Günlük arşivler: 25 Eylül 2012

Tunceli’de patlama, 7 can yitiği…

Tunceli’de patlama, 7 can yitiği…
6’sı asker 7 şehit, 1 ağır yaralı

Tunceli kent merkezine bağlı Atatürk Mahallesi’nde meydana gelen saldırıda askeri personel taşıyan sivil plakalı minibüs hedef alındı. PKK’li teröristler, saat 18.00 sıralarında, karayolu kenarına bıraktığı bomba yüklü aracı infilak ettirdi.

6’sı asker 7 şehit, 1 ağır yaralı

Tahrip gücü çok yüksek bombanın patlamasıyla servis minibüsü ile güvenliğini sağlayan zırhlı araç alev aldı. Patlamada, 6 asker ve yolda eşiyle yürüyüş yapan bir kadın şehit oldu. Hayatını kaybeden kadının eşi ise ağır yaralandı.

Operasyon başlatıldı

Saldırının ardından Tunceli-Elazığ karayolu trafiğe kapatıldı, operasyon başlatıldı. Saldırıda şehit olan askerlerin 2’sinin uzman çavuş 4’ünün ise er olduğu öğrenildi.

Ölen sivil kadının kimliği belli oldu

Saldırıda yaşamını yitiren sivil kadının Fadime Acar olduğu belirtildi. Ölen Acar’ın yaralanan eşinin ise Ali Acar olduğu öğrenildi. Yaralı Ali Acar, ambulansla Elazığ Fırat Ünivesitesi Hastanesi’ne sevk edildi. Acar’ın Tunceli Bayındırlık İl Müdürlüğü’nde memur olduğu belirtildi.

Bomba yüklü aracı çalmışlar

PKK’li teröristlerin saldırıda kullanılan bomba yüklü aracı, saldırıdan 6-7 saat önce merkeze bağlı Çiçekli Köyü yakınlarında gasp ettikleri öğrenildi. Aracın Türk Telekom Müdürlüğü’ne ait olduğu belirlendi.

Tunceli Valiliği’nden açıklama

Tunceli Valiliği, patlamaya ilişkin, ”İlgili kurumlar tarafından yapılan kimlik tespit çalışmaları sonucunda, patlamada 2’si uzman çavuş, 4’ü er ve 1’i sivil vatandaş olmak üzere 7 şehit bulunmaktadır” açıklamasında bulundu.

Ormanlık alanda 4 kişi tespit edildi

Saldırının ardından başlatılan operasyonlarda bölgeye yakın ormanlık alanda şüpheli 4 kişi tespit edildi. Şüphelilerin yakalanması için bölgeye jandarma ve polis harekat timleri sevk edildi. Bölgedeki operasyonlar sürüyor.

25 Eylül 2012, Cumhuriyet portalı

SOKRATES ADALETİ

Em. Amiral Türker ERTÜRK

Size bu yazımı “Suriye’de nelere oluyor? Tür­kiye’nin rolü nedir?” konusunda Avrupa Ata­türkçü Düşünce Derneği‘nin planladığı panel­lere katılmak için geldiğim Viyana’dan yazıyo­rum.

Suriye‘de 18 aydır devam eden bu gayri ah­laki savaşın arkasında ABD ve İsrail’in olduğu­nu, AKP yönetiminde Türkiye‘nin bölgesinin ve kendisinin çıkarına olmayan bu savaşta işbirlikçi ve taşeron rolünü üslendiği anlatıyoruz.

Suriye‘ye müdahalenin koşullarını olgun­laştırmak ve bu ülkede beraber yaşamanın şart­larını etnik ve mezhepsel temelde ortadan kal­dırmak için ülkemiz toprakları terör üssü hali­ne getirilmiştir. Bu yapılanlar insanlık suçudur, sorumlularının er veya geç yargılanmasını ge­rektirir.

Panele katılan Türklerin yanıtını en çok me­rak ettiği “Suriye’nin bölünmesinin, Türki­
ye’nin bölünmesine ve bölgenin yangın yerine dönmesine neden olacağı bu kadar açıkken, Türkiye’nin niçin bu savaşta emperyalizmin uşaklığını yaptığı?” konusu olmuştur.

Biz de yanıtlamaya çalışıyoruz; işte bunun için Türk Silahlı Kuvvetleri‘ne operasyonlar yapıl­mış ve bunun için dijital terör unsuru Ergenekon ve Balyoz gibi gayri hukuki davaların alt ya­pısı oluşturulmuştur.

Balyoz Kararınaa şaşırmadım

Balyoz davasının mahkeme kararını burada, Viyana‘da öğrendik. Bu davaları yakından iz­leyen, duruşmalara giden ve başından itibaren bu konulan yer aldığı “büyük resmin” içinde ya­zan ve anlatmaya çalışan bir insan olarak hiç şa­şırmadık.

Bu karara şaşıranlar; Büyük Ortadoğu Projesi‘ni, Türkiye‘nin bu proje içinde biçilen rolünü, bu role uygun dönüştürülme operasyonlarını an­layamayanlar ve algılayamayanlardır.

Türkiye‘de son günlerde terör niçin arttı? Tür­kiye, Suriye ve İran‘a karşı niçin düşmanca tu­tum takındı? Türkiye Kürecik’e İsrail‘i korumak için radar konuşlandırılmasına niçin izin verdi? Türkiye Irak‘ta niçin bölücülük yapıyor ve Maliki‘ye düşman? Türkiye Irak‘ta terör suçundan hüküm giymiş Tarık Haşimi‘yi niçin sakla­makta ve korumakta? AKP Milli Bayramlarımızı niçin yasaklıyor? Yeni anayasa nereden çıktı? Bu eğitim ve öğretim yılında uygulamaya baş­ladığımız “4+4+4″ adı altındaki ortaçağ ka­ranlığının eğitim sistemi nereden çıktı? Soruların yanıtlarını tek tek ararsanız şaşırmaya devam edersiniz.

Balyoz, Türkiye Cumhuriyeti’nin dönüştü­rülmesinin ve Türkiye‘nin Ortadoğu‘da em­peryalizmin taşeronu olarak kullanılabilmesinin önünü açan operasyonlardan biridir. Bunu doğru anlarsanız karardaki hukuksuzluğu ve ada­letsizliği kavramanız kolaylaşır. Bu bir savaştır, savaşta acımak olmaz.

Balyoz Kararı siyasidir ve dava açıldığı gün sonucu belirlenmiştir. Yargılama ise dostlar alışverişte görsün yaklaşımı için yapılmıştır. Sanıklar aley­hine ciddiye alınabilecek tek bir delil yoktur. Hepsi “kes, biç ve yapıştır” türü uydurma diji­tal belgelerdir. İçlerinde ıslak imzalı bir belge bi­le yoktur. Sanıkların lehine olan deliller dosyalardan uçurulmuştur. Duruşmaların Silivri‘de yapılmasının nedeni ise davayı halkın gözünden kaçırmak ve sanık ailelerine eziyet çektirmek içindir.

Hemen tahliye ederdim

Duruşmaların başladığı ilk aylarda ben ka­rarımı vermiştim. Bunu yazdım da! “Eğer yar­gıç olsam veya mahkeme başkanı, bu davayı he­men durdurur, sanıkları hemen tahliye eder, esas bu kumpası düzenleyenlerin bulunup yargılan­ması için geniş kapsamlı soruşturmanın başla­tılması kararını verirdim.”

“Balyoz Darbe Planı” denen şey tümüyle hayal ürünü olup belirlenen hedeflere ulaş­mak ve gerçek niyetleri gizlemek için kurgu­lanmıştır. Bunu anlamamak; ya zeka özürlü ol­mak, ya gafil olmak, ya operasyonun bir par­çası olmak, ya da Türkiye Cumhuriyeti‘nin ku­ruluş felsefesine, Atatürk‘e ve Türk Devrimle­rine düşman olmak kavramı ile açıklanabilir.
Balyoz Darbe Planı’nı kurgulayan, uyduran ve hayal eden irade Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Türk Silahlı Kuvvetleri‘ne karşı darbe yapmış­tır. Esas bu güç darbeden dolayı mutlaka yar­gılanmalıdır.

ABD Başkanı Obama‘yı elinde beyzbol so­pası olduğu halde Erdoğan ile telefonda görü­şürken gösteren ve basına servis edilen fotoğ­rafla verilen mesajın arkası Balyoz kararı ile dol­durulmuştur. Beyzbol sopası Türk Silahlı Kuv­vetleri‘nin kafasına inmiştir. Eğer Türk Silahlı Kuvvetleri AKP hükümetine Suriye veya Orta­doğu‘da ki diğer taşeronluk konularında ayak sürümeye devam ederse kafasına başka darbeler de yiyecektir. Obama‘nın tuttuğu sopa yalnız as­ker için değildir. Eğer Erdoğan kendisine biçi­len rolü oynamakta nazlanırsa bu sopa bu se­fer onun kafasına inecektir.

“Daha hukuki süreç tamamlanmamıştır” söylemi tepkileri azaltmaya ve Türkiye Cumhuriyeti‘ne ve Türk Silahlı Kuvvetleri ne yöne­lik tasfiye operasyonunun salimen nihayetlendirilmesine yöneliktir. Sokrates‘e sunulan ada­lete razı iseniz size sözüm yoktur.

Sevgili okurlar,

MÖ 399 yılında Tanrılara say­gısızlıktan idam cezası alan ünlü filozof Sokra­tes’in masum olduğuna karar verildi. Ama bu beraat karan ceza infaz edildikten tam 2411 yıl sonra Atina‘da kurulan temsili mahkemede bu yıl içinde alındı.

Saygılar sunarım.

İLK KURŞUN, 25.9.12

Adalet perisi.. Kanlı zulmün nağmeli keyif çığlıklarıyla..

Adalet perisi..

Kanlı zulmün nağmeli keyif çığlıklarıyla..

Balyoz Davası kararının açıklanması üzerine, 21.9.12

Derin acıyla..

Ankara Barosu Başkanı : Prof. Dr. Metin Feyzioğlu :

“Bu dava hukuki bir dava değil, siyasi bir davadır.
Aynı Plan semineri, ABD’de de, NATO’da da kezlerce yapılmıştır.
Yaşanan hukuksuzluklar, hukuk devletine ve özgürlüğümüze demokratik yöntemlerle sahip çıkma kararlılığımızı daha da artırmıştır.” (ANKA ve SÖZCÜ Gazetesi)

Sevgi ve saygı ile.
25.9.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

‘Düşman’ Ceza Hukuku..

Dostlar,

Ersan Barkın ile daha hukuk öğrencisi olduğu yıllarda ADD’de Genel Yönetim Kurulu’nda aynı masanın çevresinde yıllarca birlikte çalıştık.

O şimdi genç, yetenekli ve birikimli bir hukukçu..

Bu yazısının yüksek niteliği açık kanıt değil mi?

Daha çok yazabilmesi dileğiyle..

Kalemine ve yüreğine sağlık sevgili kardeşim Ersan..

Sevgi ve saygı ile.
25.9.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

===================================================================

‘Düşman’ Ceza Hukuku

Av. Ersan Barkın
ADD GYK Üyesi
www.add.org.tr, 24.9.12

Türkiye’nin son beş yılı, siyasal yargılamaların en yoğun biçimde yaşandığı, bu yargılamalar yoluyla ülke silahlı gücünün işlemez kılındığı, aydınların önemli bölümünün dayanaksız gözaltılar ve tutuklamalar yoluyla siyasal/bilimsel süreçten dışlandığı bir görünüm arz etmektedir.

Bu sürecin doğrudan yargı eliyle yürütülmesi ve yargılama sürecinde hukukun evrensel ilkeleri göz ardı edilerek toplumun önemli bölümünün ‘düşman’ olarak algılandığı gerçeği, Jacobs’un ‘düşman ceza hukuku’ tanımlamasını hatıra getirmektedir.

Zira Jacobs’un tasnifiyle olağanüstü dönemlerde/savaş koşullarında hukuk iki şeritli bir yola dönüşür. Bir taraf “vatandaşlara” ayrılmışken, diğer taraf “düşmanlara”, sistemin düşman olarak algıladıklarına ayrılmaktadır.

Bu bağlamda ilkesel sapkınlık ve tüm siyasal baskıya karşın, karşıt olduğu konusunda tereddüt olmayan süjeye “kişi” olarak değil ancak “düşman” olarak bakılabilir.

Bu anlayışa göre ceza hukukun temel amacı, yargılamak, isnat edilen temelli ya da temelsiz savlar çerçevesinde göstermelik de olsa bir muhakeme yürütmek değil; düşmanın tehlikeliliğini ortadan kaldırmak ve hatta “ihraç” etmek, hatta “imha” etmektir ki, hukuk bu sürecin aktörü değil, enstrümanıdır.

Cezalandırılmanın öncelenmesi, usulün esasa üstün gelmesi, usul kurallarının düşmanla savaşımın amacına uygun biçimde güvenlik tedbirleri ya da tutukluluk hukuku haline gelmesi, sürecin anahtarları ve aynı zamanda silahlarıdır
.
İşte bu süreçte savunma hakkı bir terör eylemidir, imha edilmesi gereken bir düşmandır. Ergenekon yargılamalarının son oturumunda sanıkların savunma haklarının ellerinden alınması, bu durumun en açık göstergesidir.

Bu sürecin yaşandığı, Tocqueville’nin ifadesiyle çoğunluk diktatörlüğü sistemlerinde yargılamayı etkilemek mesleğinin en önemli gereği olan avukatlara, “adil yargılamayı etkilemek” suçu isnat edilerek, hükümeti yıkmak en meşru siyasal amacı olan siyasal parti temsilcileri de “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini ortadan kaldırmaya veya görevlerini yapmasını kısmen veya tamamen engellemeye teşebbüs” isnadıyla yargılanırlar.

Oysa her iki suç da ceza hukuku açısından işlenemez suçlardır.

Darbe dönemlerinde sıklıkla bu yargılamalarda savunman (müdafi) ya da sanık olarak bulunan, yine rastlantısal olarak bugünkü “demokratik süreçte” de savunma hakkını kullanırken adil yargılamayı etkilemek suçundan hakkında dava açılan Turgut Kazan’ın Erzurum Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki savunmasında ifade ettiği gibi, bu süreci yaşayan savunmanlar (müdafiler) için savunma yaptıkları mahkemelerde sanık sıfatıyla bulunmak değildir utanılacak olan! Ülkelerinin bu bayağılık, pespaye, aşağılık komedyanın sahnesi haline gelmesidir.

Yalnızca Türk siyasal tarihi değil, Dünya tarihi de aslında siyasal davalar tarihinin yörüngesinde ilerler. Bu davalar da neredeyse tümüyle yürütülen savunmalarla anılır, tarihe iz bırakır.

Daha eskilere gitmek olanaklıysa da, Yıldız yargılamalarından başlayarak, Barış davası, Madanoğlu davası, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 yargılamaları / Sıkıyönetim Mahkemesi yargılamaları siyasal tarihin anahtarlarıyla yüklüdür.

Nihayet, 2007’den başlayarak ülke siyasetini tek başına belirleyen, dalga sayıları ve dava adları karmaşası yanında, alışılmışlığın getirdiği ürkütücülükle sıradan biçimde algılanan Ergenekon, Balyoz, Andıç, …davaları.

Bu tür yargılamaları bizim ülkemizde yaşandığı ölçüde kayıtsız biçimde izleyen, hatta yaşanan siyasal, sosyolojik linç ve katil davalarını kimi zaman bir siyasal öç biçiminde algılayan ileri demokrasi ülkesi var mıdır, bilmiyorum. Ama özellikle son siyasal yargılamalarda, siyasal davaların genel karakterinin, DNA’sının da değiştiği netlikle gözlemlenebilmektedir.

Erem’in Jaffe’den aktarmasıyla, iktidarın baskısını artırdığı ve karşıt potansiyeli taşıyan toplumsal kesimlere abandığı dönemlerde, toplum sağlığını siyasal davalardan ayrı tutabilmek görevli süjeler, yargıç, savcı ve avukat, arasında ortak sorumluluktur.

Ancak bu davalarda özellikle avukatın bu sağduyuyu yürütmesi kolay değildir. Bir de, avukatın da profesyonel dürtülerden (saiklerden) öte, vekaletini üstlendiği davanın siyasal neferlerinden olması durumunda, doğrudan avukat tarafından siyasal davalar, siyasal propaganda aracı haline getirilir ki, eleştirilemez.

Ancak bugünkü siyasal davalara baktığımızda genel kuralın aksine davaları siyaset dışı tutmayanlar, hatta siyasal propaganda aracı durumuna getirenler, doğrudan yargıç / savcı örgütüdür. Doğrudan yargıç / savcı örgütü, yaşanan köklü siyasal dönüşüme toplumsal taraftar yaratmaya çabalamaktadır. Yargılamanın tarafı olan savunmanın yarattığı siyasal propaganda ne denli olağansa, yargıç / savcı örgütünün yarattığı siyasal propaganda o ölçüde olağandışıdır ki; bu sürecin aktörleri olan yargılama makamı ancak “mürit” diye tanımlanabilir.

Bugün Türk yargısı, hemen her kademesinde doğrudan müritlerin yürüttüğü bir platformdur.

Siyasal davalarda yargıçların iktidar temsilcisi olarak gözükmesi, avukatı kaçınılmaz olarak bunun karşısında olmaya zorlar. Yürütme organının istihbarat gücünü örtülü / hukuka aykırı biçimde sürdürmeleri, savunmayı zorlayacak doğrudan ya da dolaylı tehditler, savunma sırasında makul karşılanabilecek davranışların davanın kişiselleşmesi ve yargıcın da davanın tarafı halinde gelmesiyle makama hakaret olarak algılanması, avukatların savunma yürüttükleri davalarda sanık konumuna gelmesine yol açar.

Siyasal davalarda, davanın tarafı olmaktan kurtulabilen ve yasallık (kanunilik) kurallarına saygı gösteren devlet, kendi, hatta temsil ettiği ulusun onur duygusunu ve ulaştığı uygarlık derecesini kanıtlamış olur.

Aksi, ulusal onuru yerle bir ettiği gibi çoğu zaman siyasal davalardan medet umanların bir süre sonra, davanın bumeranga dönüşmesine ve iktidarın yarattığı Frankeştayn’ın hedefi haline gelmesine yol açar.

Yarattığı siyasal gerilim nedeniyle yargılamanın ya da siyasal çatışmanın tarafı olmayan toplumun derin sarsıntılar yaşamasına, ikiye bölünmesine yol açar ki, bu sistemler sürekli bir siyasal nefret sahnesi haline gelirler ve o sistemlerde insan yığınının ulus olarak tanımlanması olanaksızdır. Türkiye bugün tam da bu cenderenin içindedir, tarihte hiç olmadığı kadar hem de.

Bu tür yargılamalar siyasal tarih boyunca hatırlanır ancak Dreyfus, Zola, Sokrates, Bruno hatta savcı Danilo Anderson, Savcı Doğan Öz toplumsal aydınlanmanın kahramanları olurlarken, yargılayanlar faşizmin aktörleri olarak ellerindeki kanla hatırlanır. Yazık ki, bugün bu ülkede “kan”, siyaseti yönlendirenlerin ve yağdanlıklarının suratlarına dek sıçramıştır.

Ergenekon yargılamaları, dayanakları, dayanaksızlığı, hukuksuzluğuyla türlü biçimlerde anlatılabilir.

Ancak davanın ardındaki siyasal amaç değerlendirilerek irdelenmeye çalışıldığında, ortak demokratik cephenin ana ögelerinin birbirine kırdırılması çabası ilk göze çarpan niteliklerdir.

Sürecin etkin siyasal aktörlerinin, karşıtlarının oyun dışında tutulması, kalanlarının tan ağarırken çalan zille uyanma korkusunun bilinçatına işlenmesiyle etkisizleştirilmesi yanında; ilk kez “ağabeyime söylersem seni fena yapar!” söyleminden ve temelsiz inancından kurtularak kendi ayakları üzerinde yükselen bir hareketin yarılmasına yol açmıştır, başarılıdır.

Ergenekon davası, ortak demokratik cephenin mücadele arkadaşlarının müşteki/müdahil-sanık biçimde karşı karşıya getirildiği, bu yönde tahrik edildiği bir davadır.

Siyasal davaların tipik özellikleridir; ortada yargılanır görünen birileri vardır ancak sürecin asıl ögeleri gerçek biçimde yargılanamaz, kimi zaman sahnede ufak bir mağdur rolü verilse de işin sonunda mutlaka payelendirilir, ‘gizli tanık’lık gibi ‘apoletlerle’ adam kılığında dolaşırlar..

Aynı kazanda kaynıyoruz. Yaz sıcağında serinlemek için bile kazan suya balıklama atlayan kurbağacıklar, artık kaynayan suyun yarattığı Karacabey Hamamı gevşekliğiyle, olan bitenin farkında olabilecek durumda değiller, namlu artık kendilerine de yönelmiş olmasına karşın.

Bu süreci tersine çevirebilmek Kemalistlerin önce kendilerini sorgulayarak, tarihte en mağrur/egemen gösterildiği dönemlerde dahi örselenerek, ezilerek, öldürülerek kabullendirildiği ezberinden arınmakla olanaklıdır.

Baskı, siyasallaştırır. Bugün Türkiye’nin en politika dışı kitlesi Atatürkçülerdir.

Çünkü yaşadığını düşündüğü “rejim” tüm siyasal gücünden arındırılmış, yozlaştırılmıştır (karaktersizleştirilmiştir).

Buna Atatürk Türkiye’si değil, Uzaylı Zekiye Türkiye’si denebilir ancak.

Süreç, kaçınılmaz olarak, Kemalistleri de politikleştirecektir, sivriltecektir.

Balbay ile cezaevinin nemini böbreklerimizde hissedeceğiz, Perinçek yerine dizlerimiz sızlayacak, Özkan’ın kızına baba olacağız..

Belki Mustafa Kemal’in siyasal cevherini öylece anlayabileceğiz, ilk kez.

O zaman, kazanacağız.

=============================================

Yılmaz Özdil : Baba Yarısı

Yılmaz Özdil

Baba yarısı…

Şunlara 20 sene Bunlara 18 sene Gerisine 16 sene filan.

330 kişiye ceza verildi deniyor.

Yanlış.

330 kişiye ceza verilmedi.
Ne kadar evlatları varsa…
Ne kadar torunları varsa…
330 aileye ceza verildi.

Çünkü…
Baba’lıktan men edildiler.
Evet, doğru okudunuz.
Baba’lıktan men edildiler.
Mahkeme kararıyla…
Baba sıfatları ellerinden alındı.

Bu senin kızın değil artık.
Bu da senin oğlun değil.
Hukuken…
Üzerlerinde hak iddia edemezsin.
Veli’si bile olamazsın.

Ahkâm kesenlerin haritadaki yerini gösteremeyeceği ücra adreslerde bizzat yaşamaktır, asker çocuğu olmak… Zorunlu göç’tür. Pılını pırtını toplayıp Hakkâri’ye, bavulunu toplayıp Erzincan’a, kolileri toplayıp Sivas’a taşınmak, bazen sahil’den dağ’a, bazen pırıl pırıl güneş’ten iki metre kar’a savrulmaktır. Her soluduğun şehirden, her dolaştığın mahalleden, her tanıdığın arkadaştan mecburen ayrılmak, her ayrıldığın yere ruhundan bir parça bırakıp, hatıraları yarım yamalak, çocuk yaşta hüzün biriktirmektir. Üniversiteye kadar en az sekiz okul değiştirmek, tam bulmuşken kaybetmek, ilkokulda âşık olduğun komşunun oğluna allahaısmarladık bile diyememek, ortaokulda elini tuttuğun kızı, gözyaşlarıyla geride bırakmaktır. Herkesin birbirini tanıdığı sınıflara, kelaynak gibi girmek, bi merhaba alana kadar çırpınmak, arkadaşlıklara her sene başında sıfırdan başlamaktır. Bi türlü ait olamamak, her gittiğin yerde geldiğin yerle çağırılmak, İzmir’de Malatyalı çocuk, Kars’ta Muğlalı çocuk, Diyarbakır’da Balıkesirli çocuk olmaktır. Vatan-millet aşkıyla, kurallara uyan yurttaş bilinciyle büyütülmek, baban emekli olana kadar, demirbaş badanaya zarar vermemek için, duvarına tuttuğun takımın posterini bile yapıştıramamaktır. Sen uyu demelerine rağmen, gece yarısı kör karanlıkta kalkıp, operasyona uğurlamak, annenin koynuna kıvrılıp, sağ salim dönsün diye, sabaha kadar dua etmektir. Lojmanda meşe oynadığın Hakan’ın babası üsteğmen Tarık ağabey şehit düştüğünde, saklambaç oynadığın Ceyda’nın pilot yüzbaşı babası Birol ağabey çakıldığında, bi yandan ağlayıp, bi yandan kendini şanslı hissettiğine utanmak, üniformasıyla, heykel gibi sessiz sedasız oturan babana sarılamamaktır.

Ve, şimdi diyorlar ki onlara…
Bu artık senin baban değil.
Hukuken yasakladık.
Veli’n bile olamaz.

Bence, hemen notere gitsinler, kasaptaki ete soğan doğramayan amca’larını vasi tayin etsinler.

Böylece, kardeşlerine şahit olmayıp, yeğenlerine kefil olan amca’ya ilk kez şahit olmuş olur Türkiye.

Eğitim Öğretim Nereye?

Prof. Dr. Süleyman Çelik
Samsun Akademik Elemanlar Derneği Ynt. Krl. Adına, Başkan
22 Eylül 2012

Eğitim Öğretim Nereye?

İlköğretimden yükseköğretime, tüm eğitim kurumlarımızda 2012-2013 eğitim-öğretim yılı başladı. Klasikleşmiş söylem, “yeni eğitim-öğretim yılının öğrencilerimize, eğitimcilerimize, ülkemize, ulusumuza ve insanlığa hayırlı olmasını” dilemektir. Ancak ne yazık ki, eğitim sistemimizde yapılan köklü değişiklikler nedeniyle, bu yıla buruk başlıyoruz.

2012-2013 Eğitim-Öğretim yılının başında, Samsun’dan baktığımızda eğitim sistemimiz ve dolayısıyla ülkemizin geleceği nasıl görülmektedir?

Eğitim-öğretimde bugünkü duruma gelen yol, aslında 12 Eylül Askeri Darbesiyle 1980’lerde açılmıştır. 1982’de YÖK’ün kurulmasıyla plan uygulanmaya başlamıştır. Çağdaş/Atatürkçü öğretim üyeleri uzaklaştırılmış, üniversiteler dinci/Türk-İslam sentezcilere teslim edilmiştir. Yeni kurulan üniversitelere öğretim üyesi yetiştirmek amacıyla yurtdışına doktora yapmak üzere gönderilen öğrenciler, YÖK tarafından, genelde dinciler arasından seçilmiştir. TÜBİTAK, YÖK, ÖSYM, Üniversitelerarası Kurul ve TÜBA’da gerçekleşen son yönetim değişiklikleriyle kadrolaşma ve dönüşüm artık tamamlanma aşamasına gelmiştir.

2008’den sonra atanan rektörler, yardımcı doçent atamalarında bilimsel yeterliliği değil, ideolojik yandaşlığı esas almışlardır. Çok daha fazla bilimsel yayını ve akademik puanı olan adaylar, fakülte yönetim kurullarınca önerilmiş olsalar bile rektörlerce atanmamışlardır.

Son yıllarda çağdaş/Atatürkçü profesörlere doçentlik jürilerinde yer verilmediği görülmektedir. Bu şekilde doçentlik sınavları şaibeli hale gelmektedir. Profesörlüğe yükselme jürilerini rektörler, zaten keyfi olarak belirlemektedirler. Bu koşullara karşın doçent olabilmiş çağdaş bilim insanları, bırakınız profesörlüğe yükselmeyi, doçent kadrosuna bile atanmamaktadırlar. ÖSYM’de son yıllarda yaşanan kopya, şifreleme ve bilgi sızdırma gibi skandallar, kadrolaşmanın üniversitelere girişe kadar inmeye başladığını düşündürmektedir.

Aklı ve bilimsel düşünceyi savunan çağdaş/Atatürkçü öğretim üyeleri, kadro verilmeyerek ve hukuk dışı soruşturmalarla sürekli taciz edilip bezdiri (mobbing) uygulanarak üniversitelerden ayrılmaya zorlanmaktadırlar. Ne yazık ki son günlerde mahkemelerin de bu tür hukuksuzlukları destekledikleri, hatta mağdurları cezalandırdıkları görülmektedir. Ondokuz Mayıs Üniversitesi’nden Prof. Dr. İsmet Şenel, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi’nden Prof. Dr. Sevinç Özer ve Ege Üniversitesi’nden Prof. Dr. Esat Rennan Pekünlü bu konuda herkesin bildiği örneklerdir.

Üniversitelerde felsefe, sosyoloji, psikoloji, tarih ve hatta hukuk gibi sosyal bilim dalları, ilahiyatçı öğretim üyeleriyle doldurulmaktadır. Kaldı ki yukarıda söz ettiğimiz, 12 Eylül’den sonra uygulanmaya başlanan plana göre yetiştirilen, ilahiyat dışındaki bilim dallarına mensup öğretim üyeleri de aynı ideolojik kalıba göre eğitildikleri için tüm üniversitelerin ilahiyatlaştırılması söz konusudur. Nitekim son yıllarda, “bilimin akılla değil, vahiyle yapılabileceğini” ya da “bilimin Allah’tan kaynaklanıp insana yönlendirildiğini” öne süren fenciler, “hastalığı veren de, iyileştiren de Allah’tır. Biz sadece aracıyız” diyen sağlıkçılar çoğalmıştır. Fakat “bu vahiylerin neden hep Müslüman olmayanlara geldiğini” ya da “Allah’tan kaynaklanan bilimin neden Müslümanlara yönlendirilmediğini” kimse sorgulamamaktadır.

Bu gelişmeler sonucu, üniversitelerimizde aklı ve bilimi savunmak artık suç olmuştur. Örneğin, Evrim Kuramından söz ettiği için Prof. Dr. Sevinç özer hakkında, Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi Rektörlüğünce soruşturma açılmıştır. Buna karşılık dogmalar üzerinde akıl dışı bilimsel(!) toplantılar yapılabilmektedir. Örneğin, daha yenilerde Marmara Üniversitesi’nde yapılan “İslami Bisiklet” çalıştayı, üniversitelerimizin geldiği yeri göstermesi bakımından ibret vericidir. Yakında cinlerin, meleklerin cinsiyeti tartışılmaya başlanacaktır.

Bilim karşıtlığının bir diğer göstergesi fen fakültelerinin durumudur. YÖK’ün aldığı kararlar nedeniyle fen fakülteleri sürekli kan kaybetmektedirler. Öğrenciler artık fen fakültelerini tercih etmemektedirler. Yaptığı araştırmalar ve yayınlar bakımından Türkiye birincisi olan Ondokuz Mayıs Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümüne, bu yıl YÖK tarafından kontenjan verilmemiştir. Fen, bilim demektir. Batı’da fen fakültelerinin adı, bilim fakültesi (faculty of science)’dır. Fen bilimleri, bilimlerin temelidir. Fen bilimlerinin gelişmediği ülkelerde tıp, mühendislik gibi uygulamalı bilimler de gelişmez. Böyle ülkeler teknoloji üretemezler. Ancak gelişmiş ülkelerin teknoloji çöplüğü olurlar.

İlk ve ortaöğretim eğitim sisteminde bu yıl köklü değişiklikler yapılmıştır. Medyamızda aylardır bu değişiklikler tartışılmaktadır. Değişikliklere karşı olanlar tarafından, “Atatürkçü eğitim sisteminden uzaklaşıldığı”, “eğitimde Cumhuriyet öncesine ya da Osmanlı dönemine dönüldüğü” gibi iddialar öne sürülmektedir. Bunlar yanlış söylemlerdir.

Atatürk, yeni bir eğitim sistemi icat etmemiştir. Uygarlık tarihinin yarattığı son sistem olan “akılcı/bilimsel” eğitim sistemini, ülkemizin koşullarına uyarlayarak uygulamaya koymuştur. Avrupa bu aşamaya, Rönesans-Reform-Aydınlanma Devrimi sonucu, Ortaçağın dogmatik/dinsel eğitim sistemini yıkarak gelmiştir. Bu bakımdan son değişiklikle Atatürkçü eğitim sisteminden değil, akılcı/bilimsel eğitim sisteminden uzaklaşılmış, dogmatik/dinsel eğitim sistemi uygulamaya konmuştur. Başka bir deyişle eğitim sistemi ortaçağlaştırılmıştır.

Eğitimde Cumhuriyet öncesine ya da Osmanlı dönemine dönüldüğü iddiası da Osmanlı’ya haksızlıktır. Çeşme Deniz Savaşında donanması Rus donanması tarafından yok edilen Osmanlı, bilgili deniz subayları yetiştirmek üzere, 1773’de Mühendishane-i Bahri Hümayunu, bugünkü adıyla Deniz Harp Okulunu kurmuştur. Bunu, bugünkü Kara Harp Okulu olan, Mühendishane-i Berri Hümayunun kurulması izlemiştir. Ardından ilk ve orta dereceli okullar ile tıp, hukuk gibi yüksekokullar açılmaya başlanmıştır. Bu okullarda, medreselerdeki gibi dogmatik/dinsel değil, laik/bilimsel eğitim yapılmaktaydı. Bu nedenle “din elden gidiyor” diyen gericiler, Kabakçı Mustafa’nın başkanlığında isyan ederek 3.Selimi öldürmüşlerdir. Bu okullarda din eğitimi verilmediği için kâfir yetiştirildiğini öne süren Said-i Nursi, Abdülhamit’in huzuruna kadar çıkarak okullara din dersleri konulmasını istemiştir. Abdülhamit, “bu adam deli” demiş ve tımarhaneye atılmasını buyurmuştur. Bunun üzerine Said-i Nursi Toptaşı Akıl Hastanesine atılmıştır. Bu bakımdan, eğitimde Cumhuriyet öncesine değil de, 1773 öncesine dönüldü demek, daha doğrudur.

Akılcı/bilimsel eğitim sistemi, aklına güvenen, analitik düşünen ve kendi başına karar verebilen özgür birey/yurttaş yetiştirir. Bu şekilde eğitilen insanlar aldatılamaz. Buna karşılık dogmatik/dinsel eğitim sisteminde doğası gereği kuşkuya, sorgulamaya, eleştiriye, neden-sonuç ilişkisi kurmaya, analitik düşünceye yer yoktur. Bu sistem kendi aklına güvenemeyen, dolayısıyla kendi kararını veremeyen ve onun bunun peşinden giden, mürit/kul/köle yetiştirir. Bu şekilde eğitilmiş insanlar, okur-yazar olmayan cahillerden daha da tehlikelidir. Cahil insan, bazen aldatılabilse de sonunda, sağduyusuyla çıkış yolu bulabilir. Özellikle genlerinde binlerce yıllık uygarlık birikimi taşıyan, bağrından Yunus gibi, Veysel gibi okur-yazar olmayan bilge insanlar/ filozoflar çıkarmış Türk halkı, her zaman sağduyusuyla doğru yolu bulmuştur. %93’ü cahil olan bu insanlar, yedi düvele karşı ilk ulusal kurtuluş savaşını kazanmıştır. Buna karşılık aklını ipotek ettirmiş insanların, düşünme, algılama, karar verme yetileri körelmiş olduğu için kolaylıkla kullanılabilirler. Bu nedenle bu sistem insanları (ve ülkeleri) sömürmek isteyenlerin tercih ettiği bir sistemdir.

Said-i Nursi’nin Abdülhamit’e kabul ettiremediğini, 1948’de yapılan Marshall yardımı anlaşmasıyla ABD Türkiye Cumhuriyeti’ne kabul ettirmiş ve 1949’da ilkokullara din dersleri konulmuş, imam-hatip okulları açılmıştır. Kırılma burada başlamıştır. Üniversitelerin bugün geldiği durumun başlangıcı olduğunu söylediğim 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi de, bilindiği gibi bir ABD projesidir. ABD, Müslümanlığı çok takdir ettiği ve Türk halkını çok sevdiği için mi Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklikten vazgeçerek ılımlı İslam devleti olmasını istemektedir? Bunu sorgulayabilmek ve doğru yanıtını bulabilmek için akılcı/bilimsel eğitim almış olmak gerekir.

Sonuç olarak ilköğretimden üniversiteye kadar, uygulamaya konulan bugünkü eğitim sistemini, ülkemizin geleceği açısından çok sakıncalı bulduğumuzu bildirmek isteriz. Ancak, kitle iletişim araçlarının aşırı uyutma girişimlerine, Amerikan tarzı uyuşturucu reklamlara ve dağıtılan sadakalara rağmen engin sağduyusuyla ulusumuzun bu gidişi önleyeceğine inanıyoruz.

===========================================

Teşekkürler değerli meslektaşım Prof. Dr. Süleyman Çelik..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 25.9.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Emekli Albayın çığlığı : FERYAD-I VATAN..

FERYAD-I VATAN

SEN İBRAHİM PAŞAM, HATIRLARMISIN KANAT ALTINDA ONSEKİZ SAAT NÖBET TUTARKEN; “BEN DEĞİL, VATAN KANADIMIN ALTINDA” DEMİŞTİN. TER’LE, KAN’LA YOĞURDUĞUN ÖMRÜNÜ YERLE GÖK ARASINA SIĞDIRMIŞTIN. BAK ŞİMDİ NEREDESİN?

YA SEN BALANLI, YANIMA GELDİĞİNDE FİDAN GİBİ BİR TEĞMENDİN, BİR GECE YARISI ÇANAKKALE ÜZERİNDE,
ALTIMIZ NERESİ DİYE SORDUĞUMDA; “VATAN” DEMİŞTİN. VATAN O VATAN İSE, ŞİMDİ SEN NEREDESİN ?

YA DİĞERLERİ… HİÇ AKLINIZDAN GEÇER MİYDİ DUVARLARIN ARDINDA BEDEL ÖDEMEK.. ZORDUR VATANI SEVMEK, BEDELİ VAR.

YA SİZ, KASAPTAKİ ETE SOĞAN DOĞRAYANLAR, BU MUDUR AHDE VEFA, İZİMİZ ATA’NIN İZİYDİ, SEN KİMİN İZİNDESİN?.

YA SEN, TERAZİSİ VİCDANINDA MEDFUN ADALET, HANGİ MÜLKÜN TEMELİNDESİN ?

YA SEN, TEVEKKÜLÜ, İZHAR-I İBADET SAYAN AZİZ VE NECİP MİLLETİM, BU MUDUR VATANA HİZMETİN BEDELİ, KORKMAZ MISIN İLAHİ ADALETİNDEN ÇALABIN? YOK MUDUR NAZARINDA ASIMIN, BEŞİKTAŞ FENERBAHÇE KADAR DEĞERİ?

ATAM, KALK DA BAK ESERİNE VE OKU BİR FATİHA YAŞAYAN ŞEHİTLERİNE. AĞLA BATUR AĞLA Kİ, VATAN PARE PARE,
ADALET HAK-İ ZEMİN.

ZÜBEYİR BATUR
EM. HAVA PİLOT ALBAY

Askerimize / Askerine selam duran simitçi çocuk..

Dostlar,

Eğitim sistemimiz böyleydi..

İnsanımıza ulusal değerleri kazandırıyordu iyi kötü.

Ama “Milli Görüş gömleğini çıkarttıklarını” övünçle söyleyen Erbakan’ın talebeleri,

eğitim sistemimizi “Milli” olmaktan çıkarttıkları gibi, “Düşişleri” (Dışişleri değil!) Bakanı Davutoğlu ağzıyla da ulusalcılıkla savaş başlattı..

Yapılanlar hep emperyalistlerin işine yarayacak ve onların arzuladıkları şeyler.

Bu durumda bunları yapanlara hangi sıfat yakışır??

Söylesek suç olur mu??

Selam sana, askerine selam duran simitçi çocuk!

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 25.9.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net