Günlük arşivler: 3 Ekim 2012

Türker Ertürk : ÇEP DEĞİL BOP

Türker Ertürk

ÇEP DEĞİL BOP

2.10.12, İLK KURŞUN

Çoruh nehri ana kolu Erzurum platosunda Mescit dağından doğar bir süre batıya doğru akar,

Bayburt ilinde kuzeyden bir kavisle doğuya döner ve Artvin ilinde hududu geçerek 17 km Gürcistan topraklarında aktıktan sonra Karadeniz’e ulaşır. Ülkemizin en derin ve en hızlı akışlı nehri olan Çoruh 431 km uzunluğunda olup yıllık 6,3 milyar m³ su taşır.

Çoruh’a bağlanan dere ve çaylarla birlikte oluşan Çoruh havzasında; denizden Artvin’e dek Karadeniz, Artvin yakınlarından İspir dolayına dek Akdeniz, daha yüksek yerlerde ise Doğu Anadolu iklimi özellikleri vardır.

Çoruh havzasının binlerce yıldır yerleşim yeri olarak seçilmesinin nedeni yamaçlarını oluşturan kayaların bitkilerin muhtaç olduğu elementlerin hemen hemen tümüne sahip olması, iklim çeşitliliği, bunun sonucu olarak bitki ve hayvanlar için bölgenin doğal sera oluşu ve çok özel bir yaşam alanı olmasıdır. Havzada binlerce yıllık tarımsal faaliyet sonucu bazı bitkiler “Endemik kültürel bitki“ özelliğini kazanmıştır.
Bu bitkilerin başka yerde yetiştirilme özelliği yoktur. Ayrıca Çoruh nehri dünyanın ikinci derecede heyecan verici buna karşılık en ucuz rafting parkurudur.

Bu havzada akan sulardan elektrik enerjisi üretmek için ilk plan 1969 yılında hazırlanmıştır. Daha sonra 1979 yılında Çoruh havzasının master plan raporunun hazırlanması için bir mühendislik kuruluşuna ihale edilmiş ve 1982’de plan son halini almıştır.

Bu plana göre Çoruh nehri ana kolu üzerinde 10 barajlı, yan kollar üzerinde 5 barajlı ve 17 regülatörlü olmak üzere toplam 32 adet HES (Hidroelektrik santrali) yapımı planlanmıştır.

Elektrik üretme projesi değil

Bu planın gerçek amacı ise elektrik üretmek bahanesi ile bir takım gruplara kamu değerlerinin aktarılması, bölgenin kaynaklarının yağmalanması ve emperyalizmin uzun vadeli çıkarlarına hizmettir.

Nasıl mı?

Bir kez bu proje ile elektrik üretimi, alternatiflerine göre 14 misli daha fazla yatırımı gerektirmektedir. Üretimin maliyeti birim başına planlanandan 10 misli daha fazladır. Bu plan 3,5 senede kavuşulacak elektriğe 50 senede ulaştırmaktadır. Bu plan ülkemizi borca batırma çalışmasıdır. Çünkü 3,5-4,5 milyar dolara yapılacak üretim 50-60 milyar dolara yapılmaktadır. Ülkemizdeki elektriğin % 23’ü kayıp ve kaçağa giderken Çoruh Enerji Projesi ( ÇEP ) ile bunun ancak dörtte biri üretilecektir.

Elektrik üretme bahanesi ile yapılan ve hala realize edilmeye çalışılan bu proje ile bölgenin iklimi değişecek ve havzanın flora (doğal bitki örtüsü) ve faunası (bölgede yetişen hayvan türleri) tahrip olacaktır. Proje bölgede yaşayan binlerce insanın dışarıya göçüne neden olacaktır. Bölgenin madenler bakımından çok zengin olduğu bilinmektedir. Bu proje maden yağmasının önüne çıkabilecek insan engelini ortamdan çıkarmaktadır. Barajların işgal etmediği alanlar uluslararası maden şirketlerinin yerli işbirlikçilerine tahsis edilmiştir. Özetle ÇEP bölgemizin ve ülkemizin çıkarına değil zararına olup bizi borç batağına sürüklemektedir.

Ama böyle olmasına rağmen ihanet içinde bulunan ülkemiz yöneticileri projeyi adım adım gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar.

Sanırım ekonomik tetikçiliğin ne demek olduğunu biliyorsunuz.

Ekonomik tetikçilerin görevi bir ülkenin yöneticilerini hazırladıkları raporlarla kalkınmak için neye gereksinimi olduğuna inandırmaktır. Yöneticiler raporlara inanınca ihaleler açılır, krediler alınıp verilir, ihalelerde tetikçinin bağlantılı olduğu şirketler kazanır. Ekonomik tetikçiler başarılı olmaz ise CIA ve benzerleri devreye girer. Rüşvet, baskı, hükümet darbesi ve suikastlar diğer ikna yöntemleridir.

Fakat ÇEP’i bize yaptıran ve tetikçisi ile bizi bu projeye ikna eden iradenin arkasında yalnız ekonomik endişeler yoktur. Bu iradenin arkasında emperyalizmin stratejik hedefleri de vardır.
Nasıl mı?

Amaç Anadolu’yu bölmek

Türkiye haritasında, Çoruh nehri ve civarını gözünüzün önüne getirin. Projede ana kol üzerinde peş peşe tesbih tanesi gibi dizilen baraj göllerini haritaya işaretleyin. Şimdi bölgenin hangi eksende bölündüğünü görebiliyor musunuz?

Sevgili okurlar,

Ülkeler arasındaki siyasi sınırları çoğunlukla sular ve dağlar teşkil eder.Tarih boyunca ülkeler sınırlarını bu doğal engellere dayamak istemişlerdir. Örneğin Anadolu’nun Avrupa’ya doğru birinci savunma hattı veya doğal sınırı Meriç nehri, ikincisi Balkan dağları üçüncüsü Tuna nehridir. Osmanlı’da stratejisinde hep bunu gözetmiştir.

Daha önce birbiri ardına yapılan barajları işaretlediğiniz haritaya tekrar bakınız. Doğu Anadolu coğrafyasının Anadolu’nun batısından nasıl yapay engeller ile koparıldığını görüyor musunuz? İnanmıyorsanız şimdi de ABD’nin çizdiği internet sitelerinde yapacağınız aramayla kolayca bulabileceğiniz BOP haritasına bakın ve üst üste koyun. Çakışıyor değil mi?

Sakın şaşırmayın karşı taraf satranç oyuncusu!

Eğer güneyini merak ediyorsanız, o da Fırat üzerine dizilen barajlarla tesis edilmiştir.

Ben bu yazımla size Çoruh Enerji Planı’nın arkasında yatan gerçekleri, yapılmak istenenin BOP’un olmaz ise olmazı olan kukla Kürt Devleti’nin doğal sınırlarını çizmek işlemi olabileceğini düşünmeniz için bir kapı araladım. Eğer ülkemizin menfaatlerine olmayan bu emperyalist planı hala merak ediyorsanız, lütfen Yurttaş Mazlum Çoruh’un “ Kusursuz Enerji (!) Planı “ adlı kitabını okuyunuz. Tüm ayrıntıları orada bulacaksınız. Ben sadece bu kitabı bu köşeye sığdırabilmek için özetledim.

Siz farklı düşünüyor hatta özetlemeye çalıştığımız bu görüşü ilk bakışta komplo teorisi olarak da görebilirsiniz.
O zaman yurtsever bir mühendisin yazdığı bu kitabı okuyun ve kararınızı verin.

Saygılar sunarım.

Rifat SERDAROĞLU : Bir Apo’nuz eksik kaldı

Rifat SERDAROĞLU
rifatserdaroglu@superonline.com, 2.10.12

Bir Apo’nuz eksik kaldı

Erdoğan, AKP Kongresinde boğazını yırtarcasına bağırıyordu;

“Şehitlerimizin hatırasını asla yere düşürmeyeceğiz!…”

Aynı salonda, binlerce vatan evladının kanını döken terör örgütünün ev sahibi-koruyucusu, babası Molla Mustafa Barzani’nin kanlı yolundan yürüyen Mesud Barzani “Aguşunu açmış” Başbakan Erdoğan’ı gülerek alkışlıyordu…

Kendisinden Türkiye’ye iadesi istenen eli kanlı katiller için;

“Kürdün kedisini bile Türkiye’ye vermem, ısrar ederseniz, Diyarbakır’ın Türkiye’nin altını üstüne getiririm.” diyerek,

Türkiye’ye hakaret eden eşkıya başı kahkahalarla gülüyordu…

En acısı, Erdoğan Barzani’yi takdim edince salondaki tüm AKP’liler, vatan evlatlarını şehit eden bu eşkıyayı çılgınca alkışlamaları, ama Türkiye’nin muhalefet partilerini yuhalamalarıydı !..

Kongreyi, konferans vermek için gittiğim Frankfurt’ta televizyondan vatandaşlarımızla birlikte seyrettik. Yanımda bulunan bir şehit amcası gözlerinden akan yaşları silerken, bildiği tüm bedduaları yüksek sesle haykırıyordu, daha önce AKP’ye oy verdiğini söyleyenlerin başları öne eğikti !…

Erdoğan, konuşmasında aynı şeyleri tekrar etti. Yine Şeyh Edebali’den girdi, Mehmet Akif’ten çıktı, Aşık Veysel’den
“Bilmiyorum ne haldeyim” diye girdi, Neşet Ertaş’tan “Bağa girdim üzüme” ile çıktı…
Şiirler okudu, dualar etti, Bülent Arınç’ı tekrar hüngür-hüngür ağlattı.

Terörle mücadele ettiklerini söylerken, daha dün Hakkari’de 400 Milyon Dolarlık “Hayali İhracat” yaptıran, Mersin’de Serbest Bölgede sigara kaçakçılığıyla Türk Milletinin milyarlarını terör örgütüne yönlendiren adam, misafir locasında tebessüm ederek başını sallıyordu…

AKP Kongresine Sözcü-Cumhuriyet-Yeniçağ-Aydınlık-Evrensel- Birgün gibi muhalif gazeteler yoktu, alınmadılar.

Fakat, Barzani oradaydı ve “Türkiye seninle gurur duyuyor” diye alkışlandı.

Barzani, PKK Kongresinde bile böyle coşkulu alkışlanmamıştı !…

Türk Basını içinde bir tek Yurt Gazetesi “Onurlu” davranarak AKP’nin ayrımcı tavrını protesto edip, kongreye katılmayı reddetti. Diğerleri, AKP’nin “elemanı” olmayı, basın özgürlüğüne tercih ettiler.

AKP’lilere soralım;

Muhalif de olsa ülkenizin basını size Barzani’den-Mursi’den-Halid Meşal’den daha mı uzaklar? Bunların girdiği yere, nasıl olur da Türkiye’nin gazetecileri giremez? Muhafazakar Demokrat olmak bu mudur?

Barzani’yi baş tacı yapıp, kendi gazetecilerini kovalayan anlayışın neresi “Milli” olabilir?…

Erdoğan; “Bu salonda 75 Milyon Türkiye var” dedi. Asla katılmıyorum.

*O salonda Türklük yoktu, Arap Milliyetçiliği vardı,
*O salonda Şehitler-Gaziler yoktu, Barzani vardı,
*O salonda konuk olarak,“Kadına değer veren, cennet anaların ayakları altındadır, diyen Hz. Peygamberimizin hadisine inanan liderler yoktu. Orada Anayasalarına, 4 Kadın almayı koyan, kadını köle gibi gören zihniyetin, yani
“Arap Müslümanlarının” temsilcileri vardı.

*O salonda fikir tartışması, seçilebilmek için demokratik bir yarış yoktu.
Orada “tek adam” vardı. O konuştu, o seçti. O söyledi, o dinledi. O çağırdı, o ağırladı…
O salonda zenginlik vardı, gösteriş vardı, kongre için harcanan milyon liralar vardı, ama demokrasinin kırıntısı yoktu…

Çok yazık, bu anlayışla Türkiye’nin birliğini-beraberliğini sağlamak mümkün olamayacak gibi görünüyor…

Ey AKP’liler, kongrenizde bir tek APO’nuz eksik kaldı.

Bir daha kongre yapabilirseniz, O’nu da çağırmayı unutmayın…

Not; Şeffaf Usta; Kongre için partiden, örtülü ödenekten, devletin araç-gereç ve bütçesinden kaç para harcandığını lütfen açıklar mısınız?

Her şeyin sahibi yeni zamları kakaladığınız millet ya, bilsin garipler, zamcıklar…

Mustafa Balbay : Söküğünü Dikemeyen Meclis Açılırken..

Mustafa Balbay
Cumhuriyet, 1.10.12

Söküğünü Dikemeyen Meclis Açılırken

TBMM’nin 24. Dönem 2. Yasama Yılı sorunların katlandığı bir süreçte başlıyor. Meclis’in açılışı öncesi esen hava bu sorunların çözümünden çok, ne yazık ki yeni gerilim konularımızın olacağını gösteriyor.

Meclis’in içinden başlayalım… Geçen yıl 8 eksikle toplanmıştı. CHP’den 2, MHP’den 1, BDP’den 5 milletvekili, 12 Haziran seçimlerinde sandıktan çıkmasına karşın, hapisten çıkamamıştı. Geçen yasama yılının başlıca konularından biri bu olmuştu.

Yeni yasama yılında ise bu sorunun çözülmesi bir yana, belki yeni “eksiklerin” kim olacağı konuşulacak. Zira terörle mücadelede ne yöntem seçebilen ne de yön tayini yapabilen hükümetin Meclis’i çözüm zemini olarak görmekten çok “terörle mücadele cephesi” haline getirme olasılığı var. Hükümetin kafası o kadar karışık ki, bir yandan “Terörü yenmek için Öcalan’la bile görüşülebilir” diyor, bir yandan BDP’li milletvekillerini “terör örgütüne yakın durdukları için” Meclis’ten atabileceğini ima ediyor.

Sözün özü Meclis, kendi söküğünü dikemeyen bir görünümle toplanıyor.

***

Kendi söküğünü dikemeyen Meclis, yeni bir anayasa dikebilir mi?
Sönük de olsa yeni yasama yılının tartışma konularından biri bu.

AKP, anayasadan bir şey almak istediği zaman bunu nasıl yapacağını 12 Eylül 2010 referandumuyla gösterdi. Bu anayasa değişikliği referandumuyla yargıyı başkalaştırıp, adeta AKP’nin bir yan kolu olmaya açık hale getiren hükümetin önümüzdeki dönem benzer bir gereksinimi var mı?

Var…

Başbakanın, Köşk’e hangi yetkilerle ve altında nasıl bir hükümet yapısıyla gideceği tartışılıyor. Başbakanın çevresindekiler, tabii ki onun izniyle kimi taslakları kamuoyuna sızdırıyorlar. Ekim başına dek yapılan sızdırmalar pek yankı bulmadı.

Görünen o ki, Meclis’teki dört partinin temsilcilerinden oluşan Anayasa Komisyonu, bu şekilde yeni anayasa yapılamayacağını göstermek için bir süre daha “faal” görünecek. Sonra AKP, ikili üçlü ittifaklarla kendi gündemini işletmeye başlayacak. Bu çerçevede yerel seçimlerin öne alınmasının ardından yeni sürprizler olabilir. Çünkü bu adımla 3 yıllık seçim takvimi de başlamış olacak; 2013 yerel seçim, 2014 cumhurbaşkanlığı seçimi, 2015 genel seçim.

***

Yazının buraya kadar olan bölümünü sanki AKP gelişmelerin tek aktörüymüş gibi aktardık. Çünkü genel olarak böyle bir hava veriliyor; AKP’nin rakibi AKP, AKP kendisiyle yarışıyor…

Ama öyle değil…
Ne olursa olsun, öyle değil…
Konunun bu yanına girmeden önce evrensel bir sözü anımsatalım: Bir planınız yoksa, başkalarının planının parçası olursunuz.
Gücünüz ne olursa olsun; az ya da çok, önce planınız olmalı.
AKP’nin Türkiye’yi istediği gibi dönüştürme hedeflerini onaylamayanların da bir planı olmalı.
Şu plan değil:

“AKP’ye istediğini yaptırmayacağız.”

Bunu söylediğinizde tarafsız yığınlar, hatta taraflı olanlar da sorar:

“Peki sen ne yapacaksın?”

Meclis açılırken daha sıcak hale gelecek ikilemlerden biri bu.

İktidar koalisyonunun hırsı katlanarak devam ediyor. Böylesi hırslar korkutucu hale geldikçe akıldan uzaklaşır. Ne kadar planlı görünürse görünsün sürdürülebilirliği zorlaşır.

Gün, toplumu saran korkudan, iktidarın sınır tanımazlığından yakınma günü değil. Halkı kazanma, ona güven verme, “Bu iktidara mahkûm değiliz” duygusunu güçlendirme günü.

Bunu vurgularken dayanak noktalarımızdan biri şu:

Bu halk, iktidarı değiştirme gücünün bilincine varmıştır.

AKP’nin karşısına konacak plan, bu gücü bu bilinci yeni bir iktidar hedefiyle, Meclis zeminini güçlü tutarak harekete geçirmektir.

Dileyelim ki, 1 Ekim bu takvimin başladığı gün olsun…

Bekir Coşkun : Çok Mendil Lazım…

Bekir COŞKUN
Çok Mendil Lazım…

Salonu boşaltın…
Japonları doldurun…
En azından birisi kalkıp “Şu Toyota’nın kasa genişliğini bir konuşalım” derdi…

*
Çıktı…
Konuştu…
Kongre bitti…
Diyelim ki bunların yaptıkları KPSS’de kimin nereyi kazanacağı önceden biliniyor da… Demokratik kongrelerinde kim ne olacağını bilmiyor…
Delege dahi seçtikten sonra fark ediyor…
Bakıyor ki seçmiş…

*
Onlara da şu düştü:
Ağlamak…
Mesela kimi seçtiklerini bilmiyorlardı ama, bir şiir okuyacağını, kendilerinin de o sırada ağlamaları gerektiğini biliyorlardı…
Nereden biliyoruz?..
Mendil dağıttılar çünkü…

*
Söylediğine göre, aynı zamanda “ahiret hesaplaşması” olan parti kongresinde dağıtılan mendile burnunu silecek değilsin…
Nerede ağlanacak, nerede alkışlanacak, nerede uslu uslu oturulacak…
Bileceksin…
Hem şehitleri hem Barzani’yi “Türkiye seninle gurur duyuyor” diye alkışladılar ya…
Daha ne yapsın…

*
Hâlâ “Demokrasi şöleni” diyor salak…
*
Bu kongrenin tek anlamı vardır oysa:
Faşizm…

*
Bir demokratik ülkede, kongre yapan iktidar partisinin, muhalif medyaya izlenme yasağı koymasının ne anlama geldiğini bilmez mi insan?..

Biliyorsunuz;

Cumhuriyet,
Sözcü,
Aydınlık,
Evrensel,
Birgün,
Yeniçağ,
Özgür Gündem gazeteleri ile
İMC ve Ulusal Kanal televizyonlarını

içeriye almadılar

Ortak özellikleri; çanak tutmamaları kısacası…
Adam gibi gazetecilik yapmaları…
Yalanı, dümeni, avantayı, talanı, yağmayı, entrikayı, tezgâhı, ihaneti Türkiye’ye anlatmaya çalışmaları…
Hadi en azından “Ak Parti” değil “AKP”demeleri diyelim…
Duyarlılık gösteren Yurt Gazetesi ise bu sansüre karşı tepki göstererek götürüp giriş kartlarını iade etti…

*
Daha bu kongreyi medyada çok dinlersiniz… Yalakaya sakız lazımdı…
Benim anladığım tek şey ise: Kendisi Çankaya’daki “Başkan” olmak ve başbakanı kendisi bulup kendisi atamak istiyor
Özeti…
Yani gider gibi yaparken, aslında daha da geliyor… Çok mendil lazım…

(Cumhuriyet, 2.10.12)

Doğu Perinçek : AKP’nin yıkılış kongresi

AKP’nin yıkılış kongresi

AKP Kongresi Barzani için tempo tutuyor: “Türkiye seninle gurur duyuyor!”
Vah benim Türkiye’m, kimler güdüyor se­ni!
Gururunu ezdiren yurdum!
Gururunu çiğneten halkım, vah sana!
Kimin alkışları?

Barzani kim?

ABD ve İsrail’in Ortadoğu’yu bölen han­çeri!
Her şeyini ABD emperyalizmine borçlu. Serveti, Kürt halkına ve ülkesine ihanetin rüş­veti.

Tıpkı Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan gi­bi.

AKP Kongresinde Barzani‘yi hangi güç al­kışlatıyor?

Washington yöneticileri!
AKP Kongresi, ABD emperyalizminin al­kışçısı, olay bu!
Washington Anlaşması’ndan AKP Kongresine
Bu süreç nasıl başladı?

İktisat doktoru Cahit Deniz’in 15 Şubat 2012 günlü mektubunu bugün için saklamı­şım. Şöyle yazıyor!

“Yıl 1998. Rahmetli Dışişleri Bakanı İsmail Cem ile yemekteyiz. Karşılıklı konuşuyoruz. Konu 18 Ağustos 1998 günlü Washington Anlaşması. Ben o yıllarda MGK ve Genel­kurmay’a Bankalar. Yolsuzluk ve Soygunlar konusunda ekonomik araştırma raporlan ha­zırlıyorum. İsmail Cem ile konumuz Washington’da Barzani ve Talabani’nin katılımıyla yapılan zirve. Anlaşma bağlanmış. Taraf olan Türkiye devleti taraf değil, zirveye alınmamış. İsmail Cem yakınıyor. Washington Anlaş­ması‘nın şartları bugünkü Kuzey Irak ve bizim Güneydoğu haritamız.

“1) Harita çizilmiş.
“2) Kuzey Irak’a 90 milyon Dolar maddi destek ve silah yardımı sözü verilmiş.
“3) Türkiye‘de bu haritayla bütünleştirile­cek yerler belirlenmiş.

“Bu anlaşma ve gelişme süreci 45 sayfa­lık bir kitapçık halinde, benim imzamla rah­metli İsmail Cem ‘in Dışişleri Bakanlığı ve Ge­nelkurmay arşivinde yer aldı.”

İşte AKP Kongresi, Türkiye’nin dışlandı­ğı Washington Anlaşması’nı alkışlıyor. Kon­gre, Ankara’da değil, Washington’un kenar mahallesinde!

“Medet ya Barzani!”

Vatan, millet kalmamış bu partide. O ka­dar zavallı ki, Barzani’den medet umar hale düşmüş.
Barzani, AKP’yİ kurtaracak!
Vah zavallı AKP!
AKP Kongresine yansıyan Ortadoğu cep­heleşmesine bakınız:

Bir yanda: ABD+İsrail+Barzani+PKK+Tayyip Erdo­ğan ve Abdullah Gül.

Ortadoğu’nun insanlık cephesinde: Suriye+Irak+İran+Türkiye’nin milli güçleri Rusya+Çin Halk Cumhuriyeti.

Suriye’de yenilenleri, Barzani ve PKK mı kurtaracak?
Onları bozgun bekliyor! Bir yıl önce yaz­dık: Tayyip Esat’ı yıkamaz. Esat’ın direnişi Tay­yip’i yıkacak!
Tantana ve şaşaa neyi örtüyor?
Yıkılan güçler, tantana ve şaşaayla örtmeye çabalarlar kofluklarını.

Gösteriş, bir çırpınma biçimidir!

Bir Sivas ve Erzurum Kongrelerinin tahta sıralarına bakın, bir de AKP Kongresindeki şa­tafata!

Bir İşçi Partisi Kongrelerindeki emek, na­mus ve vatan birikimine bakın, bir de AKP Kongresindeki saltanat düşkünlüğüne.

Savaş millet ile saltanat arasında

Savaş hala millet ile saltanat arasındadır. Cumhuriyet savaşı devam ediyor.

Bu ülkede millet adına konuşamayacak bir parti varsa, o da AKP’dir.

AKP, Tayyip Erdoğan’ın deyişiyle Türki­ye’yi “pazarlayan” partidir. Bu milleti bu ül­keyi sata sata tüketmekte ve bu satışın ko­misyonuyla göbek şişirmektedir.

AKP, bu ülkeyi bölerek yaşayabilir. Bütün varlığını ABD ve İsrail planına teslim etmiştir.

Ya Türkiye bölünecektir, ya da AKP yıkı­lacaktır!

AKP, artık her şeyiyle A’dan Z’ye bu mil­lete, bu vatana, bu Cumhuriyete düşman ko­numdadır.

Yıkıcılar yıkılır

Bozguncu bir partidir AKP.
Yalnız bozar ve yıkar, yapıcı hiçbir yanı yoktur
Eşkıya hükümdar olamaz!
Bozguncu ve yıkıcılar yıkılır.

Bu kongre, AKP’nin yıkılış kongresidir.
Çünkü Türkiye bölünmeyecektir!

PERŞEMBEYE.. Yarından sonra Perşembe günü tekrar bu konuya döneceğiz. Türkiye’yi kim bölüyor ve Türkiye nasıl birleştirilir? Çözüm var!

Doğu Perinçek
Aydınlık, 2.10.12

Barzani sizinle gurur duyuyor

Yılmaz ÖZDİL
Barzani sizinle gurur duyuyor!

Gene böyle bi ekimde… 2007’de.

*
Kuzey Irak’tan sızan teröristler Şırnak’ta pusu kurdu, 13 şehit verdik. Biri, Şanlıurfalı onbaşı Kasım Aksoy’du. Ekmeğini koza’dan çıkarıyor, pamuk toplama işinde ırgatlık yapıyordu. Davul-zurnayla gitti, ağıtla döndü. Cenaze töreni, Türk halkının zihnine mıh gibi çakıldı. Çünkü, iki kızı vardı, iki yaşında Zeliha, çorabı yırtıktı, öbürü üç yaşında Güneş, ayakkabısı bile yoktu, parmakları morarmış, yalınayaktı. Şehitleri adeta kanıksayan Türkiye, bu yavruların fotoğrafıyla, Türkiye’nin utancıyla sarsıldı.

*
Kuzey Irak’a girmek için tezkere çıkaralım mı çıkarmayalım mı, en güzeli ABD’ye soralım filan diye savsaklanırken… Kuzey Irak’tan girip Dağlıca’yı bastılar, 12 şehit daha verdik. Tezkere çıkarıldı.

*
Barzani resmen tehdit etti, “sınırı geçerseniz, savaş anlamına gelir, karşılık veririz” dedi. Başbakanımız esti gürledi, “Barzani haddini aştı, muhatabımız değil, terör örgütüne yataklık yapıyor” dedi. Basınımız ayağa kalktı… Hürriyet gazetesi, Barzani’yle Talabani’nin fotoğrafını koyup “Ortadoğu’nun dansözleri” manşetini attı. Öbür gazetelerimiz “Barzani kin kustu, Barzani kudurdu, küstah Barzani, Barzani kaşınıyor, günah bizden gitti, kukla Barzani” başlıkları attı. Hatta “Borazani” diyen bile oldu.

*
Kuzey Irak’a girdik. Avrupa Birliği’nden Birleşmiş Milletler’e kadar hepsi itiraz etti, hatta Avustralya bile Türkiye’yi kınadı. Harekâtın adı Güneş’ti… Şehit Kasım’ın yalınayak kızı’nın adı verilmişti.

*
27 şehit daha verdik Irak’ta… Biri, Binbaşı Zafer Kılıç’tı. Siirt Tugay Komutanlığı’nın subayıydı. Bordo bereliydi. Judoda, kayakta madalyaları vardı. 18 Mart’ta… Çanakkale Şehitleri Günü’nde dünyaya gelmişti, Ankara Cebeci Şehitliği’nde toprağa verildi.

*
Kuzey Irak öksüzü Güneş’in adı, terörle mücadele tarihine geçerken… Kuzey Irak şehidi Zafer Kılıç’ın adı da, Siirt’te yaşatıldı. Galatasaray ikinci başkanı, işadamı Adnan Öztürk tarafından yaptırılan ve milli eğitim bakanlığı’na bağışlanan, Türkiye’nin ilk spor lisesine, Şehit Zafer Kılıç adı verildi.

*
Şehit Zafer Kılıç Spor Lisesi, yatılı… Bölgede yaşayan, spora yetenekli çocuklar seçiliyor, eğitiliyor. Okulun, tuvaletlerine kadar temizliği, her sabah, binbaşı Zafer Kılıç’ın Siirt Komando Tugayı tarafından yapılıyor. Çocukların tatlıları, pasta-baklava, her öğlen, her akşam, tugaydan geliyor.

*
Bu okulun öğrencileri, voleyboldan basketbola, hentboldan judoya, aklınıza gelen her spor dalında madalya topluyor.
Biri, Evin Demirhan. Hangi branşta milli formayı giyip, Türkiye tarihinde ilk kez Avrupa Şampiyonu ve Dünya Üçüncüsü oldu biliyor musunuz?
Güreş’te!

*
Evet… Şehit Zafer Kılıç Spor Lisesi öğrencisi, dokuz çocuklu bir ailenin kızı, 17 yaşındaki Evin… Kadınların yok sayıldığı ülkemin ata sporunda, eşi benzeri görülmemiş bir başarıya imza attı.

*
Üstelik… Evin’in başarısı, İnan Temelkuran ve Kristen Stevens tarafından “Siirt’in Sırrı” adıyla belgesel haline getirildi. Geçen hafta, Adana Altın Koza Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü aldı. İzleyenleri öylesine etkiledi ki, sırf onun için bi ödül daha yaratıldı ve Evin’e Jüri Özendirme Ödülü verildi.

*
Böylece.
Ekmeğini koza’dan çıkaran onbaşı Kasım’ın, yalınayak kızı Güneş’in, binbaşı Zafer’in Türkiye’yi var etme çabası… Dönüp dolaşıp, bi başka koza’da, Evin’de çiçek açtı.

*
Ve kanla sulanan bu topraklarda, sadece bir evladı yeşertebilmek bile… İşte bu kadar cana, bu kadar acıya, bu kadar seneye mal olurken… “Türkiye seninle gurur duyuyor” tezahüratı yapıldı Barzani’ye!

(Hürriyet, 2.10.12)

Konuk yazar Rıza Güner : BİZİM İVAN DENİSOVİÇLERİMİZ..

BİZİM İVAN DENİSOVİÇLERİMİZ

Rıza GÜNER

Ekim Devrimi dünyanın en büyük devrimlerinden biriydi.. Bu devrime önderlik eden ve Sovyetler Birliği’ni kuran Lenin de çok büyük bir liderdi. Lenin bir suikast sonucu öldürülünce; Sovyetler Birliği, kaba ve despot Stalin’in eline geçmiş ve ona mahkum olmuştu.

Bu mahkumiyet; devrimin büyüklük ideallerine inanmayan, her şeyi kendi kişisel çıkarlarına uyduran kişilere Sovyetler Birliği’ni teslim etmişti. Bu kişiler; parti görevlerini kendileri yapmıyorlar, halka zorla yaptırıyorlardı!.. Askeri görevleri, kendileri yapmıyorlar, halka zorla yaptırıyorlardı… Halka zorla iş yaptırmayı da sosyalizmin ve komünizmin davası haline getiriyorlardı.

Ve bu senelerce sürdü. Hitler, Sovyetler Biriliği’ne saldırdıktan, Doğu Avrupa’yı işgal edip Moskova kapılarına dayandıktan sonra; Sovyet Yöneticilerinin akılları başlarına geldi ve halka iyi davranmaya başladılar… Buna rağmen, evlerinden köylerinden devlet zoruyla aldıkları halkı, yeterli olmayan araç ve gereçle, muazzam Hitler ordularının karşısına diktiler ve yalnızca kahramanlık beklediler. Kuzu kuzu ölüme giden insanların arkasından büyük törenler düzenlediler. Yaralılara; madalyalar, ödüller verdiler, büyük törenler düzenlediler. Korkaklık gösterenlere ise, acımadılar; kurşuna dizdiler ya da büyük cezalar verip Sibirya’ya sürdüler.

İvan Denisoviç, Aleksandr Solzenitsin’e konu olan, böyle askerlerden biriydi.

“Yanlışlıkla düşman bölgesine geçmiş,” birkaç gün sonra; “kendi ayaklarıyla” bölüğüne geri dönmüştü. Ama askerlikte, yanlışlıkla da olsa; düşman bölgesine geçmek ciddi bir suçtu. Dahası askerlikte, “yanlışlıkla” da yoktu. Düşman bölgesine geçmek de, düşman bölgesine, bir kere geçtikten sonra, kendi ayaklarıyla gelip teslim olmak da suçtu. Cezası da; o zamanın Sovyetler Birliği’nde öce on yıl, sonra yirmi beş yıl ağır hapisti.

Evet… Düşman bölgesine geçmek de, düşman bölgesinden kendi ayaklarıyla dönmek de suçtu. Ama bunu er bölük komutanından, bölük komutanı tabur komutanından, tabur komutanı alay komutanından, alay komutanı tugay komutanından öğrenmek zorundadır. Her komutan emrettiği askerleri, ceza kanunun standartlarında eğitmekle, yetiştirmekle; ne düzeyde olduklarını denetlemekle mükelleftir.

Özellikle de, dünyanın en büyük savaşı olan İkinci Dünya Savaşında!.. Bu savaşın en şiddetli olduğu, milyonlarca insanın öldüğü, milyonlarca insanın esir düştüğü Sovyet Cephesi’nde… Komutanlar; erlerden önce, kendilerini sorgulamak zorundaydılar.

İvan Denisoviç gibi askerlerin, suçları ne olursa olsun, yargılanmaları ve cezalandırmaları yanlıştı.

Gene de; esir düşen askerleri, “siz niye ölmediniz?” diye yargılamak, bugüne kadar kimsenin aklına gelmedi. Dünyanın hiçbir yerinde, bu gerekçeyle hiçbir asker yargılanmadı. Hiçbir asker, “Siz niye ölmediniz?” diye suçlanmadı. Ve bu soruyu sorabilecek hiç kimseye devlet ve hükümet yetkisi verilmedi.

Verilmedi, çünkü; büyük savaşlarda; bir “KABUL EDİLEBİLİR SAVAŞ ZAYİATI SINIRI,” bir de; “KABUL EDİLEMEZ SAVAŞ ZAYİATI SINIRI” vardır. Esir düşmek, düşmana teslim olmak, bu sınırlar aşıldıktan sonra; kaçınılmaz da olabilir, normal de sayılabilir.

Dünyanın en büyük savaşlarında, “KABUL EDİLEBİLİR SAVAŞ ZAYİATI SINIRI,” % 30 askerin kaybı anlamına; “KABUL EDİLEMEZ SAVAŞ ZAYİATI SINIRI DA % 50’den FAZLA” askerin kaybı anlamına gelir.

Buna göre; kırk kişilik bir takımda, 14 asker kaybedilmişse (ölmüş ya da görev yapamayacak biçimde yaralanmışsa); KABUL EDİLEBİLİR SAVAŞ ZAYİATI SINIRI aşılmış sayılır. Bu durumda; takım komutanı, geri çekilme emri verebilir…

Kırk kişilik bir takımda, 21 asker kaybedilmişse; KABUL EDİLEMEZ SAVAŞ ZAYİATI SINIRI aşılmış sayılır. Bu durumda, askerlik ve ordudan söz edilemeyeceği için, Takım Komutanı; geri çekilme emri verebilir ya da herkesin başının çaresine bakmasını isteyebilir.

Eğer Komutan; Çanakkale Hattı gibi, Stalingrat Savunması gibi, Büyük Taarruz gibi tarihin bir dönüm noktasında değilse; askerlerinin son neferine kadar ölmesini isteyemez… Kendisi de, canını boş yere tehlikeye atamaz ve atmamalıdır.

Askerlik; “Mecburi Askerlik Kanunu ile askere alınan gençleri, araç-gereçle donatarak, insan ve araçtan oluşan bir savaş makinesi yaratma sanatıdır.” Makine gerektiği gibi çalışmıyorsa; bundan mecburen askere alınan gençler sorumlu tutulamaz, suçlanıp yargılanamaz!..

Kaldı ki; 2. Dünya Savaşı tecrübesini yaşayan Emperyalist Ülkeler, “KÖTÜ ASKER YOKTUR, KÖTÜ KOMUTAN VARDIR!” anlayışını benimsediler ve mecburen askere alınan gençleri suçlamaktan neredeyse bütünüyle vazgeçtiler. Ordunun kusuru, hatası, yanlışı, kabahati, etkisizliği, başarısızlığı ve yenilgisinden erleri-erbaşları değil, emir komuta zincirini sorumlu tuttular. Canlarını kurtarmaktan başka bir şey düşünmeyen askerlere fatura çıkarmadılar; herhangi bir fatura ödetmediler.

Ama Sovyet Generalleri, her suçu gariban askerlerin üstüne atmaya, kendileri dışındaki herkesi “ihanetle, sabotajla, iç düşman olmakla, düşman ajanı olmakla ve akıllarına gelen her şeyle” suçladılar. En ağır cezalara çarptırmakta tereddüt etmediler. Sovyetler Birliği yıkıldığında da; bunu yalnızca seyrettiler.

Kötü asker yoktur, kötü komutan vardır!..” diyen Batılı Emperyalist Ülkeler ise; zafer üstüne zafer kazandılar. Kazandıkları zaferlerle varlıklarını sürdürdüler. Terörist faaliyetleri, isyanları üç-beş günde bastırdılar… Ne bölünmekten korktular, ne ideolojilerden…

Çünkü; askerlikte nasıl, “kötü asker yoktur, kötü komutan yoktur!..” diyorlarsa; sivil hayatta da, “kötü vatandaş yoktur, kötü lider vardır…” diyorlardı. Kötü liderlerin eline, kötü komutanlar gibi hiçbir yetki verilmiyor; onlar da, kötü komutanlar gibi anında tasfiye ediliyorlardı. Yetkiyi kendi ellerine alan, sorumluluğu halka yükleyen kişilerin eline hiçbir şekilde yetki verilmiyordu. Böyle kişileri seçme anlayışı 1870 Paris Komünü, ABD’deki iç savaştan sonra Amerika’da tümüyle terk edilmişti. Devletin yüksek makamlarına, hep layık olanlar seçiliyor; başarısızlığın başladığı yerde görev ve yetki de sona eriyordu.

Türkiye’de ise; İyi’nin Kötü’ye üstünlük sağlaması adet bile olmamış; İyi, Kötü’yle, hatta en kötüyle yarışma mecburiyetinde bırakılmıştı. Bu nedenle, her kavgayı her mücadeleyi kuvvetli olanlar kazanıyor,”hak kuvvetlinin söz kötünün” oluyordu.

“Yeni Bir Millet Yaratma Anlayışı,” her hatanın, her yanlışın, her suçun üstünü örtüyordu. “Türkiye Cumhuriyeti toprakları üstünde doğan herkes; birbirine eşit yurttaştır. Kimsenin kimseye üstünlüğü yoktur; kimse kimsenin üstünde ya da altında değildir;” denilmemişti. Cumhuriyet, Laiklik, Demokrasi; eşit yurttaşlık ilkesi, kesin önyargılarla reddedildikten sonra kabul edilmişti.

Sistemin her hatası, her yanlışı, her suçu, “yeni bir millet yaratıyoruz…” diye savunmakla da kalınmamış; her türlü hata, yanlış ve suç, bu yolla yüceltilmişti. Sivil sistem de askerlik sistemi gibi sorgulanmıyor ve eleştirilmiyordu. Ortaya çıkan sorunlar, bu nedenle çözülemiyor, kördüğüm haline getirilerek ortada kalıyordu.

PKK ve PKK Terörü, bütün sorunlarımız gibi bir kez ortaya çıktıktan sonra çözülemeyen, kördüğüm haline gelen sorunlarımızdandır. Kuşkusuz da en büyüğüdür. Ama bundan kim sorumludur.

Cumhurbaşkanlığı ve Cumhurbaşkanlığı Makamında bulunanlar…
Başbakanlar ve Hükümetler…
Parlamento ve Türkiye’nin resmi politikasına bağlı Siyasal Partiler…
Genelkurmay Başkanları ve Kuvvet Komutanları…
Bölgede görev almış albaydan daha yüksek rütbeli komutanlar…

Aradan geçen yirmi dört yıldan dolayı, Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün vatandaşlarının hiçbir sorumluluğu kalmamıştır. Erden albaya askerlerin de sorumluluğu kalmamıştır. Sorumluluk, artık bütünüyle emredenlerde, bu meseleyi sözde kökten çözmeye kalkışanlarda, bu niyetle yola çıkanlardadır.

Ama İslam Ülkeleri’nin yöneticileri üstlerine sorumluluk almazlar. Emredenler, görev verenler; üstlerine hiçbir başarısızlığın, yetersizliğin ya da yenilginin sorumluluğunu almazlar; sorumluluğu yükleyecek günah keçileri ararlar. Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi, sorumluluk yüklenecek garibanlar aranır ve Dağlıca’da esir düşen askerlere yapıldığı gibi “canlarını kurtarmaktan başka suçu olmayan,” gariban askerlerin yakasına yapışılır..

Ve haklarında müebbete kadar ceza istenir..

Hayır…. Sorumluluk yetki derecesine göre, yukardan aşağıya doğru aranmalıdır. En altta, tabanda bulunanlarda, suç ve kabahat aranmamalı, en büyük yetkili ve emreden olmanın şerefi, her zaman, tabandakileri masum kabul etmek olmalıdır.

Kaldı ki; terörizmle yapılan ‘savaşlarda’ da bir tek asker ölürse; “siz zaten Türkiye Cumhuriyeti’nin vatan toprakları üstündesiniz…. Ölseniz de, kalsanız da, bu topraklar vatan toprakları olarak kalacaktır… Boşuna, canınızı tehlikeye atmayın; nasıl kurtulmanız mümkünse öyle hareket edin,” denilmesi gerekmektedir. Yani terörizmle savaşta; “kabul edilebilir ya da kabul edilemez savaş zayiatı sınırı” yoktur. Askerlerin canı nasıl emniyete alınıyorsa öyle hareket edilir.

Dağlıca’da esir düşen askerlerin yargılanması, dünya hukuk tarihine adaletsizlik örneği olarak geçecek ve Türkiye için bir utanç olacaktır. Terör, her şeyden önce Türkiye Cumhuriyeti topraklarının vatan toprağı olduğunun idrak edilmesiyle çözülecektir. Enver Paşa gibi asker öldürterek çözülmeyecek, aksine böylece dökülen kandan beslenecektir. Vatan toprakları üstünde kardeşçe yaşamayı ve yaşatmayı öğreninceye kadar da sürecektir. İvan Denisoviçler’in yargılanması ve büyük cezalara çarptırılması Sovyetler Birliği’ni kurtaramadı. Romanlaştırılması ise sonu oldu. Sovyetler Birliği’nin, sözde hainlerle, bitmez tükenmez iç düşmanlarla yaptığı mücadele unutulmasın ve herkese örnek olsun… 2010-11-30

Rıza GÜNER, 17-01-2008-Malatya

TERME’de ishal salgını..

Terme’de çarpıcı iddia : Salgının nedeni sel

Sağlık Emekçileri Sendikası (SES) Samsun Şube Başkanı Dr. Murat Arıkan, Terme ilçesinde 3 bin 150 kişinin ishal, mide bulantısı, yüksek ateş yakınmalarıyla hastanelere akın etmesi olayı ile ilgili çarpıcı bir sav ortaya attı. Arıkan, ilçedeki su şebekesinden kaynaklandığı gündeme gelen yakınmaların, geçen aylarda meydana gelen sel felaketi ile ilgili olduğunu öne sürdü. SES şube başkanı Arıkan, Terme ilçesinde normalin üzerinde ishal olgusuna rastlandığını vurgulayarak şunları söyledi:

Sel felaketi yaşanan bölgelerde su ve kanalizasyon altyapısının zarar görmesi ile büyük ishal salgınlarının yaşanabileceği bilinmektedir. Asıl önemli olan, selden sonra gerekli önlemleri almak, içme suları ve çevrenin denetimini yapmaktır. Bu yapılmadığı takdirde salgın hastalıkların görülmesi kaçınılmazdır.

Şu anda Samsun’da olan salgının Shigella nedeniyle meydana geldiği saptanmıştır.

Fakat daha büyük tehlikeler de vardır. Doğal dengenin bozulmasına bağlı olarak ortaya çıkan taşıyıcı nitelikte böcek ve kemirgenler ile en hızlı biçimde mücadele edilmesi gerekir.

Doğal dengenin bozulması bu gölgede kene olgularının artışına neden olabilir.

Yeterli denetim yapılsaydı suların kirli olduğu saptanır ve ishal olguları önlenirdi.” (Cumhuriyet 01.10.2012)

=================================================

Dostlar,

Su altyapısının ne denli önemli olduğu bir kez daha görülüyor.

Güvenli içme-kullanma suyu ile pek çok bulaşıcı hastalık engellenebilir.

Güvenli içme-kullanma suyu ile uygun el yıkama, dizanteri (shigella) dahil birçok bulaşıcı hastalıktan korunmada en etkin yoldur.

Tuvaletten sonra, eve gelince, yemekten ve yatmadan önce ellerimizi uygun biçimde yıkayalım lütfen..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 03.10.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Sağlıkta dönüşüm kara deliğe dönüştü

Umut Oran: Sağlıkta dönüşüm kara deliğe dönüştü

CHP Genel Başkan Yardımcısı Umut Oran, yaptığı yazılı açıklamada, AKP’nin sosyal güvenlik politikasını eleştirerek, sisteminin son on yılda adeta katlanarak büyüyen açığının, bu yılın tümünde 30 milyar lirayı bulmasının beklendiğini belirtti.

AKP’nin ‘sağlıkta dönüşümü’, kara deliğe dönüştü” diyen Oran, bütçenin sosyal güvenlik alarmı verdiğini söyledi.

AKP’nin, bir yandan sağlık hizmetlerinde nimet-külfet dengesini kurmadan doktora ve ilaca ulaşımı kolaylaştırarak oy avcılığı yaparken, aynı zamanda kamu kaynaklarını yandaş sermayenin özel hastane ve ilaç şirketlerine akıttığını dile getiren Oran, AKP’nin sosyal güvenlikteki sorunu hâlâ emeklilik yaşına bağlama eğiliminde olduğunu vurguladı. (Cumhuriyet 01.10.2012)

================================

Dostlar,

Biz ekleyelim..

2012 SGK bütçesi 141 milyar TL.

SGK bütçesinin yarısı, yaklaşık 70 milyar TL genel bütçeden aktarma.

Önceki yıl bütçeden aktarma 5 milyar TL daha az idi.

Öte yandan bütçeden aktarılan 70 milyar TL de, 21 milyar açıkla 351 milyar TL olarak Bütçe Yasası ile bağlanan tutarın 5’te 1’i..

– Bütçesinin 5’te 1’ini sosyal güvenlik kurumuna aktaran,
– açık vererek borçlanan
– ama sözde Genel Sağlık Sigortası yürüttüğünü sanan,
– bu yolla yerli-yabancı-yandaş sermaye ortaklıklarına kamu kaynaklarını pervasızca ve yıllardıe aktarmayı sürdüren başka bir ülke var mı yeryüzünde ??
Ethem Sancak, neden “Tayyip bey idolüm, O’na tapıyorum…” dedi??
– 3 tane ecza deposunun (dikkat ilaç fabrikası değil, yalnızca depocu, toptancı, eczacılara dağıtıcı) birden ülkenin en büyük ilk 50 şirketi içinde yer aldığı bir başka ülke var mı yeryüzünde??
– Üstelik müslümanlığı haşa huzurdan kimselere bırakmadan..

Görülen o ki, ne denli derin soygun, o denli de derin dindar görünmek = din sömürüsü yapmak gerek..

Lanetli denklem bu ne yazık ki..

Sahi, Tanrı dinine neden sahip çıkmıyor??

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 03.10.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

AB’de nükleer santraller alarm veriyor!

Dostlar,

Dün, Prof. Selçuk Erez hocamızın bir “Nükleer Kaza” kurgulu alturka kültürümüzü usta bir alaysılama (ironi) ile işleyen yazısını ve bu yazıya katkımızı sunmuştuk..

Şimdi de AB’de durum ciddi.. Özellikle Fransa.. Ciddi güvenlik boşlukları var ve AB uzman komisyonu özellikle Fransa’yı İVEDİLİKLE güvenlik standartlarını iyileştirmeye çağırıyor..

Ülkemizin durumu ise harap..
Her şey kaza kısmet, Allah’tan geliyor ve kader..
Madencilerimi grizu patlamalarında yanarak “güzel ölüyorlar”..
Ölüm maden işçilerinin kaderinde var.
Askerlik de yan gelip yatma yeri değil..

Ülkemizin Başbakanları, bakanları öyle buyuruyorlar..

Yineleyerek şöyle bağlayalım :

Bu kültür, bu bilim terbiyesi, bu dinci eğitim ile bir ülkede başka ne olabilir ki ?

Türkiye aklını başına almalı.

Türkiye Nükleer Güç Santralı yapımından vazgeçmeli..

Yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmeliyiz.

Enerji tasarrufu ve nüfus planlaması yapmalıyız.

HER AİLEYE 1 ÇOCUK..

gibi önlemler öncelik almalı..

Bu konuda sitemizde daha önce yayımladığımız birkaç yazımız ve kapsamlı bir power point sunumumuz oldu..
Fukuşima ve Çernobil hakkında da dosyalarımız var..

Yaşamda en gerçek yol gösterici akıl ve bilimdir; imam ve hatipler değil!

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 03.10.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

================================================================================

AB’de nükleer santraller alarm veriyor

Japonya’daki nükleer felaketin ardından Avrupa Birliği’nde stres testinden geçirilen nükleer santrallerin tamamına yakınında güvenlik açıkları bulundu.

Brüksel- AB Komisyonu’nun basına sızan raporunda,

“Stres testi sonuçlarına göre
AB’de nükleer santrallerin neredeyse hepsinde güvenliğin iyileştirilmesi gerekiyor.”
denildi.

18 Ekim’de toplanacak AB zirvesine sunulacak rapora göre, 134’ü aktif olmak üzere toplam 145 nükleer santralin bulunduğu AB’de, gerekli güvenlik iyileştirmelerinin maliyeti 25 milyar Avro’yu bulabilir.

Raporda, elektrik ihtiyacının % 80’ini toplam 58 nükleer santralinden sağlayan Fransa, nükleer güvenlikte en kötü durumdaki ülke olarak gösterildi.

AB Komisyonu, Fransa’dan acilen 19 nükleer santralde standartları yükseltmesini istedi.

AB Enerji Komiseri Günther Öttinger, nükleer stres testi raporunun basına sızması üzerine yaptığı açıklamada,

“Avrupa’da her bir nükleer santralde en üst güvenlik standartlarının mevcudiyetini güvence altına almak için çalışmalıyız.” dedi.

Belçika, denetimlerde ortaya çıkan yoğun çatlaklar ve sızıntı tehlikesi nedeniyle 2 nükleer reaktörünü Ağustos ayında belirsiz bir süreliğine kapatmıştı.

(2 Ekim 2012, Cumhuriyet portal)