Suriye’nin savaşı Türkiye’nin savaşıdır

Şu anda Suriye, Ortadoğu’yu kurtaran büyük savaşın ön cephesidir.

Suriye’ye düşmanlık, Türkiye’ye düşmanlıktır!

Suriye’yi bölen, Türkiye’yi böler.

Ancak Suriye’yi bölme girişimi boşuna!

ABD ve Tayyip Erdoğan Suriye savaşını kaybetti. MHP de kaderini onlarla birleştirdiği için yenilen cephededir.

Türkiye’nin ufku Suriye’den aydınlanıyor.

Ne yazık ki, AKP’nin güdümündeki Meclis Türkiye cephesinde değildir.

Türkiye, İstiklal Savaşı’nın Büyük Millet Meclisi’ni kuracaktır.

Türkiye’nin Gelişmişlik Derecesi

Türkiye’nin Gelişmişlik Derecesi

Doğan HASOL

Başta Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) olmak üzere birçok kurum ülkelerin “ekonomik gelişmeleri” ile “insani gelişme” derecelerini belirleyen raporlar yayımlıyor.

O raporlara göre;

Türkiye ekonomisi ulusal gelir büyüklüğü itibarıyla dünyanın 16’ncı büyük ekonomisi.

Türkiye 1998 yılında 200.5 milyar $ tutarındaki gayri safi hasılası ile 110 ülkeyi geride bırakarak 22’nci olmuştu. O zaman nüfusu 63 milyon kadardı. Ekonomik gelişme fena görünmüyor. Zaten bu nedenle G20’ler arasında yer alıyoruz. Ancak ne var ki iş ekonomiyle bitmiyor; ekonomik büyüklük bir ülke halkının refah düzeyini göstermiyor. Başka göstergeler de var ki, bunlar ülkelerin gerçek düzeyini belirliyor. İşte, bir süreden beri çeşitli kaynaklardan derlediğim o göstergelerden bazıları…

UNDP’nin 2011 İnsani Gelişme Raporu’nda 187 ülke arasında 92’nci sıradayız. 2007’de 79’uncu, 2010’da 83’üncü idik. Daha da gerilemişiz.

• Refah düzeyini kişi başına ortalama gelir gösterir. AB ülkeleri ve aday ülkeler arasında kişi başına gelir sıralamasında Türkiye 35 ülke arasında sondan 3’üncü, 31 OECD ülkesi arasında ise sonuncu.

Dünya Bankası’na göre Türkiye’de nüfusun %18.1’i, kırsal kesimin %34’ü yoksulluk sınırının altında. Nüfusun en üstteki % 20’lik bölümü gelir ya da tüketimin % 45’ini elde ediyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) 2011 yılı Gelir ve Yaşam Koşulları araştırmasına göre de Türkiye’de her 100 kişinin 16.1’i yoksul. Toplamda 12 milyon yoksulumuz var.

Uluslararası Para Fonu (IMF) verilerine göre Türkiye 2011 yılında 77 milyar 89 milyon $ cari açıkla, 473.4 milyar $açık veren ABD’nin ardından 2’nci sırayı aldı.

Dünya Ekonomi Forumu’nun (WEF) Küresel Rekabet Gücü 2012-13 Endeksi’nde rekabet gücü açısından Türkiye dünyada 43. sırada; buna karşılık Fikri Mülkiyet Hakları bakımından 144 ülke arasında 86’ncı.

Economic Intelligence Unit’in 2010 raporuna göre Türk demokrasisi, “tam demokrasi” ve “kusurlu demokrasiler”den sonra gelen “hibrid (melez) rejim”ler sınıfına giriyor. Seçim notu 7.9. Buna karşılık demokrasi kültürü 5, katılım 3.9, hak ve özgürlükler 4.7. Yani Türkiye’de seçimler oldukça dürüst yapılıyor; ancak özgürlükler sınırlı, katılım zayıf, demokrasi kültürü iyi değil.

Freedom House 2012 Basın Özgürlüğü raporunda Türkiye “kısmen özgür” ülkeler arasında yer aldı; 197 ülke arasında 117’nci oldu. Raporda, “Türkiye’nin dünyada en fazla tutuklu gazetecinin bulunduğu ülkelerden biri olduğu” vurgulandı. Raporda 62 puanın altındakiler “özgür olmayan ülkeler”den sayılıyor; Türkiye’nin puanı 55.

Sınır Tanımayan Gazeteciler Örgütü’nün 2011-12 basın özgürlüğü sıralamasında Türkiye 148’inci sırada.

• Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) verilerine göre, “adil yargılanma ihlalleri”nde 47 ülke arasında Türkiye birinci. AİHM’ye yapılan başvurular konusunda Türkiye, Rusya’nın ardından 2’nci sırada. Bu veriler T.C. Başbakanlık İnsan Hakları Başkanlığı raporuna da girmiş.

OECD’nin her yıl okul dönemi başında yayımladığı “Bir Başka Eğitim” raporuna göre G20 ülkelerinin 2010 yılı verilerine göre 15-29 yaş arasındaki kadınların hem eğitim hem de işgücünden en uzak kaldığı ülke Türkiye.

Kadın hakları bakımından, Dünya Ekonomik Forumu’nun raporuna göre Türkiye, kadınların eğitiminde 134 ülke arasında 109’uncu, cinsiyet eşitsizliğinde 126’ncı durumda.

• Uluslararası Save The Children (Çocukları Koru) örgütünün yayımladığı

“Dünyada Annelerin Durumu 2012 Raporu”na göre annelerin hayat koşulları bakımından Türkiye 170 ülke arasında 91’nci sırada.

• Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) basına sızan Mutluluk Endeksi raporuna göre, 34 ülkenin durumu incelenmiş ve yaşları 11-15 arasında değişen gençler arasında öfke sıralamasında Türk gençleri ilk sıraya yerleşmiş.

• Son olarak da şunu ekleyelim:

Türkiye dünyanın en zengin ülkesi değil ama benzini en pahalı kullanan ülke. Hiç değilse yalnızca bir konuda da birinciliğimiz olsun, değil mi(!).

Karnemiz böyle… İnsani gelişmede 187 ülke arasında ne yazık ki 92’nci sıradayız.

Bu durum bize yakışmıyor. Boşuna övünmek yerine aklımızı başımıza toplayıp kırık notlarımızı düzeltmemiz gerekir. (Cumhuriyet 08.10.2012)

Balyoz Sürecinin Düşündürdükleri

Balyoz Sürecinin Düşündürdükleri

    Bugün yaşadığımız zorlukların üstesinden gelebilmek, şu üç adımın süratle atılmasına bağlıdır: Hukuk düzeni evrensel hukuk ilkeleriyle yoğrulmalı. Şanlı ordumuzun itibarını yeniden kazanmasını sağlayacak ve moralini yükseltecek tedbirler ivedilikle alınmalı. Kaybolan aklın, törpülenmiş cesaretin ve ille de körletilmiş vicdanın yeniden toplum yaşamına egemen kılınması sağlanmalı.

Ahmet YAVUZ E. Tümgeneral, Silivri

2000’li yılların dış etkenleri yeni bir jeopolitiğin doğmasına ve yeni jeostratejik hamlelere yol açmıştır. Bu hamleler Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu ile çevrili ülkemizi doğrudan etkiledi ve halen etkiliyor. Her üç bölgeyle mevcut sosyo-kültürel, ekonomik ve güvenlik bağları ve sorunları yeni boyutlar kazandı. Bu koşullar, birtakım fırsatlar ortaya çıkardığı gibi yönetilmesi zorluklar içeren açmazlarla karşı karşıya kalmamıza da neden oldu. Özellikle enerji nakil yollarının (Karadeniz, Akdeniz) ve hatlarının güvenliği konusu, iki kutuplu dünya düzenindeki Türkiye’nin daha farklı karakterde bir Türkiye’ye dönüştürülmesini gerekli kıldı. İç dinamiklerdeki gelişmelerin buna uygunluğu da cabasıdır. Plan yürürlüğe kondu, adım adım uygulanmak suretiyle toplumsal farkındalığın gerçekleşmesi özellikle zorlaştırıldı.

Elbette Ukrayna ve Gürcistan’da yapılanların aynısı yaşanmayacaktı ülkemizde. Benzer davalarda olduğu gibi Balyoz Darbe (!) davası bunun en önemli yapı taşıydı. Ülkemizi istediği gibi yapılandırmak isteyen dış ve iç egemenler kol kola faaliyeti başarı ile yürütüyor. Bu gidişi durdurabilecek yegâne etken olan milletimizin olup biteni kavrama ve karşı koyma kabiliyeti, uygulanan psikolojik harekâtla köreltildi. İlk olarak güvendiği ve sevdiği ordusu itibarsızlaştırıldı -darbeci subayları casusluk yapan, fuhuş ve şantaja karışmış, terör örgütleri ile bağlantılı, iç güvenlik görevinde başarısız, faili meçhullerin sorumlusu vb.- ve pusuya düşürüldü. Bu sonucun elde edilmesinde ülkemizi yönetenlerin ağır sorumluluğu vardır. Oysa bu coğrafyanın katlanamayacağı en önemli konulardan birisi güçsüzleştirilmiş ordudur. Milletimizin bunun bedelini ağır bir şekilde ödememesi öncelikli dileğimdir.

Bu çerçevede üç husus öne çıkıyor:

Birincisi, bu süreç, görünürde (aslında daha büyük bir projenin parçası olarak) askeri vesayetin sonlandırılması için planlandı. Gerçek bir demokrasi ile taçlandırılmış Cumhuriyet hepimizin ortak hayali ve gurur kaynağıdır. “Sıfır suçla mahkûm edilmemiz buna vesile olursa, milletin namus ve şerefi üzerine kendini adamaya yemin etmiş kişiler olarak, bundan şeref duyarız.” Ama gerçeğin böyle olmadığı, yeni vesayetler oluşturulduğu aşikârdır. Hukukun nefes alıp veremediği, hatta nefesleri kestiği bir ortamda gerçek bir demokrasiden -ilerisinden vazgeçtim- bahsetmek ham hayaldir. Kimse yanılmasın ve kimseyi aldatmasın!..

Bu süreci yöneten ve yönlendirenlerin kazandıkları bir Pirus zaferidir. Zaferi kazandıkları doğrudur, ancak manen bir bitmişlik ile karşı karşıyalar: Sahte dijital veriler üreterek ve bunlara dayanarak, insanları mahkûm etti ve ettirdiler. 05-07 Mart 2003 1. Ordu seminerindeki konuşmalar bunun sosudur. Bu konuşmalar, yapanların sorumluluğunu üstlendiği (bir-iki kişi), Askeri Ceza Kanunu’na ilişkin askerin siyasete karışması suçu olabilir, ki bu da bu mahkemenin yargılama konusuyla örtüşmez.

Bu komployu kuranlar, sahteci yaftasını boyunlarında taşımak durumundalar.

Beni ve benim gibileri 18 yıllara mahkûm edenler ve bundan sevinç duyanlar kendilerini 180 yıla mahkûm etmişlerdir. Bugün artık gerçek ortaya çıktı, ancak üstü örtülmeye çalışılıyor. Bu gerçeğin geniş kitlelerin zihinlerine yansıması sadece bir zaman meselesidir.

İkincisi, vahim bir zaafı işaret ediyor. Ordumuzu yönetenler, çok iyi bildikleri “personelinin sahte dijital verilerle yargılandıkları gerçeğini” halkımıza açıklama medeni cesaretini gösteremediler. Tarih önünde sorumludurlar. Çünkü gerçeğin ve masumların cephesinde saf tutmak yerine, bu süreçte varlığına zerre kadar tanıklık etmediğimiz “hukuka saygılı olma” klişesinin arkasına sığınarak, ordumuzu kötürüm etmek isteyenlerin değirmenine su taşımışlardır. Sahte belgelerle mahkûm edilmek, yarın başlı başına bir saygınlık kaynağı olacaktır. Bundan kimsenin şüphesi olmasın.

Askerlik, dünyanın gerektiğinde ölmeyi emretme sorumluluğu yükleyen tek mesleğidir. Kurtuluş Savaşı’nı kazanan ve ülkemizi kuran kadroların şu üç kaynaktan beslendiğini söyler bilimcilerimiz:

    1. Tıbbiye,
    2. Mülkiye ve
    3. Harbiye
    .

Birincisi bilimsel boyutu temsil ederken, ikincisi yönetim ilkelerine yön vermiş, üçüncüsü bu hareketin cesaret ayağını oluşturmuştur. Gelinen nokta bu köklerden ne denli uzakta olunduğunun göstergesidir.

Hiç kimse yaptığı herhangi bir hukuksuzluktan dolayı mesleki dayanışma arayışına girme hakkına sahip değildir. Ancak açıkça hukuksuzluğa maruz bırakılan ve sahte dijital verilerle yargılanmaya muhatap kılınan insanlara, dayanışma ruhundan yoksun yaklaşmak etik olamaz. Bu tutum, hizmetteki insanların morali üzerinde yıkıcı bir etki yapar.

TSK’ye eleştiri

Üçüncü gerçek, TSK yönetim kademelerinin artık son zamanlarda toplum önünde tartışılan yönetim anlayışının muhtaç olduğu eleştiri ihtiyacıdır. Bu ülkeyi ve onun en önemli tarihi kurumu olan ordumuzu seviyorsak, samimiyetle bu eleştiriyi yapmalıyız.

“Zabit ve Kumandan ile Hasbihal” s. 8’de (Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 9. Baskı) Atatürk’ün bir görev olarak belirttiği gibi

    “… Ordunun esenliğini vicdanen düşünen namus ve ahlak sahipleri ikiyüzlülükten uzaktır…”

Eleştiri ihtiyacı başlı başına bir araştırma konusu olmakla birlikte; ana hatları ile ele alınacak olursa, temelinde, entelektüel derinlik yetersizliği, ortak akıl üretememe, ben yaptım oldu nobranlığı, halktan ve üretimden kopuk bir yaşamın sancıları, yurt sevgisi yerine kendini aşırı sevme bencilliği, insan hakları kavramını yeterince içselleştirememe ve bedel ödemeye hazır bir adanmışlık yetersizliği yatıyor.

Bugün yaşadığımız zorlukların üstesinden gelebilmek, şu 3 adımın hızla atılmasına bağlıdır:

– Hukuk düzeni evrensel hukuk ilkeleriyle yoğrulmalı.

– Şanlı ordumuzun itibarını yeniden kazanmasını sağlayacak ve moralini yükseltecek tedbirler ivedilikle alınmalı.

– Kaybolan aklın, törpülenmiş cesaretin ve ille de körletilmiş vicdanın yeniden toplum yaşamına egemen kılınması sağlanmalı.

Şair ve filozof Halil Cibran’ın söylediği gibi,

“bir yüreğinde acı, diğerinde umut taşıyan büyük insanlara”
ve onların önderliğine her zamankinde daha çok ihtiyaç vardır.

(Cumhuriyet 08.10.2012)

Levent Kırca: Sen bana vurursan, ben de sana vururum

Levent Kırca: Sen bana vurursan, ben de sana vururum

    Aydınlık’ta Pazar günleri yazmaya başladı­ğımdan bu yana 2 yıl oldu. Yazardın, yaza­mazdın derken okunan bir köşe yazarı ol­dum. Hatta yakında bir de kitabım çı­kıyor. Kitabımın adını sahnede de söylüyo­rum, millet kırılıyor gülmekten. Bir kez da­ha yazıyorum; kitabın adı:

“Önüm, Arkam, Sağım, Solum.. Dö­nek.”

Bu hafta, haşmetmeap başbakanımızla başlayalım. Baba, kendi kafasına göre kurul­tay yaptı. Yandaş gazeteler içerde, bizim düşüncemizdeki gazeteler dışarıda. Yani ya­saklı. Yahu padişahım, senden büyük Allah var. Sen bir başbakan olarak, kanunu çiğner ve bu gazeteleri kongreye sokmazsan, en azından ayıp olur. Koskoca BOP Eşbaşkanına yakışır mı? Başbakan ağabeycim ya, sen böyle alenen yasayı çiğnersen, polisin ve seninkilerin, zamları protesto ederken yerler­de sürüklenip, coplanarak dövülen, gaz yut­turulan ya da ölümden dönen insanlara yaptıkları muameleyi senden Örnek aldıkları­nı gösteriyor. “Büyük döker, küçük toplar” hesabı… Baba, ülkeyi yönetiyorsun, buna yönetmek denirse.. Şimdi bunun adı de­mokrasi mi oluyor? Hatta ileri demokrasiBaşbakanım, ağabeycim, bu gidişler ne gi­dişlerdir? Yabancı devlet başkanlarını geti­rip, kredi karşılığı konuşturuyorsun; Sence insanlar bunu yiyor mu? (?)

Arkadaşlarıma sordum, bir T.C. vatanda­şı olarak bunların kurultayına gitsem ne olur, diye. Aynı gün Ankara’daydım. Beni de beş bin kişi izledi. Şöyle cevap verdiler;

“Kapıdan kovulurdun. Hadi içeri girdin, ora­daki kalabalık, başbakanlarına yaranmak için, seni parçalayıp öldürürdü.” Vay ki ne vay… Korktum valla. Daha yapacak işlerim var. Daha sana karşı çıkacağım.

Atatürk’ü savunacağım ve Cumhuriyet’i senin elinden kurtaracağım

    Ülkemin ‘dönekleri’ne

Sizi, bizim bildiğimiz kadar, Erdoğan abimiz de biliyor. Bre gafiller, inanın bizlerden sonra sıra size de gelecek.

Sinan Çetin

Ben bu adamı, çocukken Ankara’da tanı­dım; devrimci ve Atatürkçüydü. Beş kuruşu da yoktu. Mahalle arasında düğün fotoğrafçısıydı. Yükselmek istiyordu ama nasıl… Bunların arasında ille ve en önce ben şöhret oldum. O gün de devrimciydim, bugün de öyleyim. Benden gayrısı değişti.

Bir film çekmiş, Çanakkale Çocukları di­yor ama inanmayın, kendi çocukları… Karı­sını ve çocuklarını oynatmış, tabi onlar da oynayamamış… Filmi evinin arka bahçesin­de çekmiş, inanılmaz bir müsamere. Cum­huriyet düşmanı, Atatürk düşmanlığı yapan bir film… “O”, seyirciye oynuyor. Hatta se­anslar iptal ediliyormuş. Bir gittim, seyrede­yim istedim. Salondaki tek seyirciydim, on dakika zor tahammül ettim ve çıktım. Yaz­mak, yazabilmek için tekrar seyrettim, alt­mış iki yaşındayım, ilk kez “yuh” çekme hakkımı kullanmak istiyorum. O da Sinan’a ve bu filme olsun. Yuh! Diyorum, hepsi bu…

    Ne olur biraz filmi özetleyeyim size;

Sinan’ın gerçek hayattaki oyuncu olma­yan karısı, Sinan’ın gerçek hayattaki oğlu­nun da annesidir. Anne, Sinan’ın gerçek hayattaki evinin arka bahçesinde, aşırı botokslu haliyle oturmaktadır. Çocukların biri İngiliz, biri de Türk’tür. Aralarında tartışmak isterler fakat tartışamazlar, çünkü oyuncu­lukları ve diksiyonları mani olur kendilerine. Hava bulutlu, yağdı yağacak. Ne var ki, İn­giliz kadın havayı dikkate almaz. Sadece çarşaflardan oluşan çamaşırlarını yıkamış, yağmura rağmen bahçeye asmıştır. Uç kişi­lik bir aile olmalarına karşın, kirli çamaşırla­rın otuz kadar çarşaf olması ve yağmurlu havada nasıl kuruyacağı, bir muammadır. Baba Haluk Bilginer, onlara ve otuz kadar çarşafın olduğu boşluğa arkası dönük bir şe­kilde ve ekşimiş bir suratla on beş dakika kadar bakar. Yağmur başlar…

Hiçbiri yağmurdan kaçıp eve sığınma ge­reği duymazlar. Kostümlerin ve makyajların boyaları yağmura karışıp akmaktadır. Anne, tastaki yeşil elmalardan birini oğulları için yağmurun altında soymak ister. İngiliz’dir, ayrıca kabiliyetsiz olduğu için elmayı soyamaz, elini keser. Elindeki kan, bir sahnede akar, bir sahnede akmaz çünkü filmde de­vamlılık yoktur. Birden, bahçede asılı otuz beyaz çarşafın kırmızı, hatta bordo olduğu­nu görürüz. Film, o andan itibaren bir zombi filmi halini alır. Çanakkale’de ölen İngiliz,

Türk, her milletten ölüler birer ikişer çarşaf­ların arasından gelirler. Bu sahnede Atatürk ve Çanakkale şehitlerinin küçümsendiği apaçık ortaya çıkar. Ölülerden biri olan Ya­vuz Bingöl bir iskemleye oturur, Çanakkale Savaşı’nı anlatır.

Sinan arka bahçesine, bahçede çektiği anlaşılmasın diye bol sis basmıştır. Duman­ların arasında birkaç asker birbirini süngüler ve bu görüntüler Yavuz Bingöl’ün anlatımı­nın arasına serpilir. Sinan bu filmden ötürü beş milyon dolar içeri girer; ama olsun, bu parayı bir topluluk ödeyeceği için, o kadar da önemli değildir.

İngiliz kadın ve İngiliz oğlu, oyunculuğu öğrenemeden film biter. Yağmur kesilmez, filmden umut kesilir. -SON-

    İşçi Partisi

2012 Ekimin altıncı günü, yani siz bu yazıyı okurken ben Ankara’da bir törenle İşçi Partisi’ne katılmış olacağım. Heyecanlıyım. Atatürk çatısı altında, doğru bir yerde duru­yorum. Benim katılmam, İşçi Partisi’ne katı­lımları artıracaktır, eminim. Aydınlık Gazetesi’nin tirajları; Ulusal Kanal’ın izleyici kitle­si; Doğu Perinçek ve Mehmet Perinçek’in aydın oldukları için baba-oğul hapiste oluşu;

Şule Hanım’ın, sadece oğlunun değil, bu genç yaşta hepimizin anası olması; partiyi aydınlıklara götürecek, eminim. Bu aydınlık, jeneratörlü, ampüllü bir aydınlık değil, güne­şin aydınlattığı doğal bir aydınlık olacak.

Kendi rızamla, hiç kimsenin baskısı olma­dan aldım bu kararı. Ayrıca değerli dostum “İlyas Salman“ın ve hocam, ustam “Prof. Özdemir Nutku”nun da aynı tarihte İşçi Partili ol­ması çok manidar. Dostlarıma da, aileye hoş geldiniz, diyorum.

Sevgili dostlar umutsuzluğa kapılmayın. Ben TGB’de konuşma yaparken, salonda oturan gençleri gördüm. Bu gençler, Ata­türk’ün yasaklanan hitabesinde seslendiği gençler.. Ve anladım ki, yarınlar bizim…

    Kedi köpek davası

İnsanlar, yığınlar halinde AKP’nin hay­vanları telef etmeye yönelik kararlarını pro­testo etmek için yürüdüler. AKP de kararı geri çekti. Güzel… Bence bu, oyundu. On­lar yürüsünler, biz de kararı geri çekelim, oyunu. Yani bakın, bazen de sizin dediğinizi yapıyoruz, oyunu.

Cumhurbaşkanı yeni bir oyun başlattı; “milletvekili olanlar hapisten çıksın” oyunu. BOP Eşbaşkanı da aynı fikirde olmadığını beyan etti. İlk raunt böyle, ikinci raundu merakla bekliyorum…

Haftalık yazımı tam noktalayıp bitirmiş­tim ki, Suriye’yi bombaladığımızı öğrendim.

Bizi kışkırtıp savaşın içine çekmek istiyorlar.

Şimdilik, “Suriye Halkı Kardeşimizdir; savaşa Hayır”” ve demekle yetiniyorum.

Savaşa hayır

Her ne kadar meclisten teskere çıksa da, emperyalist güçler bizi savaşın içine çekmeye çalışıyor. Türkiye’nin bu savaştan hiçbir çıkarı olamaz. Aksine, bu coğrafyada Müslüman komşularımızla iyi geçinmeliyiz. Bu bir dayatmadır. Ayrıca İran’ı ve Rus­ya’yı karşımıza almamızı da hiç doğru bul­muyorum.

Ordumuz bu işe gönüllü mü? Elbette de­ğil ama gönüllü olmayanların nerede oldu­ğunu biliyoruz.

Bilinmelidir ki, Suriye’nin bölünmesi Türkiye’nin de bölüneceği anla­mına gelir.

(AYDINLIK, 7.10.12)

Güngör Mengi: Ağlayan Polis

Güngör Mengi: Ağlayan Polis

Dünkü gazetelerin çoğunda bir Emniyet Müdürü manşetti.

Diyarbakır Emniyet Müdürü Recep Güven “Dağda ölen teröriste ağlamıyorsanız insan değilsiniz” diyordu.

Bu sözlerin içerdiği anlam Recep Güven’in empati duygusu gelişmiş, vicdan sahibi iyi bir insan olduğunu ispat edebilir belki ama iyi bir polis olduğunu kanıtlar mı derseniz tartışma götürür…

Emniyet Müdürü Güven gazetecilere terör örgütünü yaratan yanlışları sıralarken PKK’nın haklı sebeplerden doğduğunu, devlet dâhil dışındaki güçlerin yanlışından beslendiğini söylüyor.

Canavarlaşmış bir teröristin de etkisiz hâle getirilmesi gerektiğini, aksi hâlde devlete devlet denilemeyeceğini belirten Recep Güven bu sözlerle bir denge kurduğunu düşünüyor olmalı.

Ama yaptığı, siyasetçinin işidir. Yani iki tarafa da hak vermek..

İki tarafa hak vermek terörü kayırmaktır.

Çünkü devlet yanlış da yapsa görevini yaparken hataya düşüyor. Ama terörist asla bahanesi olmayan bir suç işliyor, masumları öldürüyor.

Emniyet Müdürü’nün sözleri arasında haklı eleştiriler elbette var. Ama onları teşkilâtın terörü değerlendiren kapalı toplantılarında amirlerine söylemeliydi.

Terörle mücadele için emrine verilmiş polislerin duyacakları biçimde açık açık söylemesi doğru değildir.

PKK son iki ayda 14 polis öldürdü. Öldürdüğü teröristin arkasından ağlayan bir polis müdürü terör örgütünü merhamete getirir mi sanıyorsunuz?

Efsane müdür Gaffar Okkan’a acıdılar mı?

Bebeklere bile kıyan acımasızlık “iyi polis” örnekleri ile yumuşar mı?

Terörü anlamamaktır bu!

Diyarbakır Emniyet Müdürü, terörle mücadelenin en sıcak mevziine sokulacak yerde siyaset planlayan bir birime gönderilmiş olsaydı mutlaka daha yararlı olurdu.

Sözü doğru rolü yanlıştır!

*****
Değerli bir uyarı

Batılı ortaklarımız Esad karşısında bizi yalnız bıraktı.

Obama seçimden sonra başka bahane bulacak.

Şimdiden belli.

Türkiye muhalif güçlere silâh desteği sağlamakla suçlanırken Washington elçiliklerine yapılan saldırılardan korkarak isyancılara verilecek silâhların yarın kendisine doğrultulacağını gerekçe gösterecektir.

Financial Times gazetesi “Suriye bataklığına giderek daha çok saplanma tehlikesi yaşadığımızı” yazdı dün.

“Türkiye’nin Kısa Tarihi” adlı kitabın yazarı Norman Stone, İngiliz Times gazetesinde çok değerli bir uyarıda bulundu.

Önemli başarıların hükümette aşırı güven duygusu yarattığını yazan Stone,
Türkiye’nin yüzünü Doğu’ya dönmesinin yanlış olduğunu, Suriye meselesinde yalnız kalacağını savundu.

Yabancılardan gelmesi umarız uyarıyı iktidar katında daha değerli kılar.

Doğru tercih bugünkü değil, Irak krizindeki ihtiyatlı siyasetti…

Muazzez İlmiye Çığ : Sanatçılara Sesleniş

Dostlar,

Antalya’da sürdürülen 49. Altın Portakal Sinema Festivali gerekçesiyle, 96 yaşındaki Bilge Kadın Sayın Muazzez İlmiye Çığ, aşağıdaki açık mektubu yaımladı.. Basında yer aldı.. 8.10.12..

Pek çok bakımdan çok öğretici ve düşündürücü olan tarihsel iletiyi paylaşalım..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 9.10.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===================================================================

Muazzez İlmiye Çığ : Sanatçılara Sesleniş

Sinema, dizi, tiyatro, müzik, resim, heykel Sanatçılarına..

Sizleri gazetelerde, dergilerde neşeli, dünyayı umursamaz halde gördükçe, hem mutlu oluyor, hem üzülüyorum. Üzülüyorum görünüşe göre önünüzdeki büyük tehlikeyi görmüyorsunuz, “bize gelmez” diyorsunuz, Ülkemizde olanlarla birkaç değerli sanatçımız dışında hiç biriniz ilgili görünmüyorsunuz, en ufak tepki göstermiyorsunuz.

Hatta Başbakanın davetine bayılarak gidiyorsunuz. Halbuki en büyük tehlike O’nun elinde hazırlanıyor. Çünkü bugünkü iktidar dolu dizgin Atatürk’ün getirdiği devrimleri yok etmek için çalışıyor. Bu devrimin en güçlü ayağı olan sanatın da zaman zaman içine tükürerek, kırdırarak, mahkemelere vererek tepkilerini gösteriyorlar. Sizlerin, giyiminize, erkek kadın arkadaşlığınıza, yaşam tarzınıza ne kadar diş biliyorlar, sizleri ortadan kaldırmak için nasıl zemin hazırlıyorlar, bilseniz!

Biraz bakın etrafınıza!

Ordumuzun en yüksek ve değerli kumandanları suçsuz olarak en ağır cezaya çarptırıldılar, niçin?

Yıllarca gazetecilerimiz, bilim adamlarımız, askerlerimiz suçsuz olarak tutuklular, niçin?

Çünkü onlar büyük devrimimizin savunucuları, bekçileri oldukları için.

Sizlerin toplanıp onları savunmanız, onları ziyarete gitmeniz, onlara moral vermeniz gerek değil miydi?

Kars’ta ünlü heykeltıraşımız tarafından yapılmakta olan muhteşem ve çok anlamlı bir heykelin, ucube damgası ile kırdırılmasında, bütün sanatçıların ayağa kalkması, protesto yürüyüşleri, toplantıları yapması gerekirdi. Çıkan birkaç cılız ses, ne yazık ki ona engel olamadı.

Topraklarımız yabancılara satılıyor!

Terör şehirlere indi, her gün boşu boşuna şehitler veriyoruz, aldıranınız yok.

Eğitim çığrından çıktı.

Küçük çocukların din adı altında sizlere düşman yetişmesini sağlayacak. İmam Hatiplerle bu yapılıyor zaten. Oradan çıkanlar ne yazık ki kız erkek arkadaşlığını bilmeden, mayolu kadın resminden etkilenen babaları gibi, her kadını bir seks aracı olarak görecekler. İmam Hatipten çıkanların karılarının başları, gözleri bağlı. Yarın bu bütün kadınlarımıza yavaş yavaş, sonra da sopa ile tatbik edilecek.
Ne yazık ki, en çok zarar görecek sizler olacaksınız. İmam Hatip eğitimi ile sanat yetenekli yüzlerce gencimizin yetenekleri yok oluyor. Benim içim yanıyor.
Bilmem sizlerin aklınıza geliyor mu?

Devrimlerin en güçlü temeli sanattır!

Bunu bilen Büyük İnsan Mustafa Kemal Atatürk, bütün sanatların günah kabul edildiği bir ortamda, ilk olarak sanata ve sanatcıya önem vererek onların yetişmesi için okullar açtırdı, yetenekleri ortaya çıkanları dış ülkelere gönderdi. Resim, Heykel müzeleri kurdurdu. Bu o günler için sanata atılan ne büyük bir atılımdı! O günden bugüne (tarihte çok kısa süre) her dalda dünya çapında sanatçılarımız yetişti. Bütün Avrupa’nın 400 yıl önce başlattğı Rönesans ile o zamandan beri yetiştirdiği sanatçıları, bizim kısa zamanda yetiştirdiklerimizle karşılaştıracak olursak çok büyük başarı elde edildi, derim.

Geçenlerde Antalya’da yapılan filmciler ödül törenini, hiç ilgim olmadığı halde, başından sonuna kadar izledim. Koca salon sanatçılarla dolu idi. Ödül alanlar kadın, erkek oyuncular, senaryo yazanlar, yönetmenler, film müziği yapanlardı. İçlerinde daha tiyatrocularımız yoktu. Onları gözlerim yaşararak izledim, gururlandam. 90 yıl önce bunların hiçbiri yoktu ülkemizde, hepsi “günah” tı. Afife Jale adında tek bir kadınımız tiyatro sahnesine çıktı, diye nerede ise kadını öldüreceklerdi.

Büyük Atatürk bütün bu yasakları kaldırarak sizlerin bugünlere gelmenizi sağladı. Sizler de bunun değerini bilip bugünkü idarenin yanlışlıklarını görmenizin, tepkilerinizi göstermenizin, hem kendiniz, hem ülkemiz adına çok yararlı olacağına inanıyorum.

THY işçileri: ‘Yaşasın grev, yaşasın barış’

Dostlar,

THY işçlerinin yerden göğe dek haklı ve meşru direnişlerini tüm gönlümle destekliyorum.

Kendilerine dayanışma duygu ve düşüncelerimi sunuuyorum.

Bu konuda daha önce de sitemizde yazmış ve THY grevini alelacle yasa değişikliğiyle yasaklayan yasama girişiminin anayasaya aykırı olduğunu gerekçeli olarak belirtmiştik.

(1.6.12, http://ahmetsaltik.net/hava-ise-gonulden-destek-iletisi-a-cordial-support-for-the-strike-of-turkish-union-hava-is/)

HAVA-İŞ eylemi 5. ayına girdi..

TÜRK-İŞ ne yaptı, ne yapıyor ya da yapmayı tasarlıyor bu sendikaya destek için ??

Ya basın?

    Kör, sağır, dilsiz (= 3 Maymun!) ve de satılık – sahibinin sesi (=tasmalı!) basın ??

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 8.10.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

======================================================

THY işçileri: ‘Yaşasın grev, yaşasın barış’

Hava-İş üyesi işçiler, direnişlerinin 130. gününde bir kez daha THY bürosu önünde eylem yaptı. İşçilerin coşkusu çevredekilerin yoğun ilgisini çekerken, işçiler bu hafta grev haklarının yanı sıra barış taleplerini de dile getirdi. (SOL / 6 Ekim 2012)

Havayolu işçileri, direnişlerinin 130. gününde bir kez daha Taksim’deki THY bilet satış bürosu önünde oturma eylemi yaptı.

Etha’nın haberine göre, Eyleme TÜMTİS, Tek Gıda-İş, Belediye-İş, Mücadele Birliği, UİD-DER’in de aralarında olduğu kurumlar ile cumartesi anneleri de destek verdi.

İşçiler eylemi başlatmasıyla, THY satış bürosu kepenklerini indirerek satışı durdurdu.

Sloganlar ve alkışlarla başlayan eylem işçilerin direnişlerine uyarladığı şarkılarla sürdü.

Eylem boyunca sık sık, “Bedel ödedik, bedel ödeteceğiz”, “Yer gök direniş, onurlu Hava-İş”, “İşçiler elele, AKP’siz Türkiye”, “Atılan işçiler geri alınsın” sloganları atıldı.

“Gelin AKP ucubesini defedelim”

Hava-İş Sendikası Genel Başkanı Atilay Ayçin, yaptığı konuşmada, “Sabah akşam THY önündeyiz, ileri demokrasi dersi vermeye kalkan Başbakana demokrasi dersi veriyoruz” dedi. Meclise sunulan Toplu İş İlişkileri Kanunu Tasarısı’nın sendikacılığı ortadan kaldıracağına dikkat çeken Ayçin, tüm kesimleri yok olmamak için birlikte mücadeleye çağırdı.

Ayçin, “Gelin AKP ucubesini birlikte defedelim, demokrasi nasıl olurmuş gösterelim” dedi.

“Savaştan en çok emekçiler zarar görecek”

İşçiler adına konuşan Ceren Beytaş, “Biz 4 ay önce işlenen hukuk cinayetine ve işçi kıyımına karşı direniyoruz. Bizleri işten atan THY yönetimi şimdi çalışanları huzursuz ederek istifasına neden olmakta, oluşan personel açığını deneyimsiz, düşük ücret ve kötü çalışma koşullarındaki part-time çalışanlarla kapatmaya çalışmaktadır. Bizim mücadelemiz aynı zamanda halkın güvenliğini de kapsamaktadır” dedi.

AKP’nin savaş politikasına da değinen Beytaş, “Bölgede olası bir savaştan en çok işçi ve emekçiler zarar görecek. Ekmeğimizle oynayan hükümet şimdi de dış politikada ateşle oynuyor. Yaşasın barış, yaşasın grev hakkımız” dedi.

Bahçelievler Değişim ve Dayanışma Platformu adına konuşan Hanife Erhan, “THY işçilerinin şanlı direnişini destekliyoruz ve onların çığlığına sessiz kalmayacağız” dedi. (http://www.gazetevatanemek.com/)

Lösemide ilaç krizi

Dostlar,

İnsan ve toplum sağlığı açısından vazgeçilemez bir insanlık hakkı olan İLACA ERİŞİM HAKKI, piyasa canavarına teslim..

“SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM” masalının / canavarının maskesi giderek düşüyor..

SGK’nın IMF – DB güdümünde bütünüyle “moneter” (salt parasal!) politikaları artık sık sık tıkanıyor.

2. önemli sorun kaynağı ise yerli ilaç sanayimizin batırılması..

AB ile Gümrük Birliği Anlaşması‘nın yürülük aldığı 1.1.96 öncesinde ilaç gereksiniminin % 70’e varan bölümünü yerli ilaç hammaddesi üretimi ile karşılayabilen Türkiye, günümüzde %50’den çok dışa bağımlı duruma geldi.

Türkiye yerli ilaç sanayisini tasfiye etti!
SSK’nın ilaç fabrikası kapatıldı!

Her zaman olduğu gibi, kendisine dönük, kendisinin üzerinden oynanan oyunları dışlayamayan halk ödüyor acı bedelini.. Olan halk sağlığına oluyor..

Çok yazık..

    – Türkiye, ulusal ilaç-aşı-biyolojik maddeler üretme politikası yoksunluğunu aşmalı..
    – Tümüyle değilse de önemli ölçüde özyeterlik kazanmalı..

Bu konularda yazdığımız kapsamlı 2 rapora sitemizde “raporlar” kategorisinden erişilebilir.

1. Türkiye AB İlişkilerinde Türk Sağlık Politikaları / Turkish Health Policies Through EU Accession Process
http://ahmetsaltik.net/arsiv/2012/06/AB_Surecinde_Turk_Saglik_Politikalari.pdf

2. AB Sürecinde Türk İlaç ve Eczacılık Politikaları / Turkish Policies on Drug and Pharmaceuticals within EU Accession Process
http://ahmetsaltik.net/arsiv/2012/06/AB_Surecinde_Turk_Ilac_ve_Eczac%C4%B1l%C4%B1k_Politikalar%C4%B11.pdf

Aşağıda, Lösemi ilacı PURİTHENOL kıtlığına ilişkin acı haberi sunuyoruz.

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 9.10.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

=============================================================================

Lösemide ilaç krizi

Hastalığın tekrarlamasını önleyen Purithenol SGK kapsamına alınmadı, fiyatı düştü, firma ithalattan vazgeçti

Löseminin tekrarlamasını önleyen ve alternatifi olmayan “Purithenol” adlı ilacın Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK) tarafından bedeli ödenecek ilaçlar kapsamına alınmaması ve fiyatının da 9 TL’ye düşmesi nedeniyle ithalatçı firma ithalattan vazgeçince lösemi hastaları çaresiz kaldı.

Doğan Haber Ajansı’nın haberine göre üretimi Almanya’da gerçekleştirilen ve bir ithalatçı firma tarafından Türkiye’ye getirilen ilacın SGK tarafından bedeli ödenecek ilaçlar kapsamında değerlendirilmediği ve 9 TL’ye satıldığı belirlendi. Türkiye ithalatçısı firmanın, ilacın fiyatının düşmesi nedeniyle ithal etmekten vazgeçtiği ileri sürülürken, ilacın yurtdışında 60 ile 90 Avro arasında satıldığı kaydedildi.

Türkiye’deki lösemi hastaları 4 aydır ilaca ulaşmakta güçlük çekerken, Türk Eczacıları Birliği’nin yurtdışı fiyatı üzerinden hastalara ilaç temin etmeye çalıştığı belirtildi.

İlacın bulunamamasını fırsat bilen karaborsacıların ise fahiş fiyatlardan hasta ve hasta yakınlarına ilaç satmaya çalıştığı iddia edildi.

İlacın ithal edilmemesinin maddiyatla ilgili olabileceğini söyleyen Antalya Eczacı Odası Başkanı Kerem Zabun, Türkiye’deki stoklarının tümüyle tükenmesinin ardından, ilacı kullanan hastaların mağduriyetinin artacağını aktardı.

İlacın bulunamaması nedeniyle bu ilaçla yapılan tedavilerin yarım kalacağını ve hastaların olumsuz etkileneceğini dile getiren Kerem Zabun şöyle dedi:

“Yurtdışı fiyatı dikkate alındığında bu ilacın karaborsadaki fiyatı 3- 4 katına çıkabilir.
Bakanlık ya da TEB aracılığıyla bu iş bir an önce çözülmeli.” (Cumhuriyet 08.10.2012)

Prof. Norman Stone : “Türkiye tarihini hatırlasa iyi olur”

“Türkiye tarihini hatırlasa iyi olur”

Times gazetesinde çıkan Norman Stone imzalı makalede, Suriye ile ilişkilerin gerginleşmesi ardından Türkiye’ye Atatürk’ün “Yurtta sulh cihanda sulh” politikasına dönme çağrısı yapıldı.

Bilkent Üniversitesi’nden Profesör Norman Stone’un imzasını taşıyan yazının başlığı “Türkiye tarihini hatırlasa iyi olur.”

Yazı, Mustafa Kemal Atatürk’ün “Yurtta sulh, cihanda sulh” sözlerini hatırlatarak başlıyor.

Atatürk‘ün bu formülü genelde Türkiye’ye yaradı” diyor Stone, “Evet, 1973’te Kıbrıs’taki Türk azınlığı korumak için buraya müdahale etti ama bunun dışında yurtdışına yalnızca uluslararası ortaklarla birlikte çıktı. Karmaşasıyla ünlü bir bölgede, bir istikrar ve refah adası oldu.” Başarılı lider ve hatası Profesör Stone’a göre Recep Tayyip Erdoğan da önce belediye başkanlığında, sonra başbakanlıkta müthiş başarılı oldu.

“Şimdi,” diyor Stone, “Erdoğan’ın yeni bir misyonu var. Türklerin geri döndüğünü, İslam’ın kapitalizmle ve modern eğitimle bağdaştığını kanıtlamak istiyor.” Stone’a göre Erdoğan’ın içerdeki başarıları hatırı sayılır olsa da, dış politikada önce İsrail ile kavgaya tutuştu; şimdi de Suriye ile savaşın eşiğine gelindi.

Norman Stone geçen hafta TBMM’den geçen tezkereyi ve tezkere sonrasında yapılan açıklamaları

“Türk siyasetinde bir devrim” diye niteliyor ve “Eski Osmanlı topraklarına beyaz at üzerinde akın etme fikri ne kadar heyecan verirse versin, Türkiye’nin bu işe karışması bir hataydı.” diyor.

ABD’DEN FAYDA YOK

Yazı şöyle devam ediyor:

“Kimse bu işe hevesli değil, başbakanın en yakın takipçileri bile. Türkiye yüzünü Batı’ya öyle bir dönmüş durumda ki, medyada Arapça konuşan uzman bulmak bile zor.

“Evet Arapların parasıyla İstanbul’da bir emlâk balonu yaratıldı; bu balon da kuşkusuz Suriyeli isyancılara akıtılan silahlara katkıda bulunuyor. Ancak bunun Türkiye’ye etkileri olumsuz,
çünkü Suriyeliler de intikam amacıyla ülkenin güneydoğusundaki Kürt bölgelerinde yapılan ve belki de yakında başka yerlerde yapılacak terör eylemlerini destekliyor.

Amerikalılardan da fayda yok: Başkanlık seçimleri yüzünden telefonlarını beklemeye almış durumdalar. Barack Obama ne yapsa ters tepebilir; bu yüzden hiçbir şey yapmaması yerinde olur. Bu sebeple Davutoğlu‘nun Kuzey Suriye’de uçuşa yasak bölge ilan edilmesi önerileri kibarca reddediliyor. Türkiye ortaklaşa hareket konusunda kendini yapayalnız bulabilir.”

‘ÖZGÜVEN BAŞLARINA VURDU’

Norman Stone yazısının devamında bu durumun “yeni bir Kürt cephesi açılması” ve Türkiye içinde Kürtlerle ve Alevilerle ilişkiler açısından tehlikelerine de değiniyor.

Stone yazısını şöyle noktalamış: “Türkiye bu durumun sorumlusu değil ama bu hükümetin de hatırı sayılır başarılarından gelen ani öz güven başına vurmuş durumda. Irak’taki anlaşmazlıkta gösterilen sağduyu ve tereddüt artık yok. Geri dönmeliler. Kemal Atatürk haklıydı.”

KAYNAK: BBC TÜRKÇE
http://dunya.milliyet.com.tr/-turkiye-tarihini-hatirlasa-iyi-olur-/dunya/dunyadetay/08.10.2012/1608639/default.htm?ref=yahoo, 8.10.12