Günlük arşivler: 16 Eylül 2012

900 üncü dosya : 12 Eylül 1980 darbesinin 32. yılı; İşkenceleri unutamıyoruz..


Dostlar,

12 Eylül haftasını uğurluyoruz..

Tam 32 yıl önceydi..

Biz, Hacettepe Tıp Fakültesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı’nda tıpta uzmanlık eğitimi alıyorduk.

Her gün 20 dolayında insanımız karanlık cinayetlere kurban giderken;
askeri darbenin kanlı kulvarı da döşeniyordu..

Zaten 12 Mart 1971 darbesi öncesinde Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç,
“Sosyal uyanış ekonomik gelişmeyi aştı..” buyurmuştu (!).. 27 Mayıs Devriminin ülkemize armağanı olan özgürlükçü 1961 Anayasasının 35 maddesi 12 Mart döneminde değiştirilmişti.

Ama ülke, gene de, Başbakan Demire’in deyimiyle “70 sente muhtaç” idi!

Bu kez 24 Ocak 1980 kararları ile ülkemiz tam bir ekonomik sömürge kılındı.
Ama alınacak yakıcı önlemler ancak sıkıyönetimle halka dayatılabilirdi.

Gereği yapılıyordu Atlantik ötesiyle işbirliği içinde..

Algısı yönetilen garip halkımızın deyimiyle “anarşitler” bir türlü rahat durmuyordu.
Devlet böyyüklerimiz de anarşiye hikmetli tanılar koyuyor ve “sağ – sol çatışması” diyorlardı.

Başbakan Süleyman Demirel ise;

– “Sokaklar yürümekle aşınmaz..” buyuruyor ve
– “Bana sağcılar – Milliyetçiler suç işliyor dedirtemezsiniz..” diye diklenerek
açıkça sağdan yana, sola karşıt politik tutum koyuyordu.

* * * * * *

Biz de bu süreçte çok ağır bir bedel ödemiş, emniyet başkomiseri olan babamız
Halis Zeki Saltık‘ı İstanbul Sirkeci’de bir operasyonda görev şehidi olarak vermiştik.
46 yaşında idi henüz.. Tarih 7.7.1980 idi ve 7 kurşun yemişti..

Birkaç aydır Ankara’da bizimle kalan acılı anamız, bizi sabah erkenden uyandırdı ve
ironik bir sevinçle;

– Kalkın kalkın, askeri darbe olmuş.. dedi.

Akan kan o gün “bıçak gibi” kesildi ?!

Zavallı anamız da, ister istemez, “Birkaç ay önce neredeydiniz??” isyanındaydı.

Annemiz 13 yıl sevgin (aziz) eşinin derin yasını tuttu. O psikoloji (kronik yas sendromu) içinde de dalgınlığının ürünü olarak feci bir trafik kazasında bizlere veda etti..

13 yıldır zaten yaşayan bir ölüydü.

* * * * * *

Ailemiz 12 Eylül’e 2 aziz varlığını kurban verdi aslında : Annemiz ve babamız..

Bizi geçelim, anababamıza doyamadık ama bizden küçük 2 kardeşimizin yitiği çok daha büyüktü. Anne ve babamız yaşasalardı, aramızdaki yaş farkı giderek önemsizleşecek ve belki de “arkadaş” olacaktık birbirimizle..

Bir de 16 Mart 1978 İstanbul Üniversitesi olaylarında gözaltına alınan Hukuk Fakültesi öğrencisi kuzenimiz var.. Ali Asker Saltık.. Tam anlamıyla telef oldu..
Yıllarca Metris’te tutuklu hapis kaldı ve örneğin tırnakları sökülerek işkence gördü.

Ruh ve beden sağlığını yitirdi.. Yıllar sonra fakülteyi bitirdi, avukatlık stajını da yaptı ama, 1959 doğumlu bu kardeşimiz, hiçbir biçimde yaşama tutunamadı..
Çalışamıyor, yaşları 80’i geçen anababasıyla birlikte acı yazgısını (!?) paylaşıyor..

* * * * * *
Bu arada biz de, öyküsünü çok ilginç ve öğretici bulacağınızı umduğumuz biçimde fişlendik! Aktaralım tarihe not düşmek üzere :

Rahmetli Türkan Saylan ile ters düşerek, Elazığ Cüzzam Hastanesi Başhekimliği görevimizden istifa etmiş, bir Halk Sağlığı Uzmanı olarak ekmek parası için zoraki muayenehane açmıştık. Bir süre sonra Elazığ Polis Okulu bir hekim alınacağı ilanı verdi ve başvurduk. Babamız o ocaktan geliyordu, ekmeğini yemiştik, bir süre hizmet verelim, “vefamız olsun” diye düşündük. Ancak aylarca yanıt verilmedi. 2. kez dilekçe verdik, yanıt istedik.

Hiç gerekçe göstermeden “..atamanız uygun görülmemiştir..” dendi 2 satırla.
O dönemde, 12 Eylül’ün hızlı başlangıç yıllarında “Güvenlik Soruşturması” diye bir zorunluk konmuştu kamuda görev almak için.

Yani açık açık fişleniyordu insanlar.. Demek ki biz de fişlenmiştik. Oysa babamız emniyet şehidi idi ve göreve alınacağımızı düşünüyorduk. O halde epey boynuzumuz, kuyruğumuz olmalıydı.

Annemizin çok zoruna gitmişti. Ankara’da Emniyet Genel Müdür yardımcısının odasında idik. Annemiz ısrarla suçumuzu soruyordu. Emniyet Genel Müdür yardımcısı ise “açıklayamam” diyordu elindeki dosyaya bakıp. Fişlenmiştik. Tek yol yargı idi,
belki öğrenebilirdik..

İçimize sindiremedik ve Ankara İdare Mahkemesinde dava açtık.
Birkaç yıl geçti aradan.

O sıralar ABD’ye gittik ve 4 ay kadar kaldık. Dönüşümüzde Ankara’da dava dosyasına baktık. En sonda, 3 kırmızı hilal damgalı, çok gizli anlamında bir zarf vardı.
Yasaya göre biz onları göremiyorduk. İdare savunmasını yaparken dilediği evrakı, belgeyi dosyaya koyabilir, “gizli” olarak da niteleyebilirdi. Artık yargıçlar nasıl yönlendirilirse.. Adalet hak getire.. Bir biçimde, bu zarfın içindeki Emniyet
Genel Müdürlüğü’nün sözde savunma belgelerine bakabildik. Dehşet içinde idik.. Derken bir azar sesi ve sert bir elle müdahale ile dosya elimizden alındı.
Ne görmüştük?

1. Kürtçülük yapmaktaydık..
2. Dev-Sol sempatizanı idik..
3. Mesleğimizde başarısızdık..
4. Yurt dışına çıkmamız Palu’da bir mahkeme tarafından yasaklanmıştı..
5. Halk Sağlığı Uzmanlığı Polis Okulu hekimliği için uygun değildi..
(Pratisyen hekim arıyorlardı..)

Bunlar, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün savunma belgeleriydi,
bizi Elazığ Polis Okulu hekimliğine atamamak için!

Derin bir acı içinde ne yapacağımızı düşünürken, davamıza bakan mahkeme başkanının kapısını çaldık. Deneyimli yargıç perişanlığımızı fark etmiş olmalı ki,
bizi dikkatle dinledi :

Kürtçe’nin “K” sını bile bilmiyorduk, mesleğimiz hekimlik idi,
tüm insanlar bize eşit uzaklıkta idi. Savaşta bile!

Babamızı, söylendiğine göre Dev-Sol militanları vurmuştu ve davaya müdahil idik üstelik.. Fakat Dev-Sol smpatizanı (militanı bile değil!) olmakla suçlanıyorduk.

Hekimlere başarı sicilini ne zamandan beri polisler veriyordu?? Hacettepe ve İstanbul Tıp Fakültesi gibi ülkenin en yüksek puanlarıyla girilen fakültelerde okumuş ve
uzmanlık eğitimi almıştık. İstanbul Tıp Fakültesini 83 not ortalaması ile bitirmiştik (1977).. Öğrenciliğimizde ve sonrasında kendi çabamızla yurtdışı eğitim de almıştık.

En sonki ise tümüyle uydurma idi.. Üstelik dosya numaraları da veriliyordu ve elbette sanal (uydurma, yalan!) idi. Hiçbir biçimde bu tür bir davaya muhatap olmamış,
Palu’yu hiç görmemiştik, talimatla da ifademiz alınmamıştı vs.
“Dosyayı getirtin..” diye İdare Mahkemesine ısrarlı olduk..

Ayrıca yurt dışına çıkmamız güya yasaktı ama ABD’den yeni dönmüştük. Pasaportumuzun giriş çıkış damgaları ve tarihleri Palu …… mahkemesinin gerçekte olmayan ama Emniyet Genel Müdülüğü’nün gerçek dışı bildirimde bulunduğu yasağını yalanlıyordu.

Ne yapacaktık?

Sayın Mahkeme Başkanı bir dilekçe yazarak belgeleri eklememizi istedi.
Türk Tabipleri Birliği’nden de rahmetli Genel Sekreter Nevzat Eren imzasıyla,
bir Halk Sağlığı Uzmanı’nın Polis Okulu Hekimliğini bir pratisyenden
daha yetkin yapabileceğine ilişkin “teknik görüş” aldık.

Davayı kazandık!

3 yılı geçmişti.. Ekmek paramızı bir Halk Sağlığı Uzmanı olarak muayenehanemizde kazanıyorduk! 1986’lara gelmiştik. Emniyet Genel Müdürlüğü temyiz sonrası umudunu yitirdi ve bizi o göreve çağırdı. Reddettik buruklukla.. Ama, Sağlık Bakanlığı’na
kamu görevine dönmek için başvuru yapacağımızı, “fişlemenin iptaliyle” kamu görevine dönüşümüze engel olunmamasını rica ettik Elazığ Emniyet Müdürlüğünden..

Babamızı tanıyanlar da vardı.. Fişleme kaldırıldı ve o günlerde Elazığ’a bir konferansa gelen TTB Başkanı Prof. Dr. Nusret Fişek’e sunduğumuz dilekçe ile (Müsteşar Tandoğan Tokgöz’e iletti) İl Sağlık Müdürlüğü’ne Halk Sağlığı Uzmanı olarak atandık. Müdür Vekilimiz ise bir psikiyatri uzmanı idi.

Kısa süre sonra Bölge Halk Sağlığı Laboratuvarı Müdürü olduk.
2 yıl kadar sonra da, 1988’de Edirne’deki Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi
Halk Sağlığı Anabilim Dalı’na yardımcı doçent olarak atandık, bu Anabilim Dalını kurduk ve 2004’te Ankara Tıp Fakültesi’ne geçene dek 16 yıl yönettik..

* * * * * *
Bunları konuyu özelimize çekmek için yazmadık..

Herkes başından geçenleri yazsın, geleceğin tarih yazıcılarına kaynak olsun istedik.

ABD toplumsal bellekte kalıcı bir iz bırakmak istedi.

Post travmatik (travma sonrası) stres bozukluğu kalıcı olsun ve onyıllarca,
kuşaklar boyu sürsün istediler..

Bilinç altında “Ruhsal apseler” oluşsun ve boşaltılamasın, zonklasın diye..

Toplum ayrışsın ve birbirine düşman olsun istediler..

Ulusal kaynaşmamızı engellemek içindi 12 Eylül 1980 kurgusu. ;
Kin ve nefret tohumları saçtılar..

Sorumlularını 32 yıl sonra yargılayamıyoruz elbette..

AKP 12 Eylül’den hesap sorma uydurnasıyla toplumu aldatarak duygu sömürüsü yapıyor.

ABD’de CIA Başkanı, darbeden birkaç dakika sonra Başkanın kulağına eğilerek
şu tümceyi kuruyordu :

– “Mr. President, Our boys have done it..” (It : coup d’eta; darbe)

Bizim oğlanlar bekleneni (darbeyi) yaptı..

* * * * *

12 Eylül 1980 darbecileri binlerce insanımıza akıl almaz işkenceler uyguladı; unutmadık!

12 Eylül dönemini anlamak için şu rakamları mutlaka göz önünde tutmak gerekiyor:

650 bin kişi gözaltına alındı,
1 milyon 683 bin kişi fişlendi,
açılan 210 bin davada 230 bin kişi yargılandı,
7 bin kişi için idam cezası istendi,
517 kişiye idam cezası verildi,
50 kişi infaz edildi,
idamı istenen 259 kişinin idam kararı TBMM’ye gönderildi,
71 bin kişi TCK’nın 141, 142 ve 163. maddelerinden yargılandı.
98 bin 404 kişi ‘örgüt üyesi olmak’ suçundan yargılandı,
388 bin kişiye pasaport verilmedi,

171 kişinin işkenceden öldüğü belgelendi,

300 kişi kuşkulu şekilde öldü,
Cezaevlerinde 299 kişi yaşamını yitirdi,
14 kişi açlık grevinde öldü,
16 kişi ‘kaçarken’ vuruldu,
95 kişi ‘çatışmada’ öldürüldü,
73 kişiye ‘doğal ölüm’ raporu verildi,
43 kişinin ‘intihar ettiği’ açıklandı,
937 film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı,
14 bin kişi vatandaşlıktan çıkarıldı,
30 bin kişi yurt dışına çıkmak zorunda kaldı,
23 bin 677 derneğin çalışması durduruldu,
3 bin 854 öğretmen, üniversitede görevli, 120 öğretim üyesi ve 47 yargıcın
işine son verildi,
400 gazeteci için 4 bin yıl hapis cezası istendi,
31 gazeteci cezaevine girdi,
300 gazeteci saldırıya uğradı,
3 gazeteci silahla öldürüldü. (www.kemalistler.net, 15.9.12)

* * * * * *
27 Mayıs Devrimi’nin ve ulusumuza -hatta insanlığa- görkemli armağanı
1961 Anayasasının 
intikamı hala alınamadı!?

24 Ocak 1980 kararları ile ülke piyasa ekonomisine ümüğünden bağlandı.
Ama anayasada hala sosyal hukuk devleti vb. kamusal kavramlar vardı..
Son raund galiba sözde “yeni anayasa” ile tamamlanacak..

Büyük Atatürk‘ün tam bağımsız, onurlu, başı dik anti-emperyalist örnek mazlum ülkesi
Türkiye, emperyalisterin elinde oyuncak oldu iktidara getirdikleri işbirlikçiler eliyle.

Şimdilerde, BOP eşbaşkanı yöneticileriyle kendi kendisini parçalamakla meşgul..

Bir de, 30 yıl sonra, 5 generalden 2’si kalmış geriye, onlar da 90’ı geçmiş ve
sözde yargılıyoruz onları.. Mahkemeye bile gelemiyorlar zavallı ihtiyarlar. Bu denli de gerçeklikten kopuk şizofrenik bir tutumla halkı gerçekte kendimizi kandırarak!??

32 yıl sonra acı ve günümüze dönük ağır kaygılarımızla..
Ama daha fazlasıyla da umutla!

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 15.9.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Bingöl’de polis aracına mayınlı saldırı: 8 şehit, 9 yaralı

Dostlar,

Bingöl Karlıova kırsalında polis aracına mayınlı tuzak ve 8 çevik kuvvet polisimiz şehit, 9’u da yaralı.

Haydi ezberimizi (ritüelimizi) yerine getirelim :

– Şehitlere Allah’tan rahmet, acılı ailelerine ve milletimize başsağlığı

– Yaralılara acil şifalar.. dileyelim.

İşte ezber böyle bir şeydir.
Aklınız tutulur, başka hiçbir şey düşünemezsiniz.
Robotlaşmış ya da robotlaştırılmışsınızdır.
İşlevi budur ezberin ve kimliksizleştirilmiş ezberci güruhların

Ezber zihinsel soykırımdır..

İktidar o yüzden 4+4+4 ile daha 5 yaşında yavruların beynini ele geçirmek, ezberci eğitim ile zihinsel soykırım uygulamak ve “İmamın ordusunu” yetiştirmek istiyor..

Bu arada ülkenin garibanlarının çoluk çocuğu vatan savunmasında telef oluyor..

Ama yalnız garibanlarının.. Buraya dikkat..

Yöneticilerimizin çocukları imam hatiplerde değil yabancı okullarda okuyor ve
nedense askerliğe elvermiyor sağlık durumları!?

30 bin TL’yi bastıran eline tüfek bile almadan askerlikten bağışık..

Bu parayı bulamayan da ya taranarak 30 kurşun yiyor ya da gövdesi 30 parçaya bölünüyor,
boş tabutla taşınıp, boş kefenle defnediliyor; Afyon’da olduğu gibi..

Afyon’un tarikatçı valisi (İrfan Balkanlıoğlu) açık alanda alkollü içkiyi yasaklayarak 4. Murat’a öykünüyor ve daha yüksek mevkilere yatırım yapıyor fakat ili içinde cephaneliğe sabotaj yapılıyor (CHP başkanı K. Kılıçdarğlu’na göre % 99,5 sabotaj!) ama istihbarat edinemiyor, 25 şehidi engelleyemiyor ?!

Sonra da, bu nasıl bir eğitim, nasıl bir terbiye ve vicdan ise, 25 şehidin cenazeleri memleketlerine yollanırken, “parti parti yolluyoruz..” diyebiliyor.
Ne zavallı bir durum.. mal mı yolluyorsun parti parti Vali bey?

İşte entellektüel birikim, burjuva (?) terbiyesi, şehide saygı bu kadar..
Ama yandaş ya, o yeter..

RT Erdoğan’ın İstanbul Belediyesi takımından İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin de Ankara Kumrular sokaktaki patlamada 5 yitik için “5 adet-tane ölümüz var..” dememiiş miydi? Vatandaşa “takla at da mutluluğunu göreyim..” dememiş miydi Aşkale’de?

Bakan Şahin, CIA görevlisi Angelina Jolie ile makamında sohbet ederken kahkahadan yana devrilmemiş miydi? Yoksa “güzelim” (!) Jolie’ye daha yakından “bakan” mıydı?

İşte Türkiye böyle bir kadro tarafından yönetiliyor.

Bedeli de, artık her gün olağan hale gelen yürekler yakan şehit – yaralanma haberleri..

Necip milletimiz, kömür-makarna-bulgur karşılığı oy veriyor; şehit – gazi olarak bedelini ödüyor..

Ne denli saçma tümceler kuruyoruz hiç düşünüyor muyuz ?

Şehitlere Allah’tan rahmet diliyoruz.. Oysa onların yeri zaten cennet değil mi? Cennete konmak Tanrı’nın en büyük rahmeti değil mi? Eee, bizim rahmet dilememizin ne anlamı var ??

Türkiye kararlılıkla PKK kalkışmasını bitirmek zorunda..

Müzakerenin faturası görüldü..
Güvenlik güçleri dahil, çok yönlü stratejik mücadele.. Başka yolu yok!

Bölge petrol bölgesi ve Sevr’de 1920’de gerçekleştirilemeyen proje 100 yıl sonra,
2020’lerde başarılmak isteniyor.

Bu hususu konferanslarımızda haritalarla yıllarca anlattık durduk Anadolu’da…

Tablonun adı YENİ SEVR !

Sorun masum Kürt hakları vs. asla değil!

AB Kopenhag Ölçütlerinde öngörülenler fazlasıyla tanındı, ne oldu; hep daha fazlası istendi. Oyunun kuralı bu.. Çünkü amaç bu bölgede kukla Kürt devleti kurarak hem jeo-stratejik konumlanma hem de başta petrol olmak üzere yeraltı maden zenginliklerinin yönetimini kuklaları eliyle denetlemek.

Herkesin aynaya bakarak acı gerçekle yüzleşmesi ve ULUSAL BİR SEFERBERLİK içine girmesi zorunlu.

Ama, bu ULUSAL SEFERBERLİK; tablonun sorumlusu ve taşeronu iktidar ile değil;
onu tasfiye ederek..

İvedi misyon, BOP eşbaşkanlığı ile taşeron politikalar güden iktidardan kurtulmak..

Bir kez daha soralım :
Hiç kalbur üstü kesimin çocukları var mı şehit – gazi asker – polis içinde ??

Sevgi, saygı ve acı ile.
Ankara, 16.9.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
===================================================================

Bingöl’de polis aracına mayınlı saldırı: 8 şehit, 9 yaralı

Bingöl-Erzurum Karayolu Karlıova ilçesi Hacılar köyü mevkisinde, çevik kuvvet polis aracının geçişi sırasında, önceden menfeze yerleştirilmiş patlayıcının infilak etmesi sonucu ilk belirlemelere göre 8 polisin şehit olduğu, 9 polisin de yaralandığı öğrenildi.

Bingöl-Erzurum Karayolu Karlıova ilçesi Hacılar köyü mevkisinde, polis aracının geçişi sırasında mayın patladı. Yetkililerden alınan bilgiye göre, Karlıova ilçesindeki bir görevden dönen Bingöl Emniyet Müdürlüğü Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü ekibini taşıyan minibüsün geçişi sırasında, Bingöl-Erzurum Karayolu Karlıova ilçesi Hacılar köyü mevkisinde önceden terör örgütü mensuplarınca menfeze yerleştirilmiş patlayıcı infilak etti.

Patlamada, ilk belirlemelere göre, 8 polis memuru şehit oldu, 9 polis de yaralandı. Yaralılar, ambulanslarla Bingöl Devlet Hastanesi Acil Servisi’ne kaldırılıyor. Öte yandan olay yerinde geniş güvenlik önlemleri alındığı gözlendi.

Patlamada şehit olan polislerin kimlikleri belirlendi

Bingöl-Erzurum karayolunda teröristlerce düzenlenen mayınlı saldırıda şehit olan polislerin kimlikleri belirlendi. Karlıova ilçesinde görevden dönen Bingöl Emniyet Müdürlüğü Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü ekibini taşıyan minibüsün geçişi sırasında, Karlıova ilçesi Hacılar köyü mevkisinde önceden terör örgütü mensuplarınca menfeze yerleştirilmiş patlayıcının infilak etmesi sonucu şehit olan polislerin isimleri ve memleketleri öğrenildi.

Bingöl Emniyet Müdürlüğü yetkililerinden alınan bilgiye göre, şehitlerin isimleri ve memleketleri şöyle: ”Gökhan Kuzu (Malatya), Fatih Celayir (İstanbul-Fatih) Cuma Mercimek (Hatay-Reyhanlı), Samet Kırcalı (İzmir), Ümit Yıldırım (Trabzon-Araklı), Murat Toprak (Adıyaman-Kahta), Osman Küçükdillan (Konya-Kadınhanı) ve
Şehmus Karakut (Diyarbakır-Lice).”

Yaralı polisler Serkan Kabuk, Ali Kırlar, Muhammet Demir, Caner Gülseren, Zafer Şahinli, Yusuf Özbey ve
Rıza Alper Pınarlı’nın da Bingöl Devlet Hastanesi’nde tedavilerinin sürdüğü öğrenildi.

Öte yandan patlama sırasında yakınlarda bulunan Nur Zelal İslamoğlu adlı bir kız çocuğunun da ayağından yaralandığı, tedavisinin aynı hastanede sürdüğü belirtildi.

Bingöl Valisi Güvençer’den açıklama

Bingöl Valisi Mustafa Hakan Güvençer, yaptığı açıklamada, saldırıda şehit olan polislere rahmet, yakınlarına başsağlığı dileğinde bulunarak, ”Tüm insanlarımızın başı sağ olsun” diye konuştu.

Sabah saat 09.45 sıralarında Karlıova ilçesindeki bir asayiş görevinden dönmekte olan İl Emniyet Müdürlüğü Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü’ne ait araçların geri dönüşleri sırasında, Hacılar köyü mevkisinde menfeze döşenen patlayıcının infilak ettirildiğini belirten Vali Güvençer, şöyle konuştu: ”Darbe sonucu olay mahallinde ne yazık ki 8 kardeşimizi şehit verdik. 7 yaralımız var. Yaralılarımızdan sadece biri hayati tehlike taşıyor. Saat 11.45 itibarıyla tüm şehit ve yaralılarımız Bingöl Devlet Hastanesi’ne intikal ettirildi. Yaralılarımıza tüm tıbbi müdahaleler yapıldı. Ağır yaralı 1 arkadaşımız yoğun bakım servisinde. 4 saat sonra hekimlerimiz tarafından yapılacak değerlendirme sonrasında gerek duyulursa Elazığ’a sevkini sağlayacağız.”

Güvençer, olaydan hemen sonra yakın çevredeki birliklerin operasyona hazır duruma getirildiğini de belirterek ”Olaydan en geç 45 dakika sonra tüm birliklerimiz olay mahallinde çok kuvvetli bir operasyona başladı. Şu anda devam ediyor. Komutanlarımız olay yerinde operasyonu yürütüyorlar. Çok kısa zaman içerisinde bu lanetlenecek olayı meydana getirenlerin hakkından geleceğimize inanıyorum” dedi.

Patlama yerine uzak olmakla birlikte sıçrayan taşlarla 8 yaşındaki bir kız çocuğunun bacağından yaralandığı bilgisini de veren Vali Mustafa Hakan Güvençer, yaralı çocuğun da Bingöl Devlet Hastanesi’nde tedavi altında olduğunu sözlerine ekledi.

Polis minibüsü çekiciyle Bingöl’e götürüldü

Bingöl-Erzurum karayolunda 8 polisin şehit olduğu, 1 çocuk ve 7 polisin de yaralandığı patlama nedeniyle kapatılan yol, minibüsün çekiciyle kaldırılmasının ardından trafiğe açıldı.

Bingöl-Erzurum karayolu Karlıova ilçesi Hacılar köyü mevkisindeki patlamada şehit olan ve yaralanan polis memurlarının Bingöl Devlet Hastanesi’ne kaldırılmasının ardından güvenlik güçleri olay yerinde inceleme yaptı.

Çalışma nedeniyle yol, yaklaşık 4 saat trafiğe kapandı. Patlamada hasar gören minibüs, yoldan alınarak çekici ile Bingöl’e götürüldü. Yoldaki onarım çalışması sonrasında Bingöl-Erzurum Karayolu yeniden ulaşıma açıldı. Öte yandan, bölgede teröristlere yönelik başlatılan operasyon sürüyor.

Cenazeler otopsi için Malatya Adli Tıp Kurumu’na gönderildi

Bingöl-Erzurum karayolunda meydana gelen mayın patlamasında şehit olan polis memurlarının cenazeleri, otopsi için Malatya Adli Tıp Kurumu’na gönderildi.

Bingöl-Erzurum karayolu Karlıova ilçesi Hacılar köyü mevkisindeki patlamada şehit olan ve Bingöl Devlet Hastanesi ile Kadın Doğum ve Çocuk Hastalıkları Hastanesi morglarına kaldırılan polis memurlarının naaşları, otopsi için Malatya Adli Tıp Kurumu’na gönderilmek üzere ambulanslara alındı. Ambulanslar, Bingöl Emniyet Müdürlüğü önünden konvoy halinde Malatya’ya hareket etti.

Öte yandan Vali Mustafa Hakan Güvençer, Bingöl Devlet Hastanesi’ne gelerek tedavileri süren yaralı polisleri ziyaret etti ve yetkililerden bilgi aldı.

Şehit polislerin baba ocaklarına ateş düştü

Şehit polis Osman Küçükdillan’ın baba ocağında yas var. Küçükdillan’ın merkez Selçuklu ilçesi Bosna Hersek Mahallesi’ndeki baba evine acı haber, emniyet görevlilerince verildi. Oğlunun şehit haberini aldığında gözyaşları döken baba Mevlüt Küçükdillan’ı yakınları teselli etmeye çalıştı.

Baba Küçükdillan, gazetecilere yaptığı açıklamada, ”Ne diyeceğiz! Şehit olmuş… ‘Vatan sağ olsun’ diyeceğiz. Söyleyeceğim başka bir şey yok” dedi. Baba Küçükdillan, oğluyla en son 3 gün önce görüştüklerini ve şehit olan oğlunun kendisine; ”15-20 kişilik bir ekiple yolları kontrol ediyoruz” dediğini belirtti.

Patlamada şehit olan Osman Küçükdillan’ın (23), iki yıl önce Hatice Küçükdillan ile evlendiği, henüz 1 yaşında Davut isminde çocuğu olduğu ve 2 aydır da Bingöl’de görev yaptığı öğrenildi.

Şehit polis memuru Fatih Celayir’in Elazığ’daki baba evinde hüzün var. Celayir’in Ataşehir Mahallesi Orcikli Sokak’taki evine Türk bayrağı asıldı. Celayir’in evine polis ve sağlık ekipleri geldi.

Elazığ Valisi Muammer Erol, Belediye Başkan Yardımcısı Atik Birici ile Emniyet Müdürü Ayhan Buran, eve gelerek Celayir’in yakınlarına başsağlığı diledi. Celayir’in ailesinin patlamanın ardından Bingöl’e gittiği belirtildi. Şehit polis memurunun yaklaşık 15 gün sonra nişanlanacağı ve Karlıova’nın ilk görev yeri olduğu öğrenildi.

Bingöl-Erzurum Karayolu’nda meydana gelen patlamada şehit olan polis memuru Gökhan Kuzu’nun Mersin’deki baba evinde yas var. Merkez Akdeniz ilçesine bağlı İhsaniye Mahallesi’nde oturan Kuzu ailesine acı haberi, polis ekipleri verdi. Eve gelen polis ekipleri, şehidin babası Ahmet Kuzu’nun memleketleri Malatya’da olması nedeniyle acı haberi annesi Sevli ve evdeki diğer yakınlarına verdi.

Şehidin annesi Sevli Kuzu, polis ekiplerine sarılarak ”Allah sizleri korusun” diyerek gözyaşı dökerken, diğer yakınları da ağıtlar yaktı. Bu arada, zaman zaman baygınlık geçiren anne Sevli ile şehidin teyzesine 112 Acil Servis ekipleri müdahalede bulundu.
Şehit yakınlarının, evin balkonuna dev Türk Bayrağı astığı ve terörü lanetleyen ağıtlar yaktığı gözlendi.

Öte yandan yaklaşık 3 yıllık polis memuru olduğu öğrenilen Gökhan Kuzu’nun 2 ay önce Bingöl’e tayin olduğu bildirildi. Şehidin cenazesinin, ailesinin kararına göre Mersin’de veya memleketleri Malatya’da toprağa verileceği kaydedildi.

Şehit polis memuru Cuma Mercimek’in Hatay’daki baba evinde yas var. Hatay’ın Reyhanlı ilçesindeki Yeni mahallede oturan Mercimek ailesinin evine gelen Reyhanlı Kaymakamı Yusuf Güler, Reyhanlı Belediye Başkanı Hüseyin Şanverdi ve İlçe Emniyet Müdürü Murat Berk, şehadet haberini şehit babası Ömer Mercimek’e verdi.

Acı haberi alan anne Ayşe Mercimek, şehidin eşi Mehtap Mercimek (25) kardeşleri ve akrabaları gözyaşlarına boğulurken, evden zaman zaman ağıtlar yükseldi. Şehidin baba ocağı Türk Bayraklarıyla donatılırken, Cuma Mercimek’in 4 yıllık polis memuru olduğu ve 2 ay önce evlendiği öğrenildi.

Şehit polis Ümit Yıldırım’ın Trabzon’daki yakınlarının evine Türk bayrağı asıldı. Karlıova ilçesinde görevden dönen Bingöl Emniyet Müdürlüğü Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü ekibini taşıyan minibüsün geçişi sırasında, Bingöl-Erzurum karayolunun Hacılar köyü mevkisinde, terör örgütü mensuplarınca menfeze yerleştirilen patlayıcının infilak etmesiyle şehit olan polis memuru Ümit Yıldırım’ın Trabzon’un Araklı ilçesinde oturan yakınlarının evinde yas var.

Baba evi ilçenin Türkeli köyünde olan Yıldırım’ın, ilçe merkezindeki Merkez Mahallesi’nde oturan teyzesi Emine Bacıoğlu’nun evine Türk bayrağı asıldı. İki yıllık polis memuru olan Yıldırım’ın şehit olduğu haberini, birlikte yaşadığı Bacıoğlu’nun evinde duyan anne Zinnet Yıldırım ve yakınları gözyaşlarını tutamadı.

Türkeli Köyü Muhtarı Hasan Taşkın da olay nedeniyle büyük üzüntü yaşadıklarını belirterek, küçük yaşta babasını kaybeden Yıldırım’ın annesi tarafından büyütüldüğünü söyledi.

Bekar olan şehit Yıldırım’ın, 2 kız kardeşinin bulunduğu, erkek kardeşi Yakup Yıldırım’ın ise bir süre önce Samsun’daki trafik kazasında öldüğü öğrenildi.

Şehit polis memuru Samet Kırcalı’nın (28), İzmir’deki baba evinde hüzün yaşanıyor. Karşıyaka ilçesi Yalı Mahallesi’nde oturan Kırcalı ailesine, Bingöl’de görev yapan oğulları Samet Kırcalı’nın şehadet haberi, Karşıyaka Kaymakamlığı ve İlçe Emniyet Müdürlüğü yetkililerince verildi.
Şehit haberinin alınmasının ardından Kırcalı ailesinin oturduğu apartmanın pencere ve balkonları,
komşuları tarafından Türk bayraklarıyla donatıldı.

Baba Şaban Kırcalı, oğlunun şehit haberinin duyulmasıyla ziyaretçi akınına uğrayan evlerinde taziyeleri kabul ediyor. Şehit Kırcalı’nın, Kocaeli Üniversitesi mezunu olduğu ve 1,5 yıl önce girdiği polislik sınavıyla mesleğe Bingöl’de başladığı öğrenildi. Mart ayında Duygu Kırcalı ile hayatını birleştiren şehit Samet Kırcalı’nın, eşiyle birlikte Bingöl’deki lojmanlarda ikamet ettiği kaydedildi.

Şehit Kırcalı’nın son olarak 50 gün önce bir yakınlarının cenaze törenine katılmak üzere İzmir’e geldiği ve ailesiyle görüşme imkanı bulduğu öğrenildi.

(16 Eylül 2012, Cumhuriyet portalı)

ADD’den Ağrı – Tutak’ta konferans..

Dostlar,

Heyecanla paylaşmak, duyurmak istiyoruz..

ADD, Ağrı’nın Tutak ilçesinde konferans düzenliyor!

Ne denli anlamlı ve özverili bir girişim..

Yurtseverlik bu işte..

Gidemediğimiz yer bizim sayılır mı ??

Bize;

Silopi’de, Cizre’de, Şırnak’ta,
Diyarbakır ve Van’da, Mardin’de, Kars’ta…

verdiğimiz çok sayıda konferansı anımsattı…..

Bu çok anlamlı girişime emek veren herkesi, saygı ve şükranla selamlıyorum.

Etkinliğe gönülden başarı dilerim.

Kamera kaydının yapılmasını ve webden yayımlanmasını diliyorum.

Yalnız konferansı değil, yer yer yolculuğu, Tutak ve Ağrı’dan görünümleri de lütfen..

ADD’ye destek verelim, üye olalım, omuz verelim;
zaman ULUSAL İMECE ZAMANIDIR..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 16.9.12

Dr. Ahmet Saltık
ADD Bilim Danışma Kurulu Yazmanı
www.ahmetsaltik.net
============================================================

Bir Toplumun Çöküşünü Üniversite Tercihlerinde İzlemek

Dostlar,

Celal Şengör hocadan, her zamanki gibi çok düşündürücü ve uyarıcı iletiler içeren bir makale daha.. Özelelikle son tümcesini aktarayım :

“İstenmediği yerde bilim durmaz ve beraberinde, içinden kaçtığı toplumun
yaşam kavgasında ayakta durabilme gücünü de alıp gider.”

Bu makaleyi okuyalım ve okutalım..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 16.9.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net
=========================================================

Prof. Dr. Celal ŞENGÖR

Bir Toplumun Çöküşünü Üniversite Tercihlerinde İzlemek

Cumhuriyet Bilim Teknik 14.09.2012

ZÜMRÜTTEN AKİSLER
A. M. Celal Şengör

Gazete haberlerine göz atarken, üniversiteye giren öğrencilerin fizik, kimya, jeoloji, biyoloji gibi temel bilimleri hemen hiç tercih etmediklerini okudum.
Bu, şu demektir:

Bir Toplumun Çöküşünü Üniversite Tercihlerinde İzlemek

Toplumumuzdaki gençler, parazit olarak yaşamayı tercih etmekteler, zira tüm diğer üniversite branşlarının temsil ettiği meslekler bu tercih edilmeyenlerin ürettikleri bilgilere dayanır. Elinden cep telefonunu düşürmeyen zat, fizik olmadan bunu yapabilir miydi? Hastalandığında ilaç isteyen, güzelliğinin derdine düştüğü zaman makyaj malzemesi arayan, bulaşığını yıkarken deterjan kullanan, kimya olmadan bunları
nasıl yapacak?

Almanya bizden giden üzümlerin içindeki kimyasalları görünce ödü patlamış.

Doğaya bu tür müdahalelerde doğru yolu bize biyolog olmadan kim gösterecek? Tarımda bir hastalık bazan bir ürünü öyle bir yok eder ki, o ürüne tekrar kavuşabilmek için tohumlarını veya fidanlarını başka yerlerden gidip almak gerekir. Bu tür işlerin ülkemizdeki diğer bitkilere zarar vermeden, hayvan dengesini bozmadan yapılmasına biyologsuz mu karar vereceğiz?

Ya jeoloji? Su ararken jeoloji lazım, petrol veya gaz ararken jeoloji lâzım, yapı malzemesi ararken ve işletirken jeoloji lazım, baraj yaparken, maden çıkarırken, iklim değişmelerini izlerken, sele, heyelâna karşı tedbir alırken jeoloji lazım. Ya deprem???
Bir ülke düşünün ki, yukarıda saydıklarımın hepsi konusunda kafa yormak zorunda ama gençleri jeolog olmak istemiyor. Onun yerine diyor ki, ben rahat rahat işyerimdeki masamda oturayım, birileri bunları benim için yapsın. Tabiî birileri bunları yapar.
Ama bir gün gelir sizi de o koltuğunuzdan sepetler ve birden kendinizi onun hizmetkârı olarak buluverirsiniz.

Muhterem hocam ve sevgili dostum Prof. Doğan Kuban yazılarında sürekli, cahiller ülkelerinin sömürge ülkeleri olduğunu işliyor ve bilhassa Müslüman dünyasındaki cehaletin altını çiziyor. Altı çizilen cehaletin en büyük kısmı işte bu fizik, kimya, biyoloji ve jeoloji cehaletidir. Buna içinde oturulan evi tanımama cehaleti de diyebiliriz, zira bu bilim dalları bize içinde yaşadığımız dünyayı tanıtan bilimlerdir.
Bu cehalet, 1950 yılından beri körüklenen ve AKP iktidarıyla da artık şahlanan doğa bilimi düşmanlığının, onun yerine hayal âlemi olan dini ikame etme çabalarının neticesidir. Okulların tamamının imam hatip okulu yapılmasını isteyen milletvekillerimiz var. Yani bu zat milletimizi yedinci yüzyılda yaşamaya davet etmektedir!

Sevgili okuyucularım,

Bilimle din bağdaşamaz. Zira bilim hakikatı sürekli arayan, din ise bunu bulduğunu iddia eden iki düşünce sistemidir. Tarih boyunca bilimle din hep çatışmış, hep sonunda dinin dediklerinin doğru olmadığı görülmüştür. Avrupa bunu ilk fark eden toplumu barındırdığı için yüzyıllarca dünyaya hükmetmiştir.

Bilim gerçeği bulduğunu değil, yanlışı teşhis edip onu elediğini iddia eder.

Evrim kuramını ele alalım:

Bilim, kutsal kitaplarda yazılan ve kökleri Sümer mitolojisine dayanan yaradılış efsanesinin doğru olmadığını ispat etmiştir.

Sırf insanı ele alsak bile, en az 3 akıllı insan türünün birbiriyle aynı anda eskiden var olduğunu biliyoruz. Bunlardan ikisinin soyu tükenmiştir.

Bu konuda hangi dinde tek satır bilgi vardır? Bunlar, insan soyunun ataları oldukları en azından üç büyük din tarafından kabul edilen Âdem ile Havva’dan olmuş olamazlar. Olurlarsa, o zaman Âdem ile Havvâ bizden olmuş olamazlar ki bu kutsal kitaplarda anlatılan efsane ile çelişir.

Düşününüz ki bugün tüm bilim dünyası tarafından istisnasız kabul görmekte olan evrim teorisinin “bilim tarafından niçin kabul görmediği” gibi düpedüz bir yalanı temel alan bir sözde bilimsel toplantı bir üniversitemizde yapılabilmektedir.

Tüm bunlar toplumu cahilleştirme veya cahil tutma politikasının Türkiye’de başarı kazandığını gösteren emarelerdir ki son üniversite tercihleri bunu doğrulamıştır.

Bu durumda, derdi imam hatip okullarını yaygınlaştırmak olan bir iktidarı yönetimde ısrarla tutan bir halk, bilim insanlarına açıkça “Bu ülkeden gidin, sizi istemiyoruz” demiştir. Eh bize de bu karara (isteyerek olmasa da) boyun eğmekten başka çare kalmamıştır.

Bazı gazeteci dostlar benim Türkiye’yi terk etmeyi düşündüğümü söylemem üzerine
“aman sakın” yazıları yazdı. Sağolsunlar, ama hangisinin gazetesinin bilim ekleri, hatta sadece bir bilim sayfası var? Hangisi bir bilim muhabiri veya bilim yazarı istihdam etmekte? Bunlar için hangisi kaç yazı yazdı, kaç televizyon programı yaptı, kaç röportaj yayımladı?

Bilim “aman olsun” demekle olmaz, onu gerçekten istemek lazımdır.

İstenmediği yerde bilim durmaz ve beraberinde, içinden kaçtığı toplumun
yaşam kavgasında ayakta durabilme gücünü de alıp gider.

Türkler, Araplar, İranlılar ve Kürtler

Dostlar,

Doğan Kuban’dan çok öğretici bir çözümleme.
Ortadoğu’yu, BOP’u, Arap Baharını, Suriye’yi, Arap-İran-Irak dünyası ve 1000 yıllık ilişkilerimizi büyük bir ustalık ve derinlikle irdelemekte.

Kendisini, “Siyaset sorumlularına” bunları yazmak zorunda duyumsadığını belirtiyor Sayın Kuban.

Mutlaka okunmalı..

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 16.9.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

==============================================

Doğan Kuban

Cumhuriyet Bilim Teknik 14.09.2012
SİYASET SORUMLULARINA:

Türkler, Araplar, İranlılar ve Kürtler

Ülkenin başının belaya girdiği bugünlerde bildiklerimi sorumlulara iletmek zorunluluğunu duyuyorum. Politikacı değilim. Babam politika ile ‘zinhar’ uğraşmamamı öğütleyerek beni üniversiteye gönderdi. Sözünü dinledim. Fakat İslam tarihini ve İslam dünyasını bazı açılardan iyi tanıyorum. İslam Mimari Tarihi uzmanıyım. 1986’da 10 ay Suudi Arabistan’da yaşadım. Müslümanların yaşadığı pek çok ülke gezdim. Akademik çevrelerini tanıdım. Yazdıklarını okuyorum. Avrupa ve Amerika’daki akademik diasporayı tanımıştım. Türkler hakkındaki düşüncelerini de bir ölçüde öğrendim. Sorumlulara bu bilgileri aktarmam gerek.

Selçuklu Emirlerinden biri olan İmadettin Zengi’nin komutanlarından birinin oğlu,
büyük asker, Kürt kökenli Salahaddin Eyyubi idi.

İşe Selçuklularla başlarsak Türkler 1000 yıldır Ortadoğu evini Arap ve İranlılarla paylaşırlar. Gerçi bu tarihin içinde sayısız çekişme var. Ne var ki insanlık tarihinin kara sayfaları olan bu kardeş kavgası dünyanın her köşesinde, belki de en çok Avrupa’da vardı.

Müslüman dünyasının birbirinin boğazına sarılmadan yaşaması, Hıristiyan sömürgesi olmasından daha iyi değil mi?

Bu değişmeyen coğrafyada 1000 yıllık dindaşlığın ve ortak yaşamın, Batılı menfaatlerin at koşturduğu bir ortamda, en sağduyulu görüntüsü birbirinin işine bulaşmamak ve boğazına sarılmamak değil mi?

Petrol, doğalgaz kaynakları tükendiği zaman bu bölgenin dünyanın politik coğrafyasındaki yerinin hiçbir önemi olmayacak ve kalkınma umudu da bitecek!

“EMPERYALİST TÜRK”

Bugün bize, biraz okumuş Arap, ‘Emperyalist Türk’ diyor. Bütün İslam ülkelerinin Hıristiyan sömürgesi olduğunu unutmuş görünüyorlar. Bu Batılı beyin yıkama ile Arap milliyetçiliği karışımı bir değerlendirmedir. Irak’ta, Suriye’de ve Lübnan’da her hareketimiz ergeç emperyalist komplosu olarak görülecektir. Özellikle ABD, İsrail ve Suudi Arabistanla birlikte olursa, Türkiye bu imgeyi kolay silemez.

Araplar Emevi’lerden bu yana İslam dinini bir ulusal din olarak görmüşlerdir.
Arapça da bunun tamamlayıcısıdır. Mısır’ın Nasır döneminde Suriye ile bir ortak devlet kurduklarını anımsayınız. Suriye’nin Alevileri iktidardan giderse yerlerine gelen Sünniler daha fazla Türk dostu olmazlar.

Suriye’den bu günkü rejim gitse de, oradaki Araplar Antakya ve İskenderun’u istemekte devam edecekler. Geçen gün Hatay’daki silahlı zorbalardan birinin ‘sizi de kıtır kıtır doğrayacağız!’ dediğini gazetelerden biri yazıyordu. Bundan yarım yüzyıl önce Suriye’de kazı yaparken kazıda çalışan yarı bedevi köylüler de benzer şeyler söylüyorlardı.

Irak’ta 1.5 milyon kadar Türkmen oturuyor. Ama neredeyse bağımsız bir devlet kurma hakkı sadece Kürtlere tanındı. Ve Musul’un üzerine oturdular.

Acaba bu olgu, kafası çalışanlara Arap-Türk ilişkileri üzerinde bir şey anlatmıyor mu? Bütün Arap ülkeleri politikacıları ile ne kadar sarmaş dolaş olsak Arap halklarının uzun zamandan bu yana yerleşmiş ön yargılarını değiştiremezsiniz.

İKİNCİ SORUN: PETROL

Bu bölgede ikinci sorunun ne olduğunu herkes biliyor. Ortadoğu’nun, geçen yüzyılın başından bu yana, sorunu Anglosaksonların (İngiltere ile başlayıp Amerika ile devam eden) petrol stratejisi ile ilgilidir. Ortadoğu enerji kaynakları kurumadığı sürece İngiliz ve Amerikalılar buradan ayrılamazlar. Bunu sürdürmek için en güvenli üs olanakları Kürt bölgeleridir. Onun için bağımsız bir Kürt bölgesi (ki Büyük Kürdistan ideali ile çakışır), onlar için en doğru stratejik karar olur.

Anglosakson stratejisi elimizden Musul’u alan İngilizlerle başlar. Amerika ve İsrail’in en büyük istekleri İran ve Arap yarımadasında petrol ve gaz bitene kadar Ortadoğu egemenliğidir. Ben de Amerikalı olsam öyle düşünürdüm. Bununla ilgili olarak Amerikan-Kürt ilişkilerinin de 19. yüzyıla uzanan bir tarihi var. 1934’te Elaziz’de oturduğumuz evin sahibi Amerika’da çalışıp para kazanmış bir Kürttü.

Kürtler, bağımsız devlet kurabilmek amacı bağlamında, bölgede Amerika’nın doğal ortaklarıdır. Yani helvanın malzemesi yüz yıldan bu yana bekliyor.

Irak ve Suriye Kürtleri birleşirse, sünni Araplar Kürtlere verilen kuzey Suriye çölü karşılığı yerine İskenderun ve Antalya’ya sahip olmayı tekrar masaya çıkarabilirler. Suriye’nin egemenliğinin herhangi bir mezhebin eline geçmesi Türk -Arap ilişkisini değiştirmez. Çünkü bu olay mezhepler arasında değil, Türkler-Araplar arasındaki tarihi ilişkiden kaynaklanır. Saf olma zamanı değil.

Irak’taki yarı bağımsız Kürtlerle Suriyeli Kürtler birleşir ve ülkelerini Amerika’ya açarlarsa, Türkiye ve İran’daki Kürt nüfus üzerinde çok etkili olacaklardır. Zaten parçalanmış Irak Musul’dan uzaklaştırılmaya karşı koyamaz. Kaldı ki İran’a baskı onun da hoşuna gidecek bir çözümdür.

Bu gelişmeler sadece Kürt sorunu olmaktan çıkıp, Arap sorunu ve bu fırsattan istifade edebilecek Rumlar eliyle bir Kıbrıs sorununa da dönüşebilir.

Güneydoğu Anadolu, Hatay ve hatta Kıbrıs’ın gelecekleri için böyle kötü bir senaryo hayal edebiliyor musunuz? Düşünülemez. Bu bağlamda hayalhanesi büyük olanlar bu gelişmeleri Amerika ile Rusya-İran-Çin arasında bir dünya savaşı çıkmasına kadar dayandırabilirler.

ŞUNU DA UNUTMAYALIM:

Bu tür uluslararası çapraşık durumlarda bizim unutmamamız gereken bir şey daha var: Hıristiyanlar hâlâ Türkleri sevmiyorlar. Bu ülkenin gericileri nasıl Hıristiyan ve Yahudi düşmanı ise, Hıristiyanlar da Türk düşmanı olmaya ve Türkleri barbar olarak görmeye devam ediyorlar. Edward W. Said, ‘Culture and Orientalism’ ve ‘Culture and Imperialism’ adlı uluslararası ‘Bestseller’ kitaplarında Türk ve Osmanlı adlarını hiç kullanmamıştır. Oysa Batı emperyalizminin yok ettiği en büyük İslam strüktürü (yapısı) Osmanlı İmparatorluğu idi. Bu ‘mission’un bilinçli olmadığı söylenebilir mi? Ne yazık ki bizim gazete allâmelerinin böyle ayrıntılara vakit ayırıp yorum yapması söz konusu değil.

Birinci Dünya Savaşı sonrası İngiliz politikasını ve Woodrow Wilson’un önerilerini hatırlayan her Türk’ün çok ihtiyatlı olması gerekir. Batıda çok sesi çıkan bir Hıristiyan azınlık, Mısır, Ürdün, Filistin, Lübnan, Suriye, Irak gibi ülkeler de yaşayan ve Batı ile ilişkileri çok iyi olan Hıristiyan azınlıklar vardır. İran’da iyi koşullarda yaşayan bir Ermeni azınlığı da var.

MÜSLÜMANLAR, DÜNYANIN PROLETARYASI

Sevgili Okuyucular,

Dünyanın proletarya’sı durumuna düşmüş Müslümanların, hangi koşullarda olursa olsun, birbirleriyle savaşmaları ‘absurde’ bir durumdur.

Ortadoğu’nun Suudi Arabistan ve Katar gibi insafsız anti-demokratik rejimleriyle işbirliği yapmak ise Türkiye’nin prestijini yok edici davranışlardır.

Tsunami gibi Arap baharları arka arkaya nasıl geldi?

Diktatörleri devrilince demokrasi mi geldi?
Şimdi Arap liberallerinin neler söylediğini biliyor musunuz?

Müslümanları gerçekten kurtarmak isteyenler durumu şöyle değerlendirmeliler:

Dünyada nüfusu neredeyse Müslümanların tümüne yaklaşan bir Çin var.
Yıllık büyümesi % 10’a yaklaşıyor. Birleşik Amerika’yı sanayi üretiminde ve yıllık patent sayısında geçti. Üstelik kendi içinde kavgası yok. Uzakdoğu çoktan Amerika’yı geçti. Oysa bugün dünya politikası 1.5 milyar Müslümanı neredeyse bir sömürge statüsüne indirdi. Bu ortak geleceği düşünüp İslam dünyasına gadr etmesek?

Doğada Anneler… Mothers in colors..

Dostlar,

Annelik..

Doğa’nın en ilginç, saygın, hayranlık uandıran olgularından-süreçlerinden biri olmalı.

Nefis fotoları izlemek için lütfen tıklar mısınız ??

Mothers in colors..

Anneler_mothers_in_colors

Sevgi ve saygı ile.
Ankara, 16.9.12

Dr. Ahmet Saltık
www.ahmetsaltik.net

Ruhlarını satanlar

ADNAN BİNYAZAR
binyazar@gmail.com

Ruhlarını satanlar

Suriye’de süregelen vahşete ilişkin aşağıdaki haberi okuyunca, “Demek, ruhunu satacak kadar alçalıyor şu insanoğlu!” dedim içimden:

“Her kafa kesimine 50 bin lira!”

Muhalif gruplar arasında eylemini sürdüren Cabir Mustafa Şehabi, bir başka tugaydan Hayr Derviş’in önerisiyle, aylık maaşının yanı sıra, keseceği her kafa için 50 bin lira aldığını söylüyor. Hayr Derviş, Muhammed Dip Naime adlı polisi hedef gösterir. Şehabi, kuzeniyle birlikte polisin yerini saptar. Şehabi, buyruğu yerine getirerek Dip Naime’nin kafasını gövdesinden ayırır!

Olayı Şehabi’den dinleyelim:

“İkinci gün Naime’yi, sürekli alışveriş yaptığı bir sebze pazarından dönüşü sırasında kaçırıp yakındaki bir okula götürdük. Yere yatırdık. Kuzenim ayaklarından tuttu. Ben de sürekli üzerimde taşıdığım bıçağı boynuna dayayıp boğazından kestim. Cesedi bir torbaya koyup mezarlığa gömdük.”

Şehabi, operasyonu gerçekleştirip 50 bin lirasını alır, daha sonra iki kişinin daha kafasını keserek, 100 bin lirayı da cebine indirir.

Sorular, sorular… Üretim değiş tokuşunun yerini para aldıktan sonra mı insan soyu böylesine canavarlaştı? Uygarlaşmış kafa, tavuk kesilirken acı duymasın diye önlemler alırken, nasıl oluyor da paraya ruhunu satan insanlar türüyor aramızda? Hayvan bile, var oluşunu sürdürmek için kendi türünden olana dokunmazken, insan, nasıl üç kuruş için iradesini başkasının kölesi kılabiliyor! Şehabi ve onun soyundan olanların, işkembesini tıka basa doldurmaktan başka bir şey düşünmeyen canavar ruhlu yaratıklardan ne farkı var?..

Shakespeare, kim bilir nasıl bir olay yaşadı da, paraya

“Seni bütün insanlığın ortak orospusu seni!
Sen değil misin millet sürülerini birbirine düşüren?” dedi?

O’a göre, para insanın gözünü, vicdanını da körleştirir:

Cehennemliği cennetlik eder;
İğrenç cüzamları sevdirir insana;
Hırsızları başköşeye oturtup
Şanlar, şerefler, alkışlarla senatörler arasına sokar.
Yıpranmış dullara koca bulduran odur;
Hastaneyi, çıbanlı hastaları tiksindiren kadına
Gül kokuları sürer, nisan güneşleri getirir!”
(Atinalı Timon, Çev. Sabahattin Eyuboğlu, Remzi Kitabevi, İst. 1985, s. 122).

Varlıklı bir aileden gelmesine karşın, Shakespeare’den on altı yüzyıl önce yaşayan Plutarkhos da aynı mantıkla düşünüyor:

“Herkes bilir ki, eğer para ortadan kaldırılacak olsaydı, dolandırıcılık, hırsızlık, soygunculuk, kavgalar, dövüşler, fesatçılık, cinayetler, vatan hainlikleri, bozgunculuklar ve cellat tarafından öcü alınan, ama önlenemeyen tüm suçlar bir anda yok olup giderdi. Eğer para ortadan kalksaydı, korkular, kaygılar, tasalar, düşkünlükler ve uykusuz geceler de ortadan kalkardı. Para tümden yok edilebilseydi, her şeyden çok paraya gereksinim duyan yoksulluktan eser kalmazdı.”
(Sözün Özü, Çev. Celâl Üster, Can Yayınları, İst. 2010, s. 242).

Çağımızın insanına göre paranın ortadan kalkması hayal bile edilemez.

Yokülkelerde (utopia) bile parasızlığı öngören bir yönetim biçimi öngörülmüyor. Plutarkhos’un isteği gerçekleşip para ortadan kaldırılsaydı,
belki ülkesi Yunanistan bugün krizden krize sürüklenmez, halkın kulağı,
Avro patronlarının ağzından çıkacak bir çift sözde olmazdı…

Para bir değer. Ona değer biçen de insan. Bu değer, yaşamı güzelleştirme yolunda kullanılmadıkça, para her türlü kötülüğe yol açacaktır. Oysa hep sömürü yolları aranacağına insanca bir paylaşım düzeni kurulabilseydi, ne Şehabi ne de ona paranın parlak yüzünü gösteren Derviş, ruhunu satıp kendi türünün kanına girerdi.

Kuşkusuz, Irak petrollerinde, Türkiye’nin yerüstü, yeraltı zenginliklerinde gözü olan bir sermayeden de söz edilmezdi…

(Cumhuriyet Pazar Dergi 16.09.2012)

Solculuk-Yurtseverlik

Ataol Behramoğlu

Solculuk-Yurtseverlik

Cumartesi yazıları, 15.9.12, Cumhuriyet

Aynı başlık altında daha önce yazmış olabilir miyim, tam olarak anımsamıyorum. Ola da bilir… Fakat konu zaten hep gündemimizde. Solcu olduğunu düşünen biri aynı zamanda yurtsever olabilir mi? Solculukla yurtseverlik arasında ilişkiler, yakınlıklar ya da karşıtlıklar nelerdir? Zihin bulanıklığına yol açan pek çok soru…

***

Solculuktan başlayalım… Çok yazıldı ama yineleyelim… Fransız devrimi öncesinde Fransa Ulusal Meclisi’nde varlıklı sınıfların temsilcileri başkanlık kürsüsüne göre sağda, emekçilerin temsilcileri solda otururlarmış. Deyim buradan geliyor. Yani kelimenin kendisinin, ona “atfedilen” (onunla ilişkilendirilen) siyasal anlamla ilgisi yok. Emekçi temsilcileri başkanlık kürsüsünün sağında sağda oturmuş olsalar bugün solcu dediklerimize sağcı denilecekti…

Buna karşılık, dilimize Fransızca “patriotisme” sözcüğünden (sanırım Tanzimat döneminde) “vatanperverlik” diye çevrilen, bugün yurtseverlik dediğimiz kavram, onu adlandıran sözcükle örtüşüyor.

“Vatan” sözcüğünü ilk kez Namık Kemal’in, bugün kullandığımız anlamıyla kullanmış olduğu söyleniyor.

Namık Kemal solcu değildi kuşkusuz. O dönemin Osmanlı toplumunda bugünlerdeki anlamıyla solculuk ve sağcılık kavramlarının toplumsal ve düşünsel karşılıkları yoktu.

Böyle de olsa, kendi döneminin feodal, dinci gericilerine karşı Tanzimat’ın büyük düşünürü ve edebiyatçısı kuşkusuz “sol” değerleri temsil etmekteydi.

***

Günümüz Türkiyesi’nde (ve herhalde bütün ülkelerde) solcu olarak, emekten yana değerleri temsil eden kişiler ve kurumlar adlandırılıyor. Daha da genelleştirerek söylersek solculuk, her türlü tutuculuğun karşısında, ileriden, değişimden yana olmaktır. Daha çok sınıfsal temele sahip böyle bir kavramla; “yurtseverlik” gibi ister istemez ulus, ulusçuluk kavramlarını çağrıştıran bir kavram arasında nasıl bir yakınlık bağıntısı kurulabilir? Solcu olmayan, sol değerleri benimsemeyen kişiler de kendilerini pekâlâ yurtsever sayabileceklerine göre…

***

Burada karşımıza “Nasıl bir yurtseverlik” sorusunun çıkması kaçınılmazlaşır…

Başka ulusları, başka ulusların insanlarını küçümseyen, onları düşman olarak gören bir yurtseverliğin; emek değerlerini savunan ve böylece de evrensel bir anlama sahip solculukla ilgisi olamaz.

Böyle olmasa bile, sevdiğini düşündüğü ülkesi içindeki haksızlıklara karşı çıkmayan, göz yuman ya da bu haksızlıkların zaten nedeni olan bir yurtseverin de, ne çeşit bir yurtsever olduğu zaten kuşkuludur.

Bir başka deyişle, sol değerlerle bağdaşmayan bir yurtseverlik, boşluktadır.

Boş bir kavramdır. Başlangıcında olmasa bile eninde sonunda şovenizme, başka uluslara düşmanlığa, evrensel değerleri temsil eden sol karşıtlığına ve böylece de emek ve emekçi düşmanlığına dönüşecektir…

***

Bunun ardından, “Nasıl bir sol” sorusunu yanıtlamak gerekir…

Kendi ülkesinin gerçekliğinden habersiz, böyle bir gerçekliğe ilgisiz, kendi ülkesinin insanına ve kültürüne sevgisiz bir solcu olabilir mi?

Olursa, bu nasıl bir solcudur?

Üstelik ulus düşmanı emperyalizm gerçeği karşısında, yurtseverlik duygusundan güç almayan bir solculuk, kendinde bütün ülke adına konuşma hakkını bulabilir mi?

Sözünde ve eyleminde inandırıcı olabilir mi?

***

Özetle ve özellikle de bizimki gibi ülkelerde, solculuk ve yurtseverlik değerleri bir bütünü oluşturur.

Yakın tarihimizde görüp yaşadığımız gibi, sol karşıtı bir ulusçuluk (milliyetçilik), eninde sonunda egemen sınıfların, emperyalizmin vurucu gücü, paralı askeri olacaktır.

Yurt sevgisini küçümseyen, bunu şoven ulusçulukla bir tutan, modası geçmiş sayan, bir zamanların kimi sol kimlikli aydınlarının ise zaman içinde solcu olmaktan da nasıl uzaklaştıklarına, sol düşmanı bir iktidarın buyruğuna girdiklerine en yakın zamanlarda tanık olduk…

Önümüzdeki Cumartesi yazım, büyük olasılıkla, bu gibilere ilişkin bir şiir olacak…

15 Eylül 2012 – Cumhuriyet

Onbinler, ‘gerici eğitime hayır’ dedi

Onbinler, ‘gerici eğitime hayır’ dedi

Hükümetin “4+4+4” düzenlemesi Eğitim-Sen’in öncülüğünde Ankara Sıhhiye Meydanı’nda düzenlenen mitingde onbinlerce kişinin katılımı ile protesto edildi.

15.9.12 günü Ankara Sıhhiye alanında yapılan 4+4+4 gerici yobaz eğitime karşıt eyleme biz de katıldık..

Sabah saatlerinde tren garı, Opera ve Dikimevi’nde toplanan gruplar öğle saatlerinde Sıhhıye’ye yürüyüşe geçti. En önde tek renk T gömlek (tişört) ve şapkalı Eğitim-Sen’lilerin yer aldığı kontejin alana girişi yoğun katılım nedeniyle ancak 2.5-3 saatte tamamlanabildi.

Son dönemdeki en yoğun ve en geniş katılımlı eylem olan mitinge öğretmen ve velilerin yanı sıra işçiler, siyasi partiler, aralarında Sol Açık’ın da bulunduğu taraftar grupları, sivil toplum ve meslek örgütleri, sendikalar ve yurttaşlar da destek verdi.

Cumhuriyet Gazetesi yazarı, CHP İzmir Milletvekili Mustafa Balbay’a Özgürlük Girişimi de mitinge katıldı. Katılımcılar yürüyüş sırasında attıkları sloganlar ve taşıdıkları pankartlarla tepkilerini dile getirdi. Pankart ve sloganlardan bazıları şöyleydi:

– Irkçı, gerici, piyasacı eğitime hayır!
– AKP elini çocuğumdan çek!
– AKP elini okulumuzdan çek!
– AKP’ye teslim olmayacağız!
– Okulumuzun imam hatip olmasını, eğitimin iman hatipleşmesini istemiyoruz!
– Şeriata hayır!
– 4+4+4 dert üstüne dert!
– Karanlığa teslim olmayacağız!
– Kız çocuklarının eve kapatılmasına, çocuk gelinlere hayır;
– Anadilde eğitim istiyoruz!
– AKP’nin gerici, faşist eğitim sistemine teslim olmayacağız!
(Başbakanın karikatürü ile birlikte)
– Tüm okullar sana imam yetiştirsin istiyorsun!
– Sen Türkiye değilsin!
– Çocuklarımızı 4+4+4 karanlığına teslim etmeyeceğiz!

Eğitim-Sen Hatay Şubesi, “Suriye’de emperyalist müdahaleye hayır” pankartı açarken,

Katil ABD, işbirlikçi AKP” sloganları attı.

KESK’liler tutuklu 68 sendikacının fotoğraflarını taşıdı. Serbest bırakılması istenilen sendikacıların isimleri de Sıhhiye Meydanı’nda tek tek okundu.

Atanamayan öğretmenler “Atama hakkımız, söke söke alırız; ücretli köle olmayacağız” sloganları attı. Kürtçe sloganların da atıldığı yürüyüş sırasında, alana giren gruplar zaman zaman Kürtçe anonslarla selamlandı.

Halkevleri kortejinin önünde çocuklar yer aldı. Bazı çocukların gelinlik giyerek, 4+4+4 uygulamasını protesto ettikleri görüldü. Aralarında Sol Açık’ın da bulunduğu taraftar grupları da “4+4+4’e taraftar değiliz” sloganı ile tepkilerini dile getirdi.

Polis, meydana girişte katılımcıları tek tek aradı. Üzerlerini aratmayan SDP korteji ise polis barikatını yıktı. Kısa süreli arbede yaşandı.

Alandaki platforma “4+4+4’e karşı laik, bilimsel, demokratik, kamusal, parasız, anadilde, nitelikli eğitim-kardeşçe yaşam istiyoruz” yazılı pankart asıldı.

Mitingin başlangıcında, okulda üzerine lavabonun düşmesi sonucu yaşamını yitiren Efe Boz’un annesinin yazdıklarından bir bölüm okundu. 4+4+4 uygulaması katılımcıların oylamasına sunuldu. Islıklar ve yuh sesleri arasında “hayır” oyu verildi.

Eğitim-Sen Genel Başkanı Ünsal Yıldız iktidarın niyetinin yasa yapmak olmadığını,
yeni bir düzen kurmak niyetinde olduklarını söyledi.

AKP’nin köktendincilik üzerinden toplumu yeniden şekillendirmeye çalıştığını belirten Yıldız, seçilmiş milletvekillerinin, belediye başkanlarının, gazetecilerin, yazarların, bilim insanlarının, öğrencilerin tutuklandıklarına, onbinlerce insanın gözaltına alındığına dikkat çekti.

“Biz bu rejimi 12 Mart’tan, 12 Eylül’den, 28 Şubat’tan biliyoruz” diyen Yıldız,
şöyle devam etti:

“Yaşananların 12 Eylül’den hiçbir farkı yok. Recep Tayyip Erdoğan biraz da Evren’dir. Erdoğan ile Evren arasındaki tek fark giysileridir.”

KESK Genel Başkanı Lami Özgen de iktidarın politikalarına karşı yürüttükleri mücadelenin AKP’yi “korkuttuğunu”, o nedenle öbür muhaliflere olduğu gibi KESK’e de operasyon yapıldığını belirtirken;

Gerici, dinci eğitimi bize dayatıyorlar. Çocuklarımızın geleceğini karartacak bu düzenlemeyi kabul etmeyeceğiz. AKP’nin gerici, faşizan, piyasacı eğitim sistemine karşı çıkmaya devam edeceğiz. Karanlığa boyun eğmeyeceğiz. Faşizme karşı
omuz omuza, ya hep beraber ya hiç birimiz” dedi.

Konuşmaların ardından Moğollar konser verdi.(16.9.12, Cumhuriyet portalı)

Dünyanın en kalabalık 4. ulusu Diyabetliler!

Dünyanın en kalabalık 4. ulusu Diyabetliler

Dünya genelinde 300 milyon diyabet hastasının tedavisi için yılda 465 milyar dolar harcanıyor. Türkiye’de ise bu rakam 6 milyon hastaya karşılık 13 milyar TL’yi buluyor. 2030’da dünyadaki diyabetli sayısı 552 milyonu bulacak.

TÜRKİYE’de ne yazık ki ‘şeker’ gibi sempatik bir isme sahip olan diyabet hastalığı, dünyada bir milyardan fazla insanın yaşamını doğrudan etkiliyor. Tüm dünyada 300 milyon diyabet hastası var. Bu aslında yalnızca tanı konulanlar. Bir o kadar daha tanı konulmamış diyabet hastası olduğu kestiriliyor. Yalnızca tanı konulan diyabet hastaları bile bir ülke olarak ele alınsa Çin, Hindistan ve ABD’nin ardından dünyanın en kalabalık ulusunu temsil ederdi. Dünya Diyabet Vakfı (WDF) Başkanı Anil Kapur, diyabetin hasta aileleriyle birlikte dünyada bir milyardan fazla kişinin yaşamını etkilediğini söylüyor. Kapur, 2030 yılında tanı konulmuş hasta sayısının 552 milyona çıkacağı uyarısında bulunuyor.

1 milyar kişi etkilenecek

Anil Kapur, dünyada her yıl 35 milyon kişinin kronik hastalıklardan öldüğünü ancak medya dahil kamuoyunun ‘üç büyükler’ olarak adlandırılan AIDS, sıtma ve tüberküloz’u (verem) yoğun biçimde konuştuğunu söylüyor. Çok daha fazla insanın ölümüne neden olan diyabetin arada kaynadığına dikkat çeken Kapur şu bilgileri aktarıyor:

“Ancak medya dahil kamuoyu ‘üç büyükler’ olarak adlandırılan AIDS, sıtma ve tüberkülozu (verem) yoğun biçimde konuşuyor. Her yıl 4.7 milyon kişi diyabetten ölüyor ancak diyabete bağlı kalp krizi, yüksek tansiyon, felç, böbrek yetmezliği ile birlikte bu sayı aslında en az iki katı. Böyle giderse dünyada bir milyar diyabet hastası olacak. Aileleriyle birlikte dünya nüfusunun yarısının bu hastalıktan etkilenmesi demek. Tehlikenin farkında mısınız?”

465 milyar dolar harcanıyor

Diyabet alanındaki uzmanlığıyla tanınan Danimarkalı Novo Nordisk’in Uluslararası Pazarlardan Sorumlu Başkan Yardımcısı Jesper Hoiland, 2011 yılında dünyada diyabetle mücadele için 465 milyar dolar harcandığını hatırlatıyor. Hoiland, diyabeti engellemek için obeziteyle mücadele, dengeli beslenme, egzersiz bilgilendirme ve okullarda diyabet eğitiminin etkili olacağına dikkat çekiyor.

Türkiye’de 6 milyon kişi

Türkiye’de 1998 yılında nüfusun yüzde 7.2’si diyabet hastasıyken, 2010’da bu oran yüzde 14’e yükseldi. Türkiye’de 6 milyon diyabet hastası bulunuyor ve bir yılda diyabetle mücadeleye 13 milyar TL harcanıyor.
İlaç şirketi AstraZeneca’nın yaptığı araştırmaya göre her 3 diyabetliden biri şeker hastası olduğunu bilmeden yaşıyor.

Bir hastanın yıllık gideri 3900 TL

TÜRKİYE Diyabet Vakfı Başkanı Prof. Dr. Temel Yılmaz, SGK güvencesi olan hastaların harcamalarının yüzde 100 devlet tarafından karşılandığını belintirken, Eczacı Mehmet Ali Özkan, SGK güvencesi olmayan bir diyabet hastasının aylık harcamanısının 325 TL’yi bulabildiğini, bunun da yılda 3.900 TL’ye karşılık geldiğini söyledi. Özkan’ın gider hesabı şöyle:

İnsülin: 50-175 TL
İnsülin kalem ucu: 25 TL
Oral tablet: 10-50 TL
Şeker ölçüm çubuğu: 15 TL
B vitamini + tatlandırıcı: 15 TL
Şeker ölçüm cihazı: 35 TL
Lanset (kan almak için parmak delme iğne ucu): 10 TL
Toplam: 160-325

Türkiye doğru yolda

DİYABETİN tip 1 ve tip 2 olmak üzere iki türü bulunuyor. Novo Nordisk’in Uluslararası Pazarlardan Sorumlu Başkan Yardımcısı Jesper Hoiland, genetik faktörlerin etkili olduğu diyabeti engellemenin mümkün olmadığını ancak aşırı kilo, obezite, enzersiz yapmama gibi yaşam biçimine bağlı diyabetlerin engellenebileceğini söyledi. Türkiye’nin obezite ve aşırı kiloyla mücadelesini çok beğendiklerini belirten Hoiland, “Bu kapsamda yapılan çalışmaları ve niyeti hayranlıkla izliyoruz. Aşırı kilo ve obeziteyle mücadele sigarayla mücüdele kadar önemli” dedi. Hoiland, diyabetin böbrek yetmezliği, körlük, tansiyon, felç, kalp kirizi gibi pek çok hastalığı da beraberinde getirdiğini hatırlatarak, diyabetle mücadelenin sağlıklı toplum yaratmanın yanında, ülkelerin sağlık giderlerini azaltacağını da söyledi.

Gazoz ve şekerli içeceklere raf yasağı

DÜNYANIN önde gelen diyabet ve komplikasyonları tedavi merkezi Steno’nun başında bulunan Bjarne Bruun Jensen, başlattıkları bir projeyle Danimarka’da süpermarketlerde gazoz ve şekerli içecekleri görünmez kılmayı amaçladıklarını söyledi. Tümüyle gönüllüğe dayanan projede marketleri şekerli içecekleri göz önünden kaldırmaya ikna ettiklerini belirten Jensen, “Bu çağrımıza kulak veren bazı market zincirleri en çok ziyaret edilen raflardan kola, şekerli gazoz türü içecekleri kaldırdı. Dünya devlerini karşımıza almaya hazırız.” dedi.

Herkes diyabetli gibi beslensin

DÜNYA Diyabet Vakfı Başkanı Anil Kapur, Türkiye’de diyabet hastası sayısının yüksek olduğuna dikkat çekerek, “Önünüzde diz çöküp, toplumu bilgilendirmeniz için size yalvarıyorum. Düşünün günde birkaç kez kendi kanını çıkararak, kan şekeri testi ve insülin iğnesi yapan, günde 15-20 ilaç içmek zorunda kalan insanlar var. Engelleyebildiğimiz kadar hastalığı engellemeliyiz. Herkes diyabet hastası gibi beslenebilir, bunun hiçbir zararı yok.” diye konuşuyor. (http://www.hurriyet.com.tr/ekonomi/21476212.asp, 16.9.12)