Günlük arşivler: 24 Eylül 2012

Misak-ı Milli Kutsalımızdır, Tabudur, Dokundurtmayız

Dostlar,

Misak-ı Milli; adı üstünde Ulusal Andımızdır, milli yeminimizdir..

Misak-ı Milli Erzurum, Sivas Kongrelerinin kararıdır.

Misak-ı Milli Lozan’da onaylatılmıştır Batı emperyalizmine..

Misak-ı Milli’nin dönüşü yoktur tabudur; dokunulmazdır..

Misakı Milli kutsalımızdır..

Misakı Milli’den tek bir çakıl taşı bile koparılamaz..

Ülkemiz ve ulusumuz bölünmez bir bütündür..

Böl – dür – me- ye- ce- ğiz!

Bin kez daha duyurulur..

Sevgi ve saygı ile.
24.9.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Çetin Doğan’ın Harvard’lı damadı Prof. Rodrik’ten Washington Post’ta Balyoz makalesi

Dostlar,

Em. Org. Çetin Doğan paşamız maalesef Balyoz Davası’nda 20 yıl hapis cezası aldı.

Damadı, Harvard’da İktisat (Ekonomi) Profesörü Dani Rodrik, kararın açıklandığını izleyen gün (22.9.12)
ABD’nin en önemli gazetelerinden biri olan The Washington Post‘ta konuya ilişkin dramatik bir makale yayımladı.

Yazının başlığı da çok çarpıcı : Turkey’s miscarriage of justice

Türkiye’de Adaletin Ölümü / Sonu.. diye Türkçeleştirebiliriz.

“Miscarriage” sözcüğü tıpta “düşük”, “gebeliğin düşükle sonlanması” anlamındadır.
Dolayısıyla, büyük umutlarla bebek bekleyen aile, bu muradına eremeden, gebelik ürünü düşmekte, telef olmakta, ölmekte ve büyük umutlar boşa çıkmaktadır.. Böylesi bir etimolojik kökeni ve anlam yükü vardır. Hüsrandır, acıdır, elemdir, düş kırıklığıdır… derinlemesine duyumsananlar..

Usta ve duyarlı kalemi için, sorunu dünya kamuoyuna taşıdığı için Prof. Rodrik kardeşimize (damadımıza!) teşekkür ederiz.

Sahi; AB’nin – ABD’nin insan hakları ve demokrasi kurumları ve şampiyonları neredeler?
Yerin dibindeler mi??

Sevgi ve saygı ile.
24.9.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

========================================================================

Prof. Dr. Dani Rodrik, Harvard’lı ekonomi hocası, E. Org. Çetin Doğan’ın Yahudi asıllı damadı..

Prof. Dani Rodrik

Turkey’s miscarriage of justice

By Dani Rodrik, Published: FRIDAY, SEPTEMBER 21, 7:32 PM ET

After a patently sham trial, a Turkish court on Friday handed down lengthy jail sentences to more than 300 military officers convicted of planning a coup, code-named Sledgehammer, in 2003.

Turkey’s courts have been working overtime to throw government opponents of all political stripes behind bars. Since 2007, the government has run a series of trials against an alleged ultra-nationalist terrorist organization called Ergenekon, charging lawyers, politicians, academics, journalists and military officers with plotting to overthrow the government. In separate cases, thousands of Kurdish politicians and activists are on trial — nearly 1,000 among them detained — for alleged links with terrorist activities. Turkey holds more journalists in jail than China and Iran combined.

In terms of sheer drama, few match the Sledgehammer case. In a trial that began in 2010, 365 serving and retired high-ranking military officials — including my father-in-law, Çetin Dogan — and two civilians are charged with planning the coup. Prosecutors allege that the plotters planned to bomb mosques, down a Turkish fighter jet in a false-flag operation, take over hospitals and pharmacies, close nongovernmental organizations, arrest journalists and politicians, and ultimately appoint a handpicked cabinet.

Yet the “incriminating documents” the court relied on to issue Thursday’s verdict were forged and have been used to frame the defendants. American, German and Turkish forensic analysts hired by the defense have independently confirmed the forgery.

The prosecution asserted that the coup was planned in 2003, citing unsigned documents on compact discs it claims were produced by the defendants at the time. However, even though the last-saved dates on these documents appear as 2002-2003, they were found to contain references to fonts and other attributes that were first introduced with Microsoft Office 2007. Hence the documents could not have been created before mid-2006, when the software was released. The handwriting on the CDs was similarly found to be forged. In addition, many defendants have proved that they were outside Turkey or hundreds of miles away from work at the time they are alleged to have prepared these documents or attended coup-planning meetings. The documents also contain countless anachronisms, such as names of organizations and places that didn’t yet exist in 2003 or were changed after that time.

All this evidence leaves room for only one conclusion:

The alleged coup plot is fabricated.

This conclusion has long been obvious to the Turkish military. In response to the mass arrest of their colleagues, the chief of Turkey’s armed forces and the heads of Turkey’s army, navy and air force resigned together on one symbolic day last summer. The case is widely seen as the means by which Prime Minister Recep Tayyip Erdogan has decapitated the military, a powerful institution that has long opposed Islamist forces in Turkish society.

Most alarming is the Turkish court’s evident complicity with the forgery. In violation of both Turkish and international law, the court rejected all defense requests for independent authentication of the evidence, ignoring the numerous anachronisms and other indications of forgery. It refused to allow the defense to call key witnesses, including the former commander of the land forces whom the prosecution credited with preventing the coup even though he has publicly denied any knowledge of it. It violated attorney-client confidentiality by installing microphones on courtroom ceilings. Of the 365 defendants, 250 were held in prison; most have been jailed since the trial started 20 months ago.

Beyond preventing defendants from establishing their innocence, the judges have lodged criminal complaints against defendants and their lawyers for statements they made during trial that the judges disliked, leading to additional indictments against several. The wives of two defendants have been indicted for a peaceful demonstration outside the prison compound where the trial has been held. And the Turkish government has publicly acknowledged its real motives by forcing 34 defendants to retire from the military before the judges reached a verdict.

Outraged at these abuses, family members of the defendants have filed a petition with the U.N. Working Group on Arbitrary Detention, seeking a declaration that the 250 imprisoned defendants have been detained in violation of international law. Given the weight of the evidence, I believe the working group, composed of experts in international law, will conclude that the defendants have been detained illegally and will call for their release. As redress doesn’t seem possible in Turkey, the working group could provide the independent and impartial review that is urgently needed.

I hope that the world will more closely focus on the gross miscarriage of justice taking place in Turkey. While Turkey touts itself as a leader of democratic freedoms in the Middle East, its actions in this and similar cases indicate otherwise. Let us hope that shining a light on these flagrant manipulations will hasten the day that the rule of law becomes more firmly established in Turkey.

http://m.washingtonpost.com/opinions/turkeys-miscarriage-of-justice/2012/09/21/e2125276-033d-11e2-8102-ebee9c66e190_story.html

Attila İlhan’dan : 3. Şahsın Şiiri; Felaketim olurdu, ağlardım..

Dostlar,

Bir Attila İlhan klasiği paylaşalım..

3. Şahsın Şiiri; Felaketim olurdu, ağlardım..

Tek bir sözcüğüne, hatta hecesine, virgülüne dokunabilir misiniz?

Pare, pare yüreğin kuytularından adeta pare pare şiir sökülüyor değil mi??

Ve birçoğumuza da ustalıkla tercüman oluyor değil mi??

Attila İlhan usta, minnet ve şükranla bu aracılığınız için..

Sevgi ve saygı ile.
24.9.12, Ankara

Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

====================================================

FELAKETİM OLURDU, AĞLARDIM..

Gözlerin gözlerime değince
Felaketim olurdu, ağlardım
Beni sevmiyordun, bilirdim
Bir sevdiğin vardı, duyardım
Çöp gibi bir oğlan, ipince
Hayırsızın biriydi fikrimce
Ne vakit karşımda görsem
Öldüreceğimden korkardım
Felaketim olurdu, ağlardım

Ne vakit Maçka’dan geçsem
Limanda hep gemiler olurdu
Ağaçlar kuş gibi gülerdi
Sessizce bir cigara yakardım
Parmaklarımın ucunu yakardım
Kirpiklerini eğerdin, bakardın
Üşürdüm, içim ürperirdi
Felaketim olurdu, ağlardım

Akşamlar bir roman gibi biterdi
İzabel kan içinde yatardı
Limandan bir gemi giderdi
Sen kalkıp ona giderdin
Benzin mum gibi giderdin
Sabaha kadar kalırdın
Hayırsızın biriydi fikrimce
Güldü mü cenazeye benzerdi
Hele seni kollarına aldı mı
Felaketim olurdu, ağlardım

ATTİLA İLHAN

TTB ve ATO’dan KKKA’nden Ölen Dr.Mustafa Bilgiç Hakkında Ortak Basın Açıklaması

Dostlar,

“Dr. Mustafa Bilgiç, hastasından bulaşan KKKA yüzünden öldü!”

başlıklı yazımızı dün sitemizde yayımladık.
(http://ahmetsaltik.net/dr-mustafa-bilgic-hastasindan-bulasan-kkka-yuzunden-oldu/)

Bu gün de TTB (Türk Tabipleri Birliği) ve ATO (Ankara Tabip Odası) ortak bir basın açıklamaı yaptılar..

Bu metin ve olay, Halk Sağlığı açısından büyük önem taşıyor..
Lütfen paylaşalım, sahiplenelim..

657 sayılı Devlet Memurları yasası kapsamında görevli sağlık çalışanlarının hakları bağlamında aşağıdaki yasa kurallarını anımsatmayı önemsiyoruz :

Hastalık izni: Madde 105 – (Değişik: 29/11/1984 – KHK 243/18 md.) ….

Görevlerinden dolayı saldırıya uğrayan memurlar ile görevleri sırasında ve görevlerinden dolayı bir kazaya uğrayan veya bir meslek hastalığına tutulan memurlar, iyileşinceye dek izinli sayılırlar.

Madde 188 – A) Devlet memurlarının …. ve görevden doğan kaza ile mesleki hastalık, …… durumlarında, gerekli sosyal sigorta yardımları sağlanır. Bu sigorta yardımları özel kanunlarla düzenlenir. Bu sigortalardan tanınan hak ve sağlanan yardımlar, genel sosyal sigorta rejimleri ile kabul edilen hak ve yardımlardan az olamaz.

Sevgi ve saygı ile.
24.9.12, Ankara

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
=====================================================


Değerli Meslektaşımız,

Samsun’da Kırım Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) hastasına müdahale ederken hastalık bulaşan Dr. Mustafa Bilgiç’in yaşamını yitirmesinin ardından Türk Tabipleri Birliği ve Ankara Tabip Odası tarafından, sağlık kurumlarındaki olumsuz çalışma koşullarının mesleki riskleri artırmasıyla ilgili olarak bir basın toplantısı düzenlendi. TTB’de 23 Eylül 2012 günü gerçekleştirilen basın toplantısına TTB İkinci Başkanı Dr. Gülriz Ersöz, TTB Genel Sekreteri Dr. Bayazıt İlhan, TTB Sağlık Çalışanlarının Sağlığı (SÇS) Çalışma Grubu Üyesi Dr. Özlem Azap ve Ankara Tabip Odası Başkanı Dr. Özden Şener katıldılar.

Dr. Bilgiç’in, kendi hatası veya dikkatsizliğinin değil zorlu çalışma koşulları ve uygun olmayan çalışma ortamının kurbanı olduğu vurgulanan basın toplantısında, asistan hekimlerin 33 saat aralıksız çalışma sürelerine ve acil servislerin içinden çıkılamaz hale gelen koşullarına dikkat çekildi.

Basın açıklamasının ardından konuşan Ankara Tabip Odası Başkanı Dr. Özden Şener, Sağlık Bakanlığı’nın 14 Mayıs’ta yayınladığı Sağlık Çalışanlarının Güvenliği Genelgesinde risk gruplarının enfeksiyondan korunmasının emredildiğini ancak bu çalışmaların işaretlerini halen hiçbir hastanede göremediklerini söyledi. Yine Bakanlığın Nisan 2010’da yayınlanan asistan hekimlerin çalışma koşullarının düzeltilmesi hakkındaki genelgesine de hiçbir hastanede uyulmadığına işaret eden Dr. Şener, özellikle yaz aylarında gün aşırı nöbetlere devam edildiğini dile getirdi.

Asistan hekimlerin nöbet ertesi poliklinik ve ameliyathanelerde göreve devam ettirildikleri ancak tüm koşullara rağmen hata yapmamalarının beklendiği eleştirisinde bulunan ATO Başkanı, Ankara’daki hastanelerin zorlu çalışma koşullarına da değindi. Dr. Özden Şener, Etlik İhtisas’ın kapatılmasının ardından hastaların diğer hastanelere yönelmeleriyle Dışkapı Yıldırım Beyazıt Hastanesi Acil Servisine bir günde yaklaşık 600 hasta başvurusu olduğunu, pek çok acil serviste doktorların kesintisiz 12 saat çalıştırıldığını belirtti.

TTB Genel Sekreteri Dr. Bayazıt İlhan’ın okuduğu basın açıklamasının tam metni aşağıdadır:

TÜRK TABİPLERİ BİRLİĞİ ve ANKARA TABİP ODASI ORTAK BASIN AÇIKLAMASI

Sağlık çalışanlarının ölüme davetiye çıkaran koşullarda çalışmasına son verin artık!

Kaybımız çok büyük, acımız sonsuz, isyan etmememiz olanaksız: Yine bir sağlık çalışanı, Dr. Mustafa Bilgiç, zorlu çalışma koşulları ve ihmalkarlığa bağlı olarak geçirdiği iş kazası sonucunda Kırım Kongo Kanamalı Ateşi (KKKA) hastalığına yakalanarak hayatını kaybetti. Hayatının baharındaki bu genç meslektaşımız birçok diğer meslektaşı gibi fedakarca hastasına yardım etmeye çalışırken ondan kaptığı bu hastalıkla aramızdan ayrıldı. Biz bunun bir kader olmadığını biliyoruz. Dr. Mustafa Bilgiç kaderin değil, zorlu çalışma koşullarının, uygun olmayan çalışma ortamının ve ihmalkarlığın kurbanı oldu.

Dr. Mustafa Bilgiç bir üniversite hastanesinde acil tıp araştırma görevlisi olarak eğitim almaktaydı. Acil nöbeti sırasında kanama nedeniyle acil servise başvuran ve sonradan KKKA olduğu anlaşılan hastasına müdahale etti. O gün müdahale ettiği onlarca hastanın yorgunluğu ve daha kendisinden yardım bekleyen onlarca hastaya yetişebilmenin telaşıyla hastanın kanlı iğnesini eline batırdı. İğnenin eline batması onun hatası veya dikkatsizlik gibi görülebilir. O ortamda çalışmayan, bir acil serviste 15 dakikasını geçirmeyen herkese bu böyleymiş gibi gelebilir. Ama 3-5 hekimin, 3-5 hemşire, sağlık memuru ve hasta bakıcıyla birlikte kritik durumda ve acil müdahale ihtiyacı duyan yüzlerce hastayı zamana karşı yarışarak tedavi etmek zorunda kaldığı ve hasta yakınlarının herhangi bir hastane servisinden çok daha fazla endişeli, gergin olduğu bir ortamdan bahsediyoruz. Bunların üstüne, yaşanan her sorunun kaynağı olarak hekimlerin suçlandığı, hekimlerin bizzat sağlık hizmetini düzenlemekten sorumlu makamlarca hedef gösterildiği ve bunun sonucunda sağlık çalışanlarının sürekli sözlü ve fiziksel şiddete uğradığı veya “her an şiddete uğrayabilirim” psikolojisiyle işini yapmaya çalıştığı bir ortam. Sorarız size, buna hata denebilir mi?

Dr. Mustafa Bilgiç bir araştırma görevlisiydi. Sizin daha iyi bildiğiniz ismiyle “asistan hekim”. Asistan hekim demek, 33 saat aralıksız çalışma, haftada 110 saat uykusuz ve yorgun sağlık hizmeti vermek demektir. Bu şekilde çalışmak zorunda kalan bir hekimin yaptığı hatalardan kendisinin sorumlu olduğu söylenebilir mi? Ama söylendi, daha önce de Ankara’da Numune Hastanesi’nde görevi başında bu hastalığa yakalanarak ölümden dönen bir meslektaşımız için açılan tazminat davasında Sağlık Bakanlığı savunmasında olayın hekimin dikkatsizliğinden gerçekleştiğini belirtti!

Acil servisler içinden çıkılmaz haldedir, Sağlıkta Dönüşüm Programı sürecinde de acil servislere başvuru sürekli artmıştır. Gelişmiş ülkelerde toplam hekime başvurular içinde acil servislere başvuru %10’un altındayken bizde resmi makamlarca %30’larda bildirilmektedir. Bu durum açıklıkla sağlık hizmetlerinin niteliksizliğinden ve normal poliklinik başvurularından alınan yüksek katkı ve katılım paylarından kaynaklanmaktadır. Acil servislerde hekimler bu kötü sağlık sisteminin cezasını çekmektedirler.

Bu kötü çalışma koşulları hastaların olduğu kadar sağlık çalışanlarının da sağlığını tehdit etmektedir. İki gün önce Dikili’de bir hekimin bıçaklanmasında olduğu gibi her gün yeni bir örneğini yaşadığımız şiddet olaylarının yanı sıra çok da dikkat çekmeyen ama çok önemli bir tehdit de bulaşıcı hastalıklardır. Sağlık çalışanlarının enfeksiyon hastalıklarına topluma kıyasla 10 kat daha fazla yakalandığı bilinen bir gerçektir. Pek çok sağlık çalışanı, hastasından bulaşan enfeksiyonlar nedeniyle hastalanmakta, hayatını kaybetmektedir. Nitekim Dr. Mustafa Bilgiç ülkemizde KKKA hastalığından ölen ilk sağlık çalışanı değildir. TTB olarak, bugüne kadar 40’a yakın sağlık çalışanının bu hastalığa yakalandığını ve 10’a yakın sağlık çalışanının hayatını kaybettiğini “sanıyoruz”. “Sanıyoruz” dememiz garip gelebilir. Ama ne yazıktır ki kesin rakamları bilemiyoruz çünkü Sağlık Bakanlığı KKKA ile ilgili verileri açıklamamakta ya da tam olarak bilmemektedir.

Dr. Mustafa Bilgiç aynı hastanede KKKA nedeniyle yaşamını yitiren 2. sağlık çalışanıdır. Bundan üç yıl önce de yine acil serviste çalışan hemşire Kübra Yazım, KKKA’lı bir hastanın kanlı iğnesinin eline batması sonucunda hastalanarak hayatını kaybetmişti. Aradan geçen üç yıl içerisinde sağlık çalışanlarının sağlığını korumaya yönelik bir gelişme olmaması yöneticilerin ihmalkarlığı dışında ne ile açıklanabilir? Tüm dünyada sağlık çalışanları buna benzer mesleksel bulaşıcı hastalıklarla karşılaşmaktadır. Önemli olan bu karşılaşmaları en aza indirebilmek ve karşılaşma gerçekleştikten sonra sağlık çalışanının hastalanmasını engellemektir. Bunun için tek tek hastalık bazında nelerin yapılması gerektiği bilimsel olarak ortaya konmuş durumdadır.

On yıldır ülkemizde 7000’ i aşkın kişinin hastalanmasına ve 400’ü aşkın kişinin ölümüne neden olan KKKA’nın da sağlık çalışanlarına bulaşabildiği ve hastalığın ağır seyri iyi bilinmektedir. KKKA ile temas eden sağlık çalışanlarının nasıl korunması, nasıl takip ve tedavi edilmesi gerektiği Türk Tabipleri Birliği olarak 2010 yılında konunun uzmanlarını bir araya getirerek hazırladığımız Kırım Kongo Kanamalı Ateşi Bilimsel Değerlendirme Raporu’nda yer almaktadır (http://www.ttb.org.tr/kutuphane/kirim_kongo_rpr.pdf).

Yetkililere soruyoruz?

Acil servislerde çalışma koşullarının düzeltilmesi için daha kaç sağlık çalışanın canının yanması veya ölmesi gerekecektir?

Asistan hekimlerin çalışma koşullarının düzeltilmesi için daha kaç asistan hekimin canının yanması veya ölmesi gerekecektir?

Kırım Kongo Kanamalı Ateşi ile ilgili veriler ne zaman kamuoyu ile açıklıkla paylaşılacaktır?

Türk Tabipleri Birliği Kırım Kongo Kanamalı Ateşi Bilimsel Değerlendirme Raporu’nda yer alan önerilere ne kadar uyulmaktadır?

Sağlık çalışanlarının riskli temaslardan sonra hastalanmaması için yapılması gerekenler Dr. Mustafa Bilgiç olayında ne kadar yapılmıştır? Bu olayda ihmal var mıdır? Varsa bu ihmalin sorumluları kimlerdir?

Türk Tabipleri Birliği ve Ankara Tabip Odası olarak, yetkilileri bu soruların yanıtını -başka sağlık çalışanları hayatını kaybetmeden- vermeye çağırıyoruz.

Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi
Ankara Tabip Odası

24.9.12, Ankara

Arkadaşlar, arkadaşlık,

Dostlar,

Biraz da gevşeyelim ve arkadaşlarımızı, arkadaşlığı anımsayalım, üzerinde düşünelim..

Yansıları izlemek için lütfen tıklar mısınız ??

Arkadaslar

Çocukluğumuzda okuduğumuz Panait İstrati’nin ARKADAŞ adlı romanının duygusal tadı hala belleklerimizdedir..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 24.9.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

BALYOZ DAVASINDAKİ ÇELİŞKİLER ve HUKUKA AYKIRILIKLAR

CEMİL DENK
Em. Albay

BALYOZ DAVASINDAKİ ÇELİŞKİLER VE HUKUKA AYKIRILIKLAR:
Gazeteler’de ve İnternet’te yazıldı, özetleyerek sunuyorum

Yargı, Başbakan Erdoğan’ın TALİMATI ile
Ordumuzun itibarını ve moralini sıfıra indirmiştir.

BALYOZ DAVASINDA CEZA ALAN SANIKLARDAN ORTAK BİLDİRİ

Silivri’de görülen Balyoz davası karar duruşmasına katılan avukat Hüseyin Ersöz, birçok sanığın altına imza attığı Ortak bildiriyi okudu. 21 Eylül 2012 Cuma 19:27

Ortak bildiride;
* “Balyoz Davası’nda toplu tutuklama ve yargılama ile işlenen Hukuk Cinayeti bugünkü kararla Hukuk Katliamına dönüştürülmüştür. Katledilen Cumhuriyetimizin geleceği olmuştur”
* “Bizler milletimize, vatanımıza asla ihanet etmedik. Vicdanımız tertemiz. Vatan sağ olsun”
* “Kesinlikle Siyasi olan davanın neticesinin hukuki olması beklenemezdi.

* Bu Mahkeme;
– Savunma Lehine Delilerin kaybolmasına sesiz kalan,
– En önemli Delilleri vermeyen,
– Sözde Delilleri tartışmayan,
-Savcının Taleplerini tamamına yakının karşılarken,
– Savunma Taleplerini karşılamayan
Bu uygulamaları ile hukuku ve Savunmayı Fiilen Yok sayarak Avukatsız yargılama yapan bir mahkemedir. ” dendi.

Av. Hüseyin Ersöz’ün okuduğu bildiride,

– İçinde Adalet ve Özgürlüğün olmadığı ülkede Demokrasi de olmaz.
– Komşu ülkelerdeki insan hakları ihlallerini önlemeye çalışan Devletimiz, maalesef kendi ordusuna karşı yapılan insan hakları ihlallerini, Haksızlıkları, Hukuksuzlukları önleyememiştir.
– Bu düzmece davada Türk Silahlı Kuvvetleri’ne karşı emperyalist güçlerin, Cumhuriyet düşmanlarının kurduğu komplonun görülememiş olması kabul edilemez.
– Devlet bunu görmüşse ve sessiz kalmayı tercih etmiş ise durum daha da vahimdir.
– Bizler milletimize, vatanımıza asla ihanet etmedik. Vicdanımız tertemiz.
– Değişmez Başkomutanımız Mustafa Kemal Atatürk’tür.
– İzleyeceğimiz yol onun Akıl ve Bilgi yoludur.
– VATAN SAĞ OLSUN” ifadeleri dikkat çekti.

İŞTE BALYOZ’DAKİ 12 ÇELİŞKİ :

Bu bilgiler; Cumhuriyet Gazetesi dahil birçok gazeteden alınmıştır:

1- Kardak’a çıkmış SAT komandosu Albay Ali Türkşen’e, “Şu Tarihte, Şu Saatte, sen bilgisayarında şu belgeyi kaydetmişsin!” diyorlar.
Ama TRT, o gün, o saatte, albayla ‘Silahlı Kuvvetler Saati’ türünden bir televizyon programı yapıyor ve onu Denizin Altına Dalış yaparken kameraya çekiyor.
Albay, “İspatı burada, Beni bilgisayarda belge kaydetmekle suçladığınız saatte, ben Denizin Altında dalıştayım, TRT çekmiş. Denizin altında, hangi belgeyi kaydedebilirim?” diyor. Bir Buçuk Yıldır Tutuklu!

2- 2003’te TCG Alanya gemisine bir görevlendirme yapıldığı söyleniyor.
O tarihte Gemi Henüz İnşa Bile Edilmemiş. İnşa tarihi 2005.

3- Sözde darbe planında, el konulacak ilaç şirketlerinin listesi var. Orada ‘Yeni Recordati’ diye bir firmanın adı geçiyor. Oysa o tarihte öyle bir FİRMA YOK!
O firmanın 2003’teki adı ‘Yeni İlaç’. ‘Yeni Recordati’ oluşu 2009.

4- Jandarma planlarının içinde belirtilen bazı sokak adları, 2003’te O İsimleri Taşımıyor. Sonradan değiştirilip öyle yapılmış, 2004’de, 2005’de, 2006’da…

5- CD’lerdeki word belgeleri 2003 tarihli. Dolayısıyla, 2003’ün teknolojisine uygun olması gerekiyor. Ama belgelerde kullanılmış olan ‘Calibri’ ve ‘Cambria’ gibi bazı yazı fontları Microsoft tarafından Ofis 2007 İçin Geliştirildi.
Bu da, darbe belgelerinin 2003’ten sonraki bir tarihte yazıldığının bir başka kanıtı.

6-Darbe belgeleri arasında toplantı tutanakları var ancak güya AKSAZ’da yapılan toplantıya katılımcı olarak gösterilen subayların biri o tarihte Haifa’da, diğeri Gemlik’te, diğeri İZMİR’de.

7- Belgelerin içinde, jandarma personelinin Kriptolu Cep Telefonu kullandığı belirtiliyor. Oysa o telefonların Jandarmada Kullanılmaya Başlama Tarihi 2008.
2003’te öyle bir telefon Yok!

8- Balyoz Planı’nın kendisinde, ‘Dost Bir Unsur’ olarak Türkiye Gençlik Birliği’nden söz ediliyor. Bu topluluğun sitesine girdiğinizde, Kuruluş Tarihinin 19 Mayıs 2006 olduğunu görüyorsunuz. Ama Balyoz Darbe Planı’nın Yapılma Tarihi 2003.

9- Eskişehir’de çıkan flash diskte yine 2003 tarihli bir Belge var. O belgede de bir kanun metnine atıf bulunuyor. Normalde o metinde, kanunun 2003 tarihli halinin olması gerekirken, metin 2005’te yapılmış bir değişikliği (hem de değişiklik kanununun tarihi ve numarasıyla) içeriyor.

10-11. ve 17 numaralı CD’lerin üzerinde Süha Tanyeri’ye ait olduğu iddia edilen El Yazıları var. O harflerin Süha Tanyeri’nin el yazısı ajandasından Kopyalandığını tespit ettik. Bununla ilgili ABD’den ve Türkiye’den iki rapor aldık. Birebir Kopya olduğuna ilişkin!.

11- Donanma Komutanlığı’nda ele geçirilen Hard Diskte Bir Makbuz var. Makbuzun bilgisayara taranma tarihi 2003 olarak görünüyor. Fakat makbuzun 2008’e ait bireysel emeklilik ödeme dekontu olduğu görülüyor.

12 -İstanbul’daki üç hastaneye ilişkin isim karışıklıkları var.- İlaç firmasında olduğu gibi – Oysa o hastaneler, o isimleri 2005’ten sonra alıyorlar. 2003’te hazırlandığı iddia edilen belgelerde 2005’teki adlarıyla o hastanelerin nasıl var olduğu bir türlü açıklanamıyor.” Odatv.com
***

Türk Ordusu Mensuplarına Verilen, Haksız ve Kasıtlı, Cezalar üzerine,
Birkaç Düşünür ve Yazarın Görüşleri:

Bekir Coşkun, Cumhuriyet Gazetesi’nde yazdı özetleyerek sunuyorum:
“… Duruşma başlamadan bir gün önce Hâkim Değiştirildi, Yetmedi; arada tahliye kararı veren Hâkimleri Görevden Aldılar. Mahkeme başkanı, tahliye yönünde oy kullandığı için baskı altına alındığını oturup karara yazdı, EMEKLİ ETTİLER…”

… Mahkeme çağırınca, Yurtdışından ilk uçağa atlayıp 34 saat yol Gelen Subayı görür görmez “YURTDIŞINA KAÇAR” diye anında Tutukladılar…”
(Tüm bu olanları tarih kitaplarına koymayın… Çocuklarımız okuyup utanmasınlar!…)”

YURT Gazetesi yazdı özetleyerek sunuyorum:
* “… İddianamede davaya temel teşkil eden Kanıtlardan tam Bin 500’ünün SAHTE olduğu kanıtlandı.
* 2003’TE hazırlandığı ileri sürülen Balyoz Planı belgelerinin SAHTE Olduğu 23 Ayrı BİLİRKİŞİ RAPORUYLA kesinleştiği halde, Mahkeme Dikkate Almadı!…”

ADD Genel Başkanı Tansel Çölaşan açıklama yaptı. SÖZCÜ Gazetesi yazdı özetleyerek sunuyorum:

“… İktidar, Laik Türkiye Cumhuriyeti’nin değerlerini ortadan kaldırma görevini ısrarla sürdürmektedir. Yurt savunmasının en önemli gücü olan Türk Silahlı Kuvvetlerini etkisiz hale getirmek için, Yaşamlarını ülkeleri için gözü kapalı feda etmeye hazır olan, ordu mensuplarını tutsak eden Yargı, Bağımsız Değildir”

Necati Doğru, SÖZCÜ Gazetesi’nde yazdı özetleyerek sunuyorum:
“… Silivri Mahkemelerinde “3 Temel Değer” Yargılandı ve bu 3 temel değeri savunanlara şu net mesaj verildi:

1- Laiklik Elden Gidecek!… Sana ne?
2- Tam Bağımsızlık elden gidecek!… Sana ne?
3- Bölünmez bütünlük elden gidecek!… Sana ne?

“Cumhuriyetin “3 kurucu değerine” sahip çıkabilmesi Halkın Ferasetine (anlayış, zihin uyanıklığı, kavrama yeteneğine) kaldı.

Halk, seçimle getirdi… İsterse Seçimle Gönderir… 3 değere sahip çıkar.
Çıkmazsa Kendi Düşen Ağlamaz!”

Emin Çölaşan SÖZCÜ Gazetesi’nde yazdı özetleyerek sunuyorum:
“…Balyoz, Ergenekon ve öteki benzer davaların açılmasının bir tek nedeni vardı:
AKP iktidarına karşı olan Asker ve Sivil kadroları Susturmak!..

AKP’nin yargıyı ele geçirmiş olduğunu burada belki yüz kez yazdım ve olanları artık hepimiz biliyoruz:

* Yargı, yargı olmaktan çıkarıldı, Tarafsızlığını tümüyle yitirdi.
* Yargı, hükümetin arka bahçesi oldu.
* Balyoz davasının başından beri sanıklar lehine karar veren bütün hâkimler HSYK tarafından sürgün edildi,
* Duruşmaların neredeyse yarısı Avukatsız yapıldı…
* Savunma Hakkı büyük ölçüde Engellendi, daraltıldı,
* Mahkeme adil değildi.
* Amaç Türk Ordusu’nun Tasfiye edilmesi idi…
* Yargılama aşamasında Deliller İncelenmedi
* Avukatlara ceza verildi. Sanıklara Savunma Yaptırılmadı
* Düzmece Belgelere yapılan İtirazlar, Bilirkişi Raporları asla Dikkate Alınmadı.”

Büyük tartışma konusu olan CD’ler için bir üniversite ve uluslararası bir kuruluşu Sahteliğini ifade eden Raporları Dikkate Alınmadı!

Bu kararın verilmesi işte böyle sağlandı…

… Bunun vebali bugünkü İktidar’ın boynunadır!.. ”

… Efendim bunun daha Yargıtay aşaması varmış da, son sözü Yargıtay Söyleyecekmiş de!.. Hangi Yargıtay, hangi yüksek yargı var bu saatten sonra?

“… Dava devam ederken tam iki yıl boyunca bütün DÜZMECE DELİLLER gerçekmiş gibi halka sunuldu!.. Medyada, Savunmaya dair haberler küçücük yer alırken iddialar köpürtüldü…
Televizyon kanalları, İktidara yalakalık için davayla vıcık vıcık oynadılar!..
Askerlerin çeteleştiğini anlatıp durdular ve bol bol demokrasi goygoyculuğu yapmaktan utanmadılar!..

… Sonuca, ilk soruşturmayla başlatılan ve dava devam ettikçe ağırlaşan kampanyayla gelindi!. Bu, adil yargılamayı etkilemekse, dibine kadar yapıldı…”

Uğur Dündar, SÖZCÜ Gazetesi’nde yazdı özetleyerek sunuyorum:
“Bir saat Adaletle hükmetmek, bir sene İbadet etmekten daha hayırlıdır.” Hz. Muhammet
“Adalete duyulan güven zaten sarsılmıştı. Ama o gece, yerle bir edildi.” Uğur Dündar

Metin Feyzioğlu, SÖZCÜ Gazetesi:
“Bu dava hukuki bir dava değil, siyasi bir davadır. Aynı Plan semineri, ABD’de de, NATO’da da defalarca yapılmıştır. Yaşanan hukuksuzluklar, hukuk devletine ve özgürlüğümüze demokratik yöntemlerle sahip çıkma kararlılığımızı daha da artırmıştır” (ANKA)

Mehmet Türker, SÖZCÜ’de yazdı:
“… Çanakkale’de anma törenine gittik, bu beyefendi Ayağa Kalkmadı. Ondan sonra GEREĞİ YAPILDI… Şimdi bakın Gideceği Yeri o da buldu.” Başbakan Tayyip Erdoğan

“Biz, Özel Kuvvetler eski Komutanı, emekli Korgeneral Engin Alan’ın suçunu, Recep Bey’in yaptığı açıklamadan öğrenmiştik ki; Engin Alan kendisine selam vermediği, Ayağa Kalkmadığı, Alkışlamadığı için Silivri’deymiş!!??..” Ayağa Kalmadın; 18 Yıl Hapis! Tüm Özlük Haklarından mahrum ol!

“… ÜLKE ELDEN GİDERKEN eşlerimiz elden gitmiş çok mu?”

Cezalandırılmış olan Askerlerin Eşleri

***

Mustafa Mutlu Aydınlık Gazetesi’nde (misafir olarak,) yazdı özetleyerek sunuyorum:

“… Balyoz’da çıkan karar ne olursa olsun; bu dava, aynı zamanda
“Yargılama Usul ve Esaslarına Aykırılık” iddiasıyla da tarihe geçecek…

Sanıklardan Oramiral Özden Örnek mahkemenin usul hatalarını ve hukuka aykırı olduğunu düşündüğü uygulamaları saymış ve tam BİN 927 ÇELİŞKİYE, USUL HATASINA ve HUKUKA AYKIRILIĞA ulaşmış…

“Ben sadece Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin “Adil Yargılanma Hakkı”nı düzenleyen altıncı maddesine uymayan ON USULSÜZLÜĞÜN altını çizmek istiyorum:
1) Tutuklama kararları, hiçbir Objektif Hukuki Gerekçeye Dayanılmaksızın verildi.
Tutuklu sanıklarla tutuksuz sanıklar hakkındaki tüm iddialar ve deliller neredeyse aynıyken, haklarında farklı karar verilmiş olması” KEYFİLİK” kuşkusunu güçlendirdi.

2) Nöbetçi hâkimler tarafından serbest bırakılan bazı subaylar, itiraz üzerine tutuklandı… Sonra yeniden serbest bırakıldı. Ardından aleyhlerinde hiçbir yeni delil elde edilmediği halde haklarında yeniden tutuklama kararı çıktı.
Tutuklular hakkında Tahliye Kararı Veren Hâkimler Görevlerinden Alındı. Mahkeme Başkanı tahliye yönünde oy kullandığı için baskı altına alındığını, ara kararlara yazdı. Sonuçta da Emekli Edildi.

3) Yargılama tüm evrensel yargılama ilkelerinin aksine, bir cezaevi kampüsünün içine kurulan duruşma salonunda yapıldı. Bu, sanıklar ile avukatları ve sanık yakınları üzerinde ciddi bir psikolojik direnç bozukluğu yarattı.

4) Yargılamanın yapıldığı her duruşma günü Silivri’ye giden tutuksuz sanıklar, sanık yakınları ve avukatlar, büyük bir maddi külfet üstlenmek zorunda bırakıldı.

5) Mahkeme, avukatlar tarafından sunulan ve sanıkların masumiyetini ortaya koyan birçok yerli ve yabancı Bilirkişi Raporunu dikkate almadığı gibi araştırılması için karar da almadı.

6) Bütün sanıkların ısrarla talep etmelerine rağmen, iddianamede sözde darbeyi önleyen kişiler olarak gösterilen Aytaç Yalman’ın ve Hilmi Özkök’ün ifadelerine başvurulmadı.

7) Mahkeme yaklaşık 150 Sanık Avukatı hakkında farklı gerekçelerle suç duyurusunda bulundu;
Savunmanın Baskı Altına Alındığı gibi bir tablonun ortaya çıkmasına yol açıldı.

8) Yargılamalar sırasında, duruşma salonunun tavanından sarkıtılan mikrofonlar aracılığıyla, sanıkların avukatları ile yaptıkları konuşmalar kayıt altına alındı.
Mahremiyet ilkesi ihlal edildi.

9) Savcının esasa ilişkin mütalaasının; henüz sanıklardan Ergin Saygun’un Sorgusu Tamamlanmadan Hazırlandığı ortaya çıktı.

10) Savcılık makamı tarafından isnat edilen suçlamalara dayanak teşkil eden dokümanların manipülatif bir niteliğe sahip olduğunu gösteren ‘Müzekkere Cevapları’, altı klasör halinde adli emanete kaldırıldı ve Savunmadan Gizlendi.”
***

ATATÜRK’ÜN, ORDUMUZA, SUBAYIMIZA BAKIŞI

Mustafa Kemal Atatürk, 31 Temmuz 1920 tarihinde, Afyonkarahisar Kolordu Dairesi’nde subaylara hitaben bir konuşma yapmıştır. Bu konuşmayı özetleyerek,
“TÜRK, ASKER DOĞAR, ASKER ÖLÜR” denilen, Yüce Türk Milletinin değerlendirmelerine sunuyorum:

AKP hükümetinin Memuru durumuna getirilen Yargı tarafından Balyoz davasıyla itibarı ve morali sıfıra indirilen Türk ordusuna, bakalım, her konuda ufkun ötesini gören, özel insan, Mustafa Kemal neler demiş,

“… Millet, bağımsızlığını ordudan bekler… Ordunun ruhunu teşkil Eden subaylardan bekler
Arkadaşlar! … Kuvveti olmayan, dolayısıyla mücadele edemeyen bir millet, mahkûm ve esir vaziyettedir. … Dünyada hayat için, insanca yaşamak için, bağımsızlık lâzımdır. Bağımsızlık sahibi olmak için, kuvvet sahibi olmak ve bunun için mevcudiyetini ispat etmek icap eder. KUVVET ORDUDUR.

… İngilizler, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, pek tabii olarak evvela onu Ordudan Mahrum Etmek çarelerine giriştiler.
Sonra kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüz ve taarruza başladılar.
Her halde Ordu, Düşmanlarımızın Birinci Taarruz Hedefi oldu.
Orduyu imha etmek için mutlaka subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır. Buna da teşebbüs ettiler. … Ordu ise, arkadaşlar, ancak subaylar heyeti sayesinde vücut bulur.
“Ordunun Ruhu Subaylardadır.”

… Millet, bağımsızlığının muhafazasından ibaret olan hayati gayesinin teminini ordudan, ordunun ruhunu teşkil Eden subaylardan bekler. Allah göstermesin milletin bağımsızlığı ihlal edilirse bunun vebali subaylara ait olacaktır. Çünkü, düşmanlarımız herkesten evvel Onları Öldürür.Onları Aşağılar ve Hor Görürler. … Düşmanlarımızın da kastettiği, o Şerefi Ayaklar Altına Atmaktır.” Mustafa Kemal

Kaynak:
* Afyon’da çıkan İkaz Gazetesi’nden aktaran: Anadolu’da Yenigün Gazetesi, 10 Ağustos 1920.
* Atatürk’ün Bütün Eserleri, c.9, Kaynak Yayınlan, Istanbul. Ekim 2002, s. 112-113
***

BİZLERDEN BİRKAÇ SAPTAMA:

Hüseyin Avni Güler: “Askerine düşman olanlar, düşmanın askeri olurlar”

Erdal Sarızeybek: “Ordumuz, AKP iktidara geldiğinden bu yana çok yıpratıldı. Ordumuzu bilerek, ya da bilmeyerek, yıpratanlar, Ordunun bize her zaman lazım olacağını neden düşünmezler?
Silahlı Kuvvetlerimiz gücünü kaybederse, dostumuz rolü yapan düşmanlar bizi bu coğrafyada yaşatmazlar.
Askerimizin kıymetini bilelim ve onu yıpratmaktan vazgeçelim.”

“BUNLAR DÜŞMAN MI?”

Kimi “BDP’li vatan hainleri Meclis’te, komutanlar Silivri’de… Hangi teröriste gerçekleştiremediği bir eylemden ötürü müebbet verdiniz de, askere kendi uydurduğunuz Terör Örgütü Üyesi safsatasıyla ve sadece teşebbüs sebebiyle Müebbet veriyorsunuz?”

… İmralı’daki terörist başı her konuşmasında, devleti tehdit ediyor haftada bir gün eşiyle dostuyla açık görüşme yapabiliyor,
… Terörle mücadele eden, “Ne Olacak Bu Memleketin Hali!” diyen askerlerimiz hapiste oldukları müddetçe kimseyle görüşemeyecekler diye karar çıkıyor.
Başbakan’ımızın sesi çıkmıyor. Askerimiz, ne bebek katili ne de vatan haini! Ama, Ordumuzun düştüğü duruma bakın! Bu düşmanlığı HALKIMIZ görsün artık!!

“… Sayın Başbakan’ımız kalkıp da “Askerimiz” demesin. Çünkü AKP zihniyetinin ülkenin askerine yaptığı ortada… Türk askeri ile uğraşanlar şunu iyi bilsin! Türk Ordusu her zaman gurur duyduğumuz ve duyacağımız bir kuruluştur.

PKK’ya karşı savaşan komutanlarımızı bebek katili Öcalan’dan daha suçlu hale düşürülmesi, hükümetin orduyu etkisizleştirme çabalarının bir parçasıdır.
Orduya hakaret Türk Milleti’ne ve şehitlere hakarettir!”

Sandığa Gitmeyen, “YETMEZ AMA EVET” diyen ve AKP’ye oy veren değerli insanlar, lütfen gerçekleri bilin! Her yaptığı zulmü unutturmak için yeni bir gündem yaratan,
Bu mahkemenin kararları açıkladığı günün peşinden birçok maddeye ZAM yapan AKP hükümetini artık İktidara Getirmeyin!

Ve ALTIN DEĞERİNDEKİ ‘OY’LARINIZI verdiğiniz insanların yaptıklarını sorgulayın ve
ona göre oylarınızı kullanın!. 23 Eylül 2012 Pazar

CEMİL DENK, (E. Albay – Ankara )
Atatürk’ün, Din’e, Laiklik’e ve Kadına Bakışı” konusunda Araştırmacı Yazar
0 532 217 88 11 E-Mail: denk.cemil@gmail.com
=====================================================

Teşekkürler Sayın Cemil Denk..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 24.9.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

HEPİMİZ RENNAN PEKÜNLÜ’YÜZ

Dostlar,

Değerli dotumuz Say Karaman, Tüm Öğretim Elemanları Derneği (TÜMÖD) Genel Sekreteri olarak önemli bir yazı kaleme aldı.

Hem türbanın son 30 yıllık yasal – hukuksal serüvenini, ülkemize eylemli olarak dayatılmasını özetledi hem de Prof. E. Rennan Pekünlü’ye sahip çıktı.

Biz de sitemizde bu konuya, basında yer almasını izleyen 14.9.12 ve 15.9.12 günü
yer vermiştik. Okumak için aşağıdaki erişkeleri (linki) tıklayabilirsiiz.

Okula türbanlı giren öğrencinin fotoğrafını çeken profesöre hapis !

http://ahmetsaltik.net/okula-turbanli-giren-ogrencinin-fotografini-ceken-profesore-hapis/

Prof. Pekünlü türbanlı öğrenciyi derse almadı hapse mahkum oldu!

http://ahmetsaltik.net/prof-pekunlu-turbanli-ogrenciyi-derse-almadi-hapse-mahkum-oldu/

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 24.9.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
======================================================

HEPİMİZ RENNAN PEKÜNLÜ’YÜZ

Suay Karaman
Tüm Öğretim Elemanları Derneği (TÜMÖD) Genel Sekreteri
İlk Kurşun Gazetesi, 24 Eylül 2012.

1950 İzmir doğumlu olan Prof. Dr. Esat Rennan Pekünlü, 1972 yılında Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik – Astronomi Bölümü’nden mezun olmuştur. Lisansüstü çalışmalarını tamamladıktan sonra 1979’da Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Astronomi Bölümü’nde asistan olarak çalışmaya başlamıştır. 1982’de 1402 sayılı yasa gereğince üniversiteden çıkarılan Rennan Pekünlü, 1990’da geri dönerek, akademik çalışmalarına devam etmiş ve 2003 yılında Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Astronomi ve Uzay Bilimleri Bölümü’nde Profesör unvanını almıştır. Birçok yurt içi ve yurt dışı yayını bulunan Prof. Dr. Rennan Pekünlü, bilim insanında bulunması gereken değerleri taşıyan bilinçli bir aydın ve seçkin bir yurtseverdir.

Rennan Pekünlü, türbanlı öğrencileri sınıfa almadığı gerekçesiyle açılan davada, İzmir 4. Asliye Ceza Mahkemesi’nin 13 Eylül 2012’de verdiği karar sonucunda iki yıl bir ay hapis cezasına çarptırıldı. Halbuki öğrenciler derse girmiş, Pekünlü yalnızca türbanlı olarak derse girdikleri için tutanak düzenleyerek, dekanlığa göndermiştir. Türbanlı öğrenciler, ifadelerinde derslere alınmadıklarını söylemişler ve mahkeme de türbanlı öğrencilerin eğitim hakkının engellendiği savıyla ceza vermiştir.

YÖK, “öğrencilerin kılık ve kıyafetlerine müdahale ettiği” gerekçesiyle, Prof.
Pekünlü’ye 1 Haziran 2012 tarihinden geçerli olmak üzere bir ay süreyle ‘Görevden Uzaklaştırılması (İşten El Çektirilmesi)’ cezası vermiştir. Rennan Pekünlü’ye
hapis cezası verilmesine neden olan bu süreçte, YÖK, Ege Üniversitesi Rektörlüğü, Danıştay, Mahkeme ve türbanlı öğrenciler anayasayı ihlal suçu işlemişlerdir.
Bu olayın asıl suçluları, süreçteki tüm kişi ve kurumlardır.

Yükseköğretim kurumlarında türban sorununu irdelemekte yarar bulunmaktadır.

1980’li yılların ilk yarısında, YÖK Başkanı İhsan Doğramacı, modern sıkmabaş olarak anılan “türbanın” yükseköğretim kurumlarında serbest bırakılması için yönetmelikte bir düzenleme yapmıştır. Ancak yargıya taşınan türbanı serbest bırakan yönetmelik kuralları, 1984 yılında Danıştay tarafından Anayasa’nın laiklik ve eşitlik ilkeleri ile Devrim Yasaları’nın korunması amacına aykırı olduğu gerekçesiyle iptal edilmiştir.

1980’li yılların ikinci yarısında Başbakan Turgut Özal, 2547 sayılı Yükseköğretim Yasası’na koydurduğu ek 16. madde ile; “Dini inanç nedeniyle boyun ve saçların başörtüsü ya da türbanla örtülmesi serbesttir.” düzenlemesinin yapılmasını sağlamıştır. Yine yargıya taşınan bu düzenleme, Anayasa’nın laiklik, hukuk devleti ve eşitlik ilkelerine aykırı bulunarak Anayasa Mahkemesi tarafından 1989’da iptal edilmiştir.

Bunun üzerine, türbanın üniversitelerde serbest bırakılmasının sağlamak amacıyla
2547 sayılı Yükseköğretim Yasası’na ek 17. madde eklenerek; “Yasalara aykırı olmamak kaydıyla yükseköğretimde kılık kıyafet serbesttir.” düzenlemesi yapılmıştır. Yargıya taşınan bu düzenleme için 1991 yılında Anayasa Mahkemesi; ‘Kanunlara aykırı olmama’ koşulundaki ‘kanunlar’ sözcüğünün Anayasayı da kapsadığını, Anayasa Mahkemesi’nin 1989 yılında verdiği kararında, yükseköğretimde türbanın Anayasaya aykırı olduğunun kabul edildiğini, dolayısıyla ek 17. maddedeki “kanunlara aykırı olmamak” koşulunun, yükseköğretimde türban yasağını sürdürdüğünü karara bağlamıştır. Bu karar, “yükseköğretim kurumlarında türbanı yasaklayan bir yasa kuralı yok.” diyenler için vurucu bir yanıttır. Çünkü Anayasa Mahkemesi’ne göre, türbanı Anayasa yasaklamaktadır.

Bu karardan sonra, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu 1996’da önüne gelen bir dava nedeniyle hukuksal durumu yorumlamış; Anayasa’nın başlangıcı, 2, 42, 174. maddeleri ve Anayasa Mahkemesi’nin yukarıdaki kararlarına dayanarak, “Anayasa’ya aykırılığı saptanmış olan, boyun ve saçların başörtüsü ve türbanla kapatılmasının, kılık kıyafet serbestisi dışında olduğuna” karar vermiştir.

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de, öğrencilerin dinsel inançlarını açığa vurma özgürlükleri ile dinsel simgelerin ve törenlerin sergilenmesinin sınırlandırılabileceğini; türban yasağının, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin din ve inanç özgürlüğü ile eğitim alma hakkına ilişkin düzenlemelerine aykırı olmadığına karar vermiştir. Demokrasi ilkesi yönünden başkalarının hak ve özgürlükleri ile kamu düzeninin korunması amacıyla getirilen bu yasağın meşru olduğunu karara bağlamıştır.

Yükseköğretimde türbanı serbest bırakmak için 2008 yılında Anayasa’nın 10. ve 42. maddeleri değiştirilerek, özellikle 42. maddeye “Kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimse yükseköğretim hakkını kullanmaktan mahrum edilemez” kuralı konuldu. Ancak bu kural da, Anayasa Mahkemesi’nce aynı yıl içinde, Anayasa’nın değiştirilemez laiklik ilkesini zedeleyici bulunarak iptal edilmiştir.

Türban sorununu kısaca özetlemek gerekirse, Anayasa Mahkemesi kararlarına göre siyasal İslam’ın simgesi olan türbanın yükseköğretimde yasak kararı devam etmektedir. Anayasa’da tanımını bulan laiklik ilkesi, Anayasa Mahkemesi, Danıştay ve AİHM kararlarında da vurgulandığı gibi, siyasal İslam’ın simgesi olan türbana geçit vermemektedir.

Ayrıca Anayasa Mahkemesi, bazı partilerin, yükseköğretim kurumlarında öğrencilerin başörtüsü kullanmalarını destekleyen davranışlarını ve siyasal bir simge olan türbanın, eylemli bir durum yaratılarak TBMM’ne taşıma girişimini, laiklik ilkesine aykırı bularak kapatma nedeni saymıştır.

2010’da yapılan anayasa değişikliği halk oylaması sürecinde CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, gündemde hiç yeri yokken “türbanı biz çözeriz” söylemi ile ortaya çıktı. “Üniversitelerde türban sorunu, dini bir sorun olmaktan çok bireysel hak ve özgürlükler kapsamında ele alınmalıdır.” diyerek, laiklik karşıtı bir yaklaşımı sahiplenen Kemal Kılıçdaroğlu, YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’ın Anayasa Mahkemesi kararlarına karşın dayattığı fiili türban serbestliğinin önündeki CHP engelini kaldırmış ve bu durumun kolayca yaşama geçmesini sağlamıştır.

“Laiklik tehlikede değildir.” diyen, Oslo görüşmelerini ve anayasa uzlaşma masasından kalkmamayı savunan, ideolojik tutarlılığı tartışılan ve siyasal etik değerleri birbirine karışan CHP Genel Başkanı, Prof. Dr. Rennan Pekünlü hakkında tek bir açıklamada bulunamamıştır. İlkelerinden biri laiklik olan Cumhuriyet Halk Partisi yöneticilerinin, laikliğin yok edilmesine sessiz kalması düşündürücüdür.

Rennan Pekünlü, YÖK’ün ve Ege Üniversitesi yönetiminin sözlü “kanunsuz emrini” dinlememiş, anayasal kuralları ve yüksek mahkeme kararlarını uygulayarak görevini yapmıştır. YÖK’ün eski başkanının üniversitelere gönderdiği mesajın, Anayasa ve AİHM kararlarına aykırı olduğunu anlayamayan zavallı beyinler, hiçbir kuvvet ve yetkinin yasaların üzerinde olmadığını da algılayamamaktadırlar. Rennan Pekünlü, yasalar ve AİHM kararına uyduğu için cezalandırılmıştır. Kuşkusuz Rennan Pekünlü’ye verilen ceza, süresi ne olursa olsun hukuka uygun düşmemektedir. Verilen cezanın “ertelenmemesi” ya da “hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına” karar vermemek için cezanın iki yılı aşması sağlanmıştır. Çünkü sanığa iki yıl ya da daha az hapis cezası verilmişse, mahkeme cezayı erteleyebilmekte ya da hükmün açıklanmasını geri bırakabilmektedir.

Rennan Pekünlü, susturulmuş üniversitelerde yasaların kendisine yüklediği sorumlulukları yerine getirme cesaretini onurla göstermiştir, direnmiştir. Aldığı ceza ile tüm eğitim kuruluşlarına “türban serbestliğine karşı çıkarsanız, hapis cezası alırsınız!” şeklinde gözdağı verilmektedir. Bu gözdağından korkuya kapılan ilköğretim öğretmenleri, sınıflarında türbanlı öğrencilere ses çıkaramamaktadırlar.

Yasaları uygulayan Prof. Dr. Rennan Pekünlü’ye ceza verilmesi, cumhuriyeti ve laikliği savunanlara bir tehdittir. Ancak tüm tehdit, saldırı ve cezalar, bizlerin cumhuriyet değerlerini, Atatürk ilke ve devrimlerini savunmamıza engel olamayacaktır.

“Mücadele eden yenilgiye uğrayabilir; mücadele etmeyen zaten yenilmiştir.” diyen Bertolt Brecht’in sözünden gerekli çıkarımları yapmak zorundayız.

Bizler de ‘Hepimiz Rennan Pekünlü’yüz’ diyerek, aydınlık için, demokratik ve laik bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti için, geleceğimiz için örgütlenerek,
mücadele edeceğiz ve başarıya ulaşacağız.

Düşişleri Bakanı’nın Ulus Savaşı!

Mustafa Balbay
ankcum@cumhuriyet.com.tr

Düşişleri Bakanı’nın Ulus Savaşı!

Düşişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun, “ulusçulukla hesaplaşma zamanı geldi” başlıklı demecinin Hürriyet gazetesinde yayımlandığı 17 Eylül Pazartesi günü bu köşenin başlığı şuydu:

Ulustan Kurtuluş Savaşı!

O yazımda 9 Eylül 1922’de zaferle sonuçlanan Kurtuluş Savaşı’nın 90. yılını bir kez daha anımsatmış, Atatürk’ün yalnızca savaş kazanan bir komutan olmakla kalmayıp çağın bütün değerlerine açık bir ulus inşasına giriştiğini vurgulamıştım.

Ardından da sözü bugüne, özellikle eğitimde yaşananlara getirmiş, bambaşka bir savaş verilmekte olduğuna dikkat çekmiştim. Bu savaşın bende yarattığı çağrışımı da başlığa taşımıştım.

Yazının son bölümünde de sözü dış politikaya getirip içeride-dışarıda dillendirilen bir saptamanın altını çizmiştim:

Türkiye bölgesinde mezhep politikası uyguluyor.”

Böyle bir yaklaşımla ne içimizde ne de bölgemizde kalıcı barış kurulamayacağı düşüncemi paylaşmıştım.
***

Aynı gün Davutoğlu, Hürriyet’e şunları söylüyordu:

“19. yüzyıl ideolojisi olan ulusçuluk Avrupa’da feodalite ile bölünmüş yapıları bir araya getirip ulus devletleri doğurdu. Bizde ise tarihten gelmiş organik yapıları dağıtarak geçici ve suni karşıtlıklar ve kimlikler ortaya çıkardı. Hepimizin bu ayrıştırıcı kültürle hesaplaşma zamanı geldi.”

Davutoğlu bu düşüncelerini “Kafanızdaki ‘yeni Türkiye’ Kürt meselesini nasıl çözmüş bir Türkiye olacak?” sorusuna yanıt olarak dile getiriyor.

Bakan, hemen sonra, “Ulusçuluk Avrupa’da bütünleşmeyi, bizde bölünmeyi getirdi mi
demek istiyorsunuz?” sorusuna şu karşılığı veriyor:

“Evet. Bununla hesaplaşma zamanı gelmiştir. Herkesin toplumsal, kültürel kimliği, dili başlı başına insanlık birikimi açısından değerlidir. Ama bu bölünme değil birleşme vasıtası olarak değerlendirilmeli, ortak aidiyet bilincini güçlendirecek şekilde yorumlanmalıdır. İki yüzyıl önce şehirlerimizde iç içe yaşayan Türkler, Ermeniler, Araplar, Rumlar, Arnavutlar ve daha birçok farklı etnik ve dini kimlik, bugün bu organik yapıdan koparılmış durumda. Yeni kopuşlara izin vermememiz gerek.”

Davutoğlu’nun her biri çok farklı paragrafların parçası olabilecek bu cümlelerine siyaset bilimcilerinin, uluslararası ilişkiler uzmanlarının söyleyeceği çok şey olmalı.

Davutoğlu’nun bu saplantılarından, affedersiniz saptamalarından dış politikamızın yanı sıra yeni iç düzenimizin hangi hayallerin üzerine oturtulmak istendiğini de görüyoruz.
Bunun adı “yeni Osmanlıcılık” değil “yine Osmanlıcılık”. Zira ortaya yeni bir anlayış, güncelleştirilmiş bir bakış sunulmuyor; nedir sunulan?
Efendim 19. yüzyılda ulusçuluk akımı baş gösterene kadar gayet güzel giden düzenimiz, bu kavramın yayılmasıyla bozuldu. O yüzden, ta 19. yüzyıldan kalma ulusçulukla hesaplaşma zamanı geldi.

Soralım:

Ulusçuluk o günlerden kalmaysa, Sayın Bakan’ın özlediği yapı hangi günlerden kalma?
Davutoğlu, “hesaplaşma” sözcüğünü iki kez adeta altını çizerek kullandığına göre, ulusçuluğun ömrünü doldurduğu için bir kenara konması değil, bütün yaptıklarının hesabının sorulması gerekli!

Yani Bakan Davutoğlu, Türkiye Cumhuriyeti niçin kuruldu diye hesap sormak istiyor!

Sayın Bakan’ın, kültürel zenginliklerin bölünme değil birleştirme aracı olması düşüncesine elbette biz de katılıyoruz.
Zaten Cumhuriyeti kuranlar da bu pencereden bakmışlar.

Atatürk, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir.”
tanımını yapıyor.

Türk olmayı da şöyle tarif ediyor:

“Ne mutlu Türk’üm diyene.”

Bir başka deyimle, Türk olmayı bir kan bağına indirgemiyor.
Bu çerçeve yapıyı benimsemenin yeterli olduğunu söylüyor.

Adım adım örülmüş bir ulus devlet, tel tel sökülüyor.

***
Cumhuriyetin 100. yılı hükümetin genel bir hedefi haline geldi.

İhracattan eğitime kadar her alanda “2023 hedefleri” oluşturuluyor, kimileri ilan ediliyor.
Her şeyi bir tarafa koyalım, salt Davutoğlu’nun demeci ışığında soralım:

2023’te hangi Cumhuriyetin, nasıl bir Cumhuriyetin 100. yılını kutlayacağız?

Bu ülkenin kuruluş temellerinin sarsılmasını isteyen herkesi şu sloganı benimsemeye ve gereği için çaba harcamaya çağırıyorum:

“100. yıl bizimdir.”

Elbette çağa göre değişim, gelişim olur ama şu unutulmamalı:

“1. yıl varsa 100. yıl vardır.”

23 Eylül 2012 – Cumhuriyet

MASALLAR KORKUYA BAĞIŞIKTIR; KORKU KEŞKE MASAL OLSA

Dostlar,

Değerli meslektaşım, fakülte arkadaşım Prof. Dr. YILDIRIM B. DOĞAN’ın kaleme aldığı

MASALLAR KORKUYA BAĞIŞIKTIR; KORKU KEŞKE MASAL OLSA

başlıklı makalesini okumanın zamanı..

Kolay gelsin..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 24.9.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
===================================================

MASALLAR KORKUYA BAĞIŞIKTIR; KORKU KEŞKE MASAL OLSA

Prof. Dr. YILDIRIM B. DOĞAN

Korkudan söz edebilmek pek kolay olmasa gerek. Nedeni, korkuyu anlatabilmek için ille de korku sözcüğü ile baş başa kalmak gerekiyor. Bunu göze alabildiğiniz zaman kendinizi hazırlayın: ilk karşınıza çıkacak olan –tahmin bile edemezsiniz- masallarınızdır.

Çocukluğunuzda kaldığını düşündüğünüz ya da sizi bırakıp gittiğine inanmak zorunda olduğunuz masallarınız. Dinlerken kulak kesildiğiniz, tüm ruhunuzla içine düştüğünüz, her seferinde uykunuzu, beraberinde en güzel, en yürekli düşlerinizi size armağan eden masallarınız. Herkes masal dinler. Masal dinlemek istemeyeni yoktur. Kişi, dinlediği masalı belleğine yazar. Masal, kulağından doğru kişinin içine akar. Yürekte hapsedilen masal ayrıntıları uykuda düşlerle buluşur. Düşlerden beynin kıvrımlarında gizlenmeyi öğrenir. Çünkü hep orada kalacaktır. Dinlediği masal kendinindir. Herkesin masalı, bu nedenle farklıdır. Kişi, dinlediği masalı sahiplenirken onu kendi kılar. Yüreğinde konuk ettiği duygular; beyninde tutuklu kıldığı öfke veya nefret, -masalı ne söylüyorsa- ona göre biçimlenmiştir. Mucize beklentisi, mucizeleri sahiplenme; cezasız kalan suçlar, ağrımayan, acımayan yaralar; keyif olarak sakladığı örselenmeler; tükenmeyen soluk, bitmeyen cesaret, sonsuzluğu soluyan mutluluk ve daha onlarcası, binlercesi hepsi masalların barındırdığı duygulardır.

Biz büyüdükçe masallarımız bizden uzaklaşır. Sönmeye yazgılı yıldızlar gibi. Işığı kesilmemiştir ama uzaklaştıkça soğuyan ışığı -soluklaştığı için olsa gerek-insanda masalın tükeneceği duygusunu uyandırır. Uzaklaştığı duygusuna inandırıldığımız masallarımız barındırdığı tüm duyguları, beklentileri, niyetleri de beraberinde götürmüştür. Bir tanesi hariç! Nedense o hiç gitmez. Korku! Masalların yok olduğu yanılsaması erişkin olmanın mostrası diye kabullenmişizdir. Masalların yerini çirkin bir iştahla dolduran korku, varlığını borçlu olduğu masalları sevmez. Onları yok sayar. Aslında onlardan artık bir duygu olduğunu görmezden gelir. Kendi kendine var olmayı sürdürür. Var olabilmesi masalların yok olmasına bağlıdır. Sinsi bir biçimde, içimizde çoktan yuvalanmış olan korku biz büyürken gelişmesini sürdürür. Bizden ayrı bir biçimde büyüyor olması korkunun sinsiliğinden kaynaklanır. Farkına vardığımızda ise sözcüğün tam anlamı ile iş işten geçmiştir. Nereye kadar büyür diye sormayacak mısınız? Sorun isterseniz. Egemenimiz, sahibimiz olana kadar!

Tren görmemiş bir çocuk yoktur. Tren dendiğinde öfke ile özdeşleşen buhar kalabalığı içinde belirginleşen lokomotif akla gelir. Heybet böylesi bir şeydir. Taşıdığı azamete karşın çocuk için tren ürkütücü değildir. Trene dokunmayı istememiş tek bir çocukluk bile olduğunu sanmıyorum. Çocukluğun masalları dünyadaki tüm trenlerden daha büyüktür. Çocukluğu sarmalayan masallar sonsuzluğun kendisidir. Treni kapsayabilecek tek kılık –bu nedenle- masaldır. Çocuk için trene dokunma hissi korkudan bağımsızdır. Korku, çocuğun gözünde ağırlıksız bir sözcüktür. Farklı bir canlılığa sahip olduğunu düşündüğü, demirden yapılmış, tren denilen, deve dokunma coşkusunun yanında çocuk için korku bir hiçtir! Akla bile gelmez! Esamisi okunmaz. O yaş çocuğu zaten okuma bilmez.
Ankara’da Kurtuluş Meydanından başlayan bir bulvar vardır. Başladığı meydanı değişik yerlere bağlar. Başka kent yolları gibi -mecburiyetten olsa gerek- tıkanıktır. Zor soluk alıp verir ama ölmez. Ağaçsız, çiçeksiz, otsuz, kuşsuz, suya arkadaşlık etmeyen şeye yol denir mi? Böyle çakma yollara, korku ile yozlaşan kent taklidi yerlerde ‘bulvar’ adı verilir.

Bulvar boyunca TCDD sahipliğinde bir arazi vardır. Bu arazi bir süre bulvara yoldaşlık eder. Gelip geçen dolmuş ve otobüsler bu yoldaşlığa tanıktır. Bulvar komşuluğundaki bu arsada bir yere büzüşmüş sesi soluğu kesilmiş kenara çekilmiş trenler görürsünüz. İnanamazsınız. Görmek istemezsiniz. Kentin göğü altında ne kara renklerinden ne de öfke dolu beyaz dumanlarından eser kalmıştır. Baktığınız zaman ne masalın büyüsü ne de masalın treni sarmalayan kılığı vardır. Tasavvurunuzdaki dev yok olmuştur. Heybetinden pek çok şey kaybetmiştir. Trenlerin bir başınalığı içinizi acıtır. Anımsadığınız oyuncak trenlerinizin bile baktığınız trenlere kıyasla daha çok can taşır.

Siz büyürken gölgeniz büyüdü. Gölgeniz büyürken korkularınız büyüdü. Büyüyen korkularınız nedeni ile masallardan uzaklaştınız. Masallarınızın görkemli devleri, size sizi anımsatmasın, cesareti, deli doluluğu pek çok adam gibi duyguyu anımsatmasın diye her şeyi korku ile sarılıp sarmaladınız Bunu yapamadıklarınızı da bir kenara atarak korkudan büzüşmüş görüntüsü vererek kendi ödlekliğinize şan kattınız. Trenlere bakarak ne kadar büyüdüğünüzü düşünmek mi şiarınız?

Ne oldu masallarınıza? Uzaklaşan aslında sizsiniz. Görmüyorsunuz. Çaresizsiniz. Çaresizliğiniz haklı olduğunuzu göstermez. Kulaklarınızdan fışkıracak kadar ruhunuzu doldurmuş korkunuz sizi –zaten- hep haklı kılıyor. Bıkmadınız mı haklı olmaktan?
Hak taşıyan bir saptama var ama: Kimse imgeleminin böylesine saldırı altında kalmasını istemez!

Neler oluyor?

Sizinle birlikte gölgeniz büyümüştür. Sözcükleriniz çoğalmış, renklenmiştir. Gölgenizi, sözcüklerinizi, imgeleminizi besleyen masallarınızdır. Masallarınız heybetini yitirirken gölgeniz uzamış sözcükleriniz dallanmıştır. İmgeleminizde kuraklık baş göstermiştir. Gölgeniz uzamıştır; daha çok korkasınız diye. Sözcükleriniz –yapraksız, çiçeksiz- yalın dallar gibidir. Ürkütücü bir çapraşıklığa sahiptir; korkunuz size egemen olsun diye! Şaşırırsınız: Nereden çıktı bu korku diye sorarsınız. Bir yerden çıkmadı. Masalların gerisindeydi. Sinsi olmayı öğrendi. Gizliden gizliye beslenmeyi öğrendi. Masallarınıza arkanızı döneceğiniz anı kolladı. Siz masallarınızdan uzaklaşana dek sabretti. Ne zaman ki gölgeniz sizi ürkütmeye başladı o zaman saklandığı yerden ortaya çıkıverdi. Ne zaman ki sözcükleriniz size bile anlaşılmaz gelmeye başladı işte o zaman korkunuz kendini göstermeye başladı demektir. Efendinizle tanışma zamanı gelmiştir.

Afrasından tafrasından yeni egemenin kim olduğu artık belli. Bir an önce ona biat etmek zorundasınız. Yoksa! Neler olmaz ki! Unutmayın: Egemeniniz ne derse odur! Size yön veren korkunuzdur.

Korkunuz, beğenmediği her şeye masal muamelesi yapar. Korku, masallardan asla hoşlanmaz. Çünkü merakı besleyen masallardır. Kaf dağını aşma isteğini, azmini, muhalefetini yaratan masallardır. Masalını yitirmemiş birey kendi korkusuna bağışık hale gelmiş bireydir.

Söylemenin tam sırası: Masallarınızın uzaklaştığı falan yok. Hızla uzaklaşan sizsiniz! Sizi terkisine alan korkunuz nedeniyle uzaklaşanın masallar olduğunu sanıyorsunuz. Hayır, uzaklaşan aslında sizsiniz! Neden mi?

Bir düşünün: bebeğinize masal anlatacağınız zaman geldiğinde kafanızı kaldırıp gökyüzünde uzaklaşan yıldız mı aradınız? Hayır. Uzaklaştığı için ortalıkta masal falan kalmadığını sanıyordunuz. Değil oysa! Hiçbir masal insanoğlunu asla yalnız bırakmaz. Kendi kendini masalsız kılan masallara arkasını dönen insandır. Masal hep yerinde kalmıştır. Gölgenizin izinde ondan uzaklaşan sizsiniz. Bebeğinize anlatmak istediğiniz zaman çağırdığınız için masal çıkıp gelmedi. Yerindeydi. Uzaklaştığınız yere dönen siz oldunuz.

Hazır dönmüşken keşke orada kalsanız diyeceğim ama sınırımı biliyorum. Sizi korkunuzdan vazgeçireceğimi düşünerek yazımın tek bir satırını bile okumayacağınızın ayrımındayım. Buna katlanamam doğrusu. Gene de söylemeden edemeyeceğim. Masalların olduğu yere dönüşünüz masallarınızla buluşmak amacını taşımıyor. Keşke öyle olsa. Korkunuza ortak arıyorsunuz. Buldunuz: Şimdi bir çocuğunuz var. Bir an önce çocuğunuzu oradan uzaklaştırmak istediğiniz için oraya döndünüz. Masallar çocuğunuz kapar diye kaygılandınız. Merak etmeyin; çocuk yiyen devler olmasına rağmen masallar çocuk yemez! Ama korku, hem sizi hem çocuğunuzu hatta o çok alımlı bulduğunuz gölgenizi bile yer bitirir. Tüketir! Çocukların neden artık masalsız kaldığını anlıyorsunuz sanırım.
Sizi suçlamıyorum. Korkuyorsunuz çünkü. Korkmayı öğrendiğiniz için masallarınız umurunuzda değil. Bütün bunlar yalnızca sizin sorumlusu olduğunuz olumsuzluklar değil. Siz, size belletildiği üzere davranıyor ve düşünüyorsunuz. Siz, sizden istendiği için korkuyorsunuz. Siz, başkaları aynısının tıpkısını yaptığı için korkuyu kendi iç derebeyiniz biliyorsunuz. Çaresiz kalmamak için korkuyu hayallerinize bile izin vermeyen hoyrat bir egemeniniz kıldınız. Tek yoldaşınız, sürekli olarak kulağınıza çaresizliği fısıldayan korkunuz.

Korkmadığınız takdirde başınıza geleceklerden korkmayı mutlak öğrenirsiniz.
Olmadı öğrenmek için sıraya girer beklersiniz. Sıra mutlak surette size de gelecektir. Korkuyu öğrenmek üzere kendi gönlünüzle kuyruğa girip bekliyor olmanız çok acıklı. Gülünç değil. Bundan sonrasını masal diye anlatırsam daha çok korkmanız olasılığı var(!) Bu nedenle masal sözcüğünü şimdilik bir kenara bırakıyorum.

Masal sözcüğünü bir kenara bıraktığıma göre başka neden söz edebilirim sizce?
Korku diyeceksiniz. Deyin. Korku sözcüğünün çadır tiyatrosu soytarılığında ‘güya’
kılık değiştirmiş olanından söz edeyim: İktidar!

İktidar bir erktir. Söz konusu erki sonsuz süre ile taşımak isteyen, taşımaya yazgılı olduklarına inananlara iktidar ehli adı verilir. Ehliyetleri ehil olduklarından değil bezirgânlıktan kaynaklanır. Bunların grup olabilmişleri olabildiği gibi güruh olmaktan öteye geçememişleri de vardır.

Neyi ne kadar biliyorlar diye aklınıza gelebilir? Sarıldıkları iktidarı bırakmamayı istediklerini bilip dururlar. Malumat hamalı yapıları bilgi barındırmaz.

Barındırmamalıdır. Bilgi şekilsiz bedenlerinde dolayısı ile yapışkan zihinlerinde ciddi aksü lamellere yol açabilir. Korkuyu da mı bilmezler diye soracaksınız?

Korku için bilmek gerekmez. Kullanma kurnazlığına sahip olmak yeterlidir. Yemek tarifi akıcılığında anlatmak isterim. Siz öyle daha iyi anlarsınız diye değil. Ben ancak böyle anlatabildiğim için.

İlk adımda korkuyu ekmek gerekir. İktidar erkinin bireye korkuyu ekmek isteği ve kararlılığından bireyin haberdar olmaması gerekir. Kişi için korku, hikmeti kendinden menkul yol kenarında biten otlar gibi algılanmalı. Kişi, onun kendi korkusu olduğuna inanmalı.

Yol kenarındaki otları yağmur, kar, rüzgâr ve ısı besler.

Ya içimizdeki, kendimizden bildiğimiz korkuyu? Onu kim/ler besler?
İktidar erkine sahip çıkmış olan güruh besler. Nasıl?
Kaygılarınızı çoğaltarak!
Ne zaman çocuk sahibi olmak gerek? Kaç tane? Kimler?
Nasıl çocuk yetiştireceğinizi biliyor musunuz? (Ya bilmiyorsanız?)
Kendinizden korkmayı öğrendiniz. Bunun için kitaplar okudunuz. Filmler seyrettiniz. Beton girintilerinde büzüşerek yaşamayı öğrendiniz. Habil olup Kabil’inizi yarattınız. Kabil olup Habil’inizi beklediniz.

Dua etmeyi öğrendiniz. Ah etmeyi bellediniz. Ellerinizi bacaklarınızın arasında kavuşturup kader adını verdiğiniz teslimiyeti kucağınızda büyüttünüz.
Böyle olasınız diye insanlığınıza, masallarınıza rahmet okutan zalimlere oy verdiniz. Aman korkuyu başınızdan eksik etmesinler diye.
Size düşen bir şey daha var: Öğrendiklerinizin tamamını ocuğunuza nasıl öğreteceksiniz?

Ya öğretemezseniz?
İşte korku duyacağınız bir şey daha!
Korkmayın.

Tüm korkularınız karşısında sizi koruyacak tek şeyi gözden kaçırıyorsunuz.
İktidar erkini taşıyan ehillerle uzak yakın bağlantısı olmayan bir araç. O kadar masum ki! Tecavüze uğramış kör kız onun yanında bar yosması boyama sarışından beter bir
ahlak sergiler. Yok, artık daha neler demeyin. Psikiyatriden söz ediyorum.

İktidar ehlinin gerek korkuyu ekerken gerek beslerken gerekse korkuyu iklimleme aracı gibi kullanırken hiç vaz geçemediği taşeronu psikiyatridir. Belli bir tıp disiplininin amacından uzaklaştırılarak yozlaştırılmasından söz ediyorum. Psikiyatri ruh sağlığı ve hastalıkları klinik tıp dalına verilen isimdir. Unvanı ile birlikte psikiyatri uzmanlığı yaftasını taşıyanların sağlıktan bahsettiklerine tanık oldunuz mu hiç? Varsa yoksa hastalık! Hastalık adından başka ne bir bildikleri var ne de hatırladıkları! Hangisi korkutucudur; sağlık mı hastalık mı? Hastalık tabii.

İktidar erki, ehliyetli ehliyetsiz güruhu bir araya getirdikten sonra egemenliklerini sür-git bir biçime sokmak için kullanmak için psikiyatriden daha uygun bir araç isteseler de bulamazlar.

Çağın korkusunu oluştururken psikiyatri kadar kullanışlı olanı var mı? Üstelik ederi neredeyse sıfır. Sistemleşen egemenlik nasıl ruh hekimlerinin yetişeceğinin tanımını yapmıştır. Nasıl bir ruh hekimi?

Bilgisayar mekanikliğinde tanı koyan; düşünmeyen, hissetmeyen ama korkan, masallarına arkasını dönmüş, ruhu büzüşmüş ruh hekimleri yetiştiren sistem hegemonyasını sürdürecek, iktidarına ortak çıkmadan yaltaklık edecek yalakalarını var ettikten sonra onları aramaz. Koşa koşa onlar gelirler. Onlar, gelebilmek için neler yaparlar neler! Dernekler kurarlar, Kongre eğlenceleri düzenlerler. Kitap(lar) yazarlar. Maydanozdan rüşvete her bir şeyin uzmanı olarak nöbet tutarlar. Anında televizyona çıkmak, uzatılan her mikrofona konuşmak için. Neden yalnızca aklınıza Türkiye geldi ki? Dünyanın çoğu yerinde böyle.

Ancak değişmeyen bir hızla kendini tüketmek, kendi korkudan tir tir titrerken bir de korkutmaya çalışarak ayakta kalmaya çalışmak yalnızca gelişemeyen ülkeler için geçerli.
Korkmak kişiyi güçlü kılmıyor. Korktuğu için iktidar ortağı olabilene yalnızca ben değil başka kimsenin rastlamış olabileceğini sanmıyorum.

Korkutmak? Tek başına iktidar olmak için yetmez. Yoksa gülünç bir hale gelirsiniz. Korkutabilmek için belli bir güruhun içinde olabilmek gerek. İktidardan söz ediyorum. İktidar korkutmalı. Öfkelenmeli mi? Öfke, iktidara yakışmayan korkaklığın tezahürüdür. Güç sahibi olmanın omnipotensi (tüm güçlülük zehabı) bazen kısa devreye yol açarak sara benzeri öfke ataklarına yol açabilir. Kimseyi korkutamaz. Ama kendi çok korkar. İktidar böyle olumsuz sonuçlara da yol açabilmektedir.

İktidardan söz ediyorum. İnsanın kendini insanca yönetebilmesinden değil. Korkunun egemen güçlerce bir araç olarak kullanılabilmesinde kimliksiz ve kişiliksiz bir unsur olarak psikiyatrinin kullanılışı mesleğin ilkelerinden ve doğru uygulamasından bağımsızdır.

Korkularınız karşısında sizi korumasını beklerken medet umduğunuz psikiyatri ummadık ne işler açıyor başınıza! Farkında mısınız? Siz psikiyatriyi, size, insan halini armağan eden bir derinlik olarak görürken o kuyunuzu kazan bir taşeron(muş) meğer. Bezirgânlar evrensel, ebed müddet iktidarları için psikiyatriyi kullanıyorlarsa eğer sorumlu kim? Korkularına sahip çıkanlar mı? Yoksa masallarına arkalarını dönenler mi?
Buna –şu andan başlayarak-kararı verecek olan sizsiniz.

Korkunun yol açtığı eylemlerinizi bilmek ister misiniz? (Bilmiyorsanız eğer psikiyatri, elindeki uzun tanı listesi ile yardımınıza koşmaya hazırdır) Eylemleriniz:
Soru sormazsınız. Yanıt aramazsınız. Ama öfkelenirsiniz. Ama kurban olmayı göze almışsınızdır. Kimi yok edeceğinizi, neleri yok sayacağınızı bildiğinize inanırsınız.

Görmezden gelinmeye alışmışsınızdır. Var olmak muhalefet demek. Ne korku verici!
En iyisi yok sayılmak! Korkunun mayası kuşkudur. Ekşi de olsa asla eksik etmesiniz. Elinizden gelse içtiğiniz suya bile ekleyeceksiniz. Korkusundan vazgeçmektense ölmeyi yeğ tutanların kahramanlık menkıbeleri(!) sabah akşam ettiğiniz duanız olmuş.
Sizi bu hale getiren siz oluyorsunuz. Psikiyatri, iştahla sürdürdüğünüz korku sürecinin -iktidarın size zevkle sunduğu- ikram tepsisi.

Daha şimdiden uzanmaya başladınız bile. Oysa korku karın doyurmuyor.
Tuhaf açlıkların nedeni yalnızca. Şair’e nazire yapmanın tam sırası şimdi:

“Mademki ruhunda korkun var,
Benden izin sana,
Kork korkabildiğin kadar”
(Nazım Hikmet)

Dünden Bugüne Türban..

Dostlar,

Türkiye gündemi alt üst..

İnanılmaz bir kurgu ile savruluyoruz..

YAŞ kararları, 40 paşamızı hüküm giymeden infaz etti adeta..
Emekliye ayırdı..

Artan şehitlerimiz, Afyon patlaması, Oslo skandalı derken..

Ardından 4+4+4 dayatması ile okullar gündeme oturdu..

Şimdilerde de BALYOZ Davasının zalım mı zalım kararları ile sersemleştirilmiş durumdayız.

Ama Türban ilköğretime indirildi..

5,5 yaşında bebeler türbanla okula gidiyorlar..

Dünden bugüne türban konusunu anımsamak ve anımsatmak zorunlu oldu..

Toplumu yoğun gündem oyunlarıyşa yormak da planın bir parçası ne yazık ki..

Hattı müdafa yok, sathı müdafa var..

O satıh bütün vatan..

Vatanı ve millleti için çalışanlar 1. sınıf insanlardır..

Balyoz’da insafızca mahkum edilen Mustafa Kemal’in askerleri başta olmak üzere..

Türban sorununu göz ardı etmeyelim..

Kemal Kılıçdaroğlu’na şükran borçluyuz..

Laiklik tehlikede değil.. buyurduğu için..

Üniversitede türbana, hukuk ve mahkeme kararlarını ayaklar altına alarak fiilen vize verdiği için.. Üstelik AİHS uyarınca AİHM’nin kesinleşmiş bağlayıcı kararlarına karşın. Konu hukuksal olarak tümüyle kapanmışken..

İşimiz çok zor çoook.

Lütfen aşağıdaki erişkeyi (linki) tıklayarak Türban ile ilgili gerçekleri anımsayalım, anımsatalım..

Turban_dunden_bugune

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 24.9.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net