Günlük arşivler: 22 Temmuz 2012

Prof. Selçuk Erez : Demagoga rapor..

Cumhuriyet Dergi 22.07.2012

Prof. Dr. Selçuk EREZ

SELÇUK EREZ

Demagog’a rapor

Yeni Anayasa çalışmaları sürüyor: TBMM Başkanı Çiçek, eksiksiz bir Anayasa oluşturmak için katkı beklediklerini kaç kez açıkladı.

Katkıda bulunmaya kararlıyım:

Prof. Trish Roberts Miller, Retorik konusunda dünya çapında ilgi çekmiş bir öğretim üyesidir.

“Demagojinin özellikleri” konulu makalesini internette kolayca bulabilirsiniz.
Prof. Miller, bu yazısında özetle şunları söylemektedir:

Halk, ortak çıkarları konularında doğru karar verme yeteneğine sahiptir.
Ancak bu yetenek, halkın bilgiye ulaşabilmesine bağlıdır.
(Yani gerçekleri bilmeyen halk, doğru karar veremez)

Halkın sizi eleştirmesini engellemenin en kolay yolu, bu tür eleştiriyi tehlikeli kılmaktır:

Yasalar yayınlar, bazı şeyleri söyleyenleri cezalandırırsınız.

Eleştiriden kaçmanın başka bir yolu da size oy vermişleri, sizi eleştirenlere karşı kışkırtmaktır.

Buna “demagogluk” denir. Demagog, bir guruba, başka bir guruba karşı nefret aşılar:

Demagoga göre, sadece iki olasılık vardır:

Bizden olanlar ve diğerleri. Bizden olmayanlar kötüdür, haindir, alçaktır!

Bu şekilde, bizden olmayanlara uygulanan baskı ve cezalar haklı gösterilmiş olur.

Çocukluğun bir evresinde her şeyi ya ak ya da kara olarak değerlendiren çoktur
ama yaş ilerledikçe, deneyim ve doğru dürüst eğitim, sadece iki değil daha pek çok olasılıkların da bulunduğunun kavranılmasına yol açar.

Çağdaş psikiyatri ve politika bilimcileri, demagogların, söylediklerine gerçekten inanıp inanmadıklarını bilmenin önemini vurguluyorlar:

Yaptıkları demagojiye, gerçekten inananların, özellikle narsisistik kişilik bozukluğundan muztarip oldukları düşünülmektedir.

Bu ise demokrasiyi yok edecek büyük bir tehlikedir!

Öyleyse, yeni Anayasa, bazı kuruluşlara, etkin konumdaki partilerin liderlerinde demagogluk belirtileri bulunduğunda, bir heyete başvurulabilme olanağı da sağlamalıdır.

İdeali, bu konuda kişisel başvuru hakkının da bulunmasıdır.
Hükümet tarafından değil, başka bir şekilde seçilmiş Psikiyatri hocalarından oluşacak
bu heyet, gereğinde vereceği raporla demagogları siyaset yapmaktan alıkoymalı ya da tedavi edilmeleri için bir hastaneye sevk edebilmelidir.

Bu heyetin kararını beğenmeyenlerin Avrupa Psikiyatri Dernekleri Birliğine başvurma yolları da kuşkusuz açık tutulmalıdır.

www.selcukerez.com

TÜRKİYE’NİN İŞSİZLİK ORANI GERÇEĞİ GÖSTERMİYOR

TÜRKİYE’NİN İŞSİZLİK ORANI GERÇEĞİ GÖSTERMİYOR

Prof. Dr. Cihan DURA

Ülkelerin can alıcı sorunlarından biri de işsizliktir. Bir ekonominin, bir hükümetin başarısını ölçmek mi istiyorsunuz, her şeyden önce ülke insanlarına iş alanı açma derecesine, bunun için de örneğin “işsizlik oranı”na bakmanız gerekir. İşsizlik basit bir tanımla “çalışabilecek durumda olan ve çalışmak isteyen insanların, iş bulamaması olgusu”dur. İşsizlik oranı “işsiz olanların sayısı, toplam işgücü sayısına bölünerek” elde edilir. Eğer işsizlik oranı yüksekse, artıyorsa o ekonomi, o hükümet başarısız demektir. Çünkü modern toplumda, işsizlik; insanın hayatını idame için gerekli araçlardan yoksun olması demektir. İşsizlik muhtaçlık, yoksulluk kaynağıdır. Yoksulluk da cehaletin, mutsuzluğun, sosyal çatışmanın, dışa bağımlılığın kaynağıdır.

Bu sebeple dünyada Millî İrade’ye saygılı her hükümetin ilk hedeflerinden biri ülkedeki işsizliği azaltmak, kabul edilebilir bir düzeye çekmek olmalıdır.

I) Türkiye’de (2011) resmî işsizlik oranı % 10, (AKP’nin iktidara geldiği 2002’de de yüzde 10’du), işsiz sayısı 2.6 milyondur. Oran 2009’da % 14’e kadar çıkmıştı.
Krizle boğuşan Avrupa’da ortalama işsizlik %10… İspanya % 23’le ilk sırada. Yunanistan’ınki %20, İrlanda ve Portekiz’inki %14…

Bu veriler aslında AKP iktidarının işine geliyor, kendine pay çıkarabiliyor çünkü. Ekonomist Mustafa Sönmez’in ifadesiyle “İkide bir, AB’deki işsizliğe, hele ki İspanya’da % 23’ü bulan işsizliğe gönderme yaparak sahte bir başarı öyküsü yazıyor hükümet. Oysa işin aslı çok farklı…”

Gerçekte, işsizlik derecesi bakımından, işsizlik oranı çok yüksek, % 23 olan İspanya’dan farklı değil durumumuz. O zaman sormak gerekiyor: Madem öyle, Türkiye’de işsizlik oranı İspanya’ya kıyasla neden bu kadar düşük? Ne yazık ki farklılık Türkiye’nin başarılı olmasından, yurttaşlarına iş bulmakta büyük beceri göstermesinden değil, hesaplama ile ilgili bir kavramın oluşumundaki farklılıktan ileri geliyor.

Ne demek bu? Aşağıda açıklıyorum:

Bir ülkenin işgücü (L) yurttaşların üç niteliğine bakılarak belirleniyor: y, s, p.

y: 15 yaşın üzerinde olmak.
s: eli ayağı sağlam, iş tutabilir olmak.
p: iş gücü piyasasına çıkmış, iş arar durumda olmak.

Bu üç niteliğe göre hesaplanan işgücü (L) ise, ikiye ayrılıyor:

-İş bulmuş olup fiilen çalışanlar, yani istihdam edilenler,
-İş bulamamış olup çalışmayanlar, yani işsizler (İ)
Yukarda belirttiğim gibi, işsizlik oranı ekonomideki işsiz sayısı işgücü sayısına bölünerek hesaplanıyor:

i = İ / L
(i: işsizlik oranı, İ: işsiz sayısı, L: işgücü sayısı)

Şimdi, açıktır ki İ’yi oluşturan ögelerdeki değişmeler farklı işsizlik oranları elde edilmesine yol açacaktır. Örneğin 15 yaş yerine -14 veya 16 gibi- farklı bir yaş esas alınabilir. “Eli ayağı sağlam, iş tutabilir olma” özelliği de sübjektif uygulamalara imkân verebilir. Fakat asıl önemli olan üçüncü özellik (p): “İş gücü piyasasına çıkmış, iş arar durumda olmak.” Bu niteliğe sahip olmayanlar diğer iki özelliğe sahipse, iş piyasasına çıkmamış, iş arar durumda olmadıkları için, işsiz sayılmayacak, “istihdam edilenler” gibi işlem görecektir. Bunların miktarı ne kadar fazla ise, işsizlik oranı o kadar düşük çıkacaktır, bunun tersi de doğrudur. İş arar oldukları ölçüde, işsiz sayısını artıracaklardır. Türkiye’nin işsiz sayısı, işte bu yüzden İspanya’nınkinden düşük çıkıyor. Başka bir deyişle Türkiye’de işsizlik oranı yüzde 10 değil, gerçekte yüzde 20’ler civarındadır.

II) Olay somut veriler kullanılarak belki daha iyi açıklanabilir. İktisatçı Mustafa Sönmez’in bir makalesinde[1] bu mahiyette bir açıklamayı bulabiliyoruz, özetliyorum:
Çalışabilir, eli ayağı sağlam nüfusun (s) işgücü piyasasına çıkma derecesi (p), işsizlik oranını da belirliyor. Bizde, eli iş tutabilecek 15 yaş üstü nüfusun ancak yüzde 50’si işgücü piyasasına çıkıyor. İşsizlik oranı 2011’de Türkiye için yüzde 10’dur. Ancak burada önemli olan, 15 yaş üstü nüfusun yarısının işgücü piyasasına çıkmaması… İşsiz sayısının düşük görünmesinin sebebi işte budur. İş aramaktan yorulanlar, ümidi kırılanlar, ev kadınları…, bunlar “işgücü” piyasasına çıkmayan, dolayısıyla resmen “işsiz” de sayılmayan insanlar… Oysa, mesela İspanya’daki kadar çıkmış olsalardı, “işgücü” sayılacaklar, bundan dolayı da “işsiz” sayısı çok yüksek görünecekti.

İspanya’nın %23’lük rekor işsizliği, ekonomisindeki daralmadan olduğu kadar çalışmak için işgücü piyasasına çıkan nüfusun yüksekliğinden kaynaklanıyor. İspanya’da 15 yaş üstü nüfusun yüzde 60’ı işgücü piyasasına çıkıyor, yani bizden 10 puan fazlası. Bizde de, 15 yaş üstü nüfusun yüzde 60’ı piyasaya çıksaydı, yani iş arar konumda olsalardı, ne olurdu? İşte bu durumda “iş aradıkları” için işsiz sayılacaklar; sayıları da bugün olduğu gibi 2.6 milyon değil 8 milyonu bulacak, işsizlik oranı da bugünkü gibi yüzde 10 değil, % 25 görünecekti!

Daha da önemlisi şu ki; İspanya ile Türkiye’nin işgücüne katılım oranları arasında 10 puan farkı daha ziyade kadınlar yaratıyor. İspanya’da kadınlar, evlerinden iş aramaya daha fazla çıkıp işgücüne katılıyorlar. Bu ülkede kadınların işgücüne katılım oranı yüzde 53’ü buluyor, Türkiye’de ise sadece yüzde 30… Eğer, Türkiye’de de kadınların yüzde 30’u yerine, İspanya’daki gibi yüzde 53’ü işgücü piyasasına çıkıp “iş arıyor” görünselerdi, bugün 1 milyonu bulmayan resmî işsiz kadın sayımız 7.5 milyonu, bugün yüzde 11.3 görünen kadın işsiz oranımız da yüzde 51’i geçecekti. Kadını eve kapatmakla işsizliğin nasıl gizlendiğini bu rakamlardan anlayabiliriz.

M. Sönmez yazısının sonunda İspanya’ya şu ilginç tavsiyede bulunuyor:
Avrupa’nın en işsiz ülkesi olarak görünmek istemiyorsanız, siz de Recep Tayyip Erdoğan’ın AKP’si gibi kadınları evde tutan muhafazakâr politikalar izleyin, hatta eğitim sisteminizi değiştirip kız çocuklarınızı erkenden eve çekin. Sizin de işsizlik oranınız birden aşağılara iner, imajınız ise tavan yapar!

III) Bir ülkenin gerçek sorunları vardır, tabii Türkiye’nin de. Bunlar toplumu bilime dayandırma, gelişmedir, akıllı kaynak kullanımıdır, insan yetiştirmedir, sosyal ahlaktır. Biri de yurttaşlara iş alanları açmaktır. Bir hükümet önce bunları sağlamak için çalışmalıdır. Bilinçli bir millete önce bu alanda yaptıklarının hesabını vermelidir.

Doğrusu, AKP iktidarı halktan gerçek sorunları gizlemeyi, onu “demokrasi, özgürlük” masalları ile avutmayı çok iyi biliyor. Bu marifetinin en parlak örneklerinden biri işsizliktir. İşsizliğe çözümler bulma bakımından AKP iktidarına not vermek gerekse, alacağı not kocaman bir sıfırdır.

http://www.altayli.net/articles.php?article_id=2528, 22.7.12

NOT : Yazıya ilişkin kapsamlı yorumumuzu aşağıda okumanız dileğiyle..
________________________________________
[1] M. Sönmez, “Gerçek İşsizlikte İspanya’yı Sollarız”, Cumhuriyet, 19.3.2012.

Büyük Ortadoğu Projesi BOP bu işte.. Eşbakan RT Erdoğan’ın BOP Ortadoğu’ya barış getirme projesi masalına ne demeli ? Erdoğan Allah’a nasıl hesap verecek??

Büyük Ortadoğu Projesi BOP bu işte.. Eşbakan RT Erdoğan’ın BOP Ortadoğu’ya
barış getirme projesi masalına ne demeli ? Erdoğan Allah’a nasıl hesap verecek??

BRIC Ülkeleri ve ABD Karşılaştırması / Comparison of BRICK Countries and the USA

21. yy. dünyası 3. Binyılda küresel jandarmalara artık gereksinim duymuyor..

“Büyük Güçlerin Yükselişi ve Çöküşü” adlı kitabını okumalı Paul Kennedy’nin..
Amerikan İmparatorluğu 1945’lerde Büyük Britanya İmparatorluğu’ndan devraldı
Dünya jandarmalığını.. İnsanlığın hala küresel jandarmalara gereksinimi var mı?
Türkiye tam bağımsız dış politika sürdürmeli, uydu olmamalı..

Osmanlı İmparatorluğu Neden Bir Avrupa Devleti Kimliği Kazanamadı?

Cumhuriyet Bilim Teknik 20.07.2012

Osmanlı İmparatorluğu Neden Bir Avrupa Devleti Kimliği Kazanamadı?

DOĞAN KUBAN

Türkiye’de Cumhuriyet’in kazanımlarının gömülmesi karşısında endişelenirken, bunun tarihi kökenlerini yeterince derin ve açık düşünemiyoruz. Çoğunluk Atatürk öldükten sonra, ülkenin 2. Dünya Savaşı’na katılma tehlikesi geçirdiğini aklına bile getirmez. Bugün 80 yaşını geçen o zamanki öğrenciler liselerde 3 kez, üniversitede iki kez birer aylık askerlik kampı yapıyorlardı. Savaştan sonra, Amerika tarafından yönlendirilen bir dünyanın ortağı olduk.

Kimse Kore’ye neden asker yolladığımızı artık düşünmüyor. Kimse 1950 de cahil ve fakir köylü toplumuna Menderes’in ‘Küçük Amerika olacağız’ dediğini anımsamıyor.
Bizi sömürmek isteyenlerin ve yüzyıllarca sömürmüş olanların alay eder gibi,
‘ılımlı İslam’ demelerinin sömürünün devamı anlamına geldiğini de bilmiyorlar. Toplumun politik bilinçsizliği bir cehalet göstergesidir. Kökü Osmanlı tarihindedir.

Cumhuriyetin şekillendiği dönem sadece 27 yıldır. Kurtuluş Savaşından sonra,
15 yıllık bir Atatürk dönemi, onu izleyen İkinci Dünya Savaşı ve 1950 seçimi bir temel dönemdir.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, henüz köyde oturan ve okuma yazmayı yeni öğrenmeğe başlamış dağınık halkı, çağdaş bir devletin bilinçli toplumu yapmak kısa vadeli bir iş değildi.

Gerçi Cumhuriyet İslam ve dünya tarihinde akıl almaz bir devrim aşamasıdır.
Bugün de o sayede İslam dünyasında özel bir konumumuz var. Fakat biz savaşmak, kazanmak, çağdaşlaşmak için örgütlenmeyi çağdaş olmakla karıştırdık.
Oysa 1950 yılından bu yana bunun böyle olmadığını yüzümüze çarpan gelişmeler oldu. Kaldı ki İkinci Dünya Savaşı sonrasından bu yana Batı’nın Yakın Doğu için
başka programları vardı. Bunun açılımını her gün biraz daha çok öğreniyoruz.
Bu bilinçsizlikte kendi tarih yazıcılığımızın Osmanlı toplumunu bize yeteri kadar açık anlatmamasının rolü olduğunu düşünüyorum. Biz Osmanlı tarihini katılmış olduğumuz Avrupa, Yakın Doğu ve Akdeniz tarihinin organik parçası olarak öğrenmedik. Müzelik eşya gibi öğrendik. Çağdaş tarihçilerimiz, Osmanlı’yı belgelere dayalı olarak tanıttı. Kendi içinde nasıl geliştiğini, ne kadar büyük olduğunu anlattılar.

Fakat Avusturya ile Venedik’le, Rusya ile bir karşılaştırmasını yapmadılar.
Balkan Savaşı’nda Bulgarların nasıl olup da Çatalca’ya geldiğini sadece savaş hikâyesi ve Balkanlar’dan Türkiye’ye gelenlerin sefaleti bağlamında dinledik.

ÇARMIHA GERİLDİĞİMİZ YERLER

Bizans İmparatorluğu’nun bıraktığı boşlukta birdenbire bir dev politik güç olan imparatorluk, İstanbul’un fethinden sonra bir yüz yılda Kafkasya’dan Bağdad’a, Bağdat’tan Cezayir’e ve Kırım’dan Viyana’ya uzanan topraklara yayıldı. Bizim olarak gördüğümüz bu ülkelerde aslında çarmıha gerildiğimizi düşünmedik. 16. yüzyıldan sonra bütün imparatorluk tarihi boyunca bizim olduğunu düşündüğümüz o uzak sınırlarda sahip olmadan sahiplik kavgası yapmaya çalıştı. Akdeniz, Kuzey Afrika, Mısır ve Balkanlar elinden çıktı.

Cengaverlik ve fetih tarihi yazdığımız ve Osmanlı devletinin sadece anatomik yapısının tanımı ile uğraştığımız için bu yapının karşısında değişen Avrupa ile karşılaştırmasına önem vermedik. Nasıl Osmanlılar 18. yüzyıla gelene kadar Avrupa’nın coğrafyasını bile doğru öğrenmedilerse ve nasıl matbaayı Avrupa’dan üç yüz yıl sonra kabul edebildilerse, tarihçilerimiz de Avrupa’nın değişmesi karşısında Osmanlı’nın değişmemesi sürecinin Sevres ile bittiğini çok iyi bildikleri halde, Avrupa ile karşılaştırmanın Osmanlı tarihini hiç olmazsa yapısal açıdan, daha iyi öğreteceği olasılığını değerlendirmediler.

Kuşkusuz milyonlarca belgenin değerlendirilmesi çok önemli ve cazipti. Ne var ki vulgarisateur’lerin elinde masala dönen Osmanlı tarihi Türk halkının bugünü daha iyi anlamasına engel oluyor.

Osmanlı devletini anlamak, Avrupa’da çağdaş devleti ortaya çıkaran sürecin karşısında, Osmanlı’nın Ortaçağda kaldığını görmek demektir. Bunu söylemek bize hep zor geldi. Ne var ki Avrupa’da olan hiçbir gelişme Osmanlı’da olmadı. Bu kurumlaşma farkı yüzlerce yıllık geri kalmışlığa neden oldu. Braudel Avrupa tarihinin her dönemde yavaş yavaş artan bir özgürlük süreci olduğunu söyler. Özgürlük kavramı İslam ve Osmanlı tarihinde sözü bile edilemeyen bir kavramdır.

Sultan-Halife’nin karşısında ‘Kul’un sözü hiç olmadı.

Avrupa’nın, Osmanlı’da olmayan bir şansı vardı. Avrupa Roma İmparatorluk yapısını ve prestijini birleştiren Hıristiyan kilisesinin bütünleştirdiği bir olgudur. Önce kilise sonra kilisenin de katıldığı Rönesans Hıristiyan dogmasına Yunan-Roma mirasını katmıştır. Bunlar Türkiye’de söz konusu olmadı. Osmanlı heterojen, bütünleşemeyen ve merkezin gücü ile yapıştırılmış bir ‘collage’ imparatorluğudur.

Avrupa da uzun süren bir feodalite çağında bile egemen sınıflarla köylüler arasındaki anlaşmalar, her zaman güçlünün iradesine tabi değişikliklere uğrasa bile, yine de bütün Avrupa’da birbirine benzeyen bir köylü statüsü yaratmıştır. Osmanlı da bazı özellikleriyle feodal sisteme benzeyen bir ikta sistemi olmasına karşın, bu yapıda Sultan dışında statüsünden emin bir öğe yoktu.

Avrupa feodal güçler karşısında örgütlenen ve ticari olarak güçlü bir kent tarihine sahiptir.

Osmanlı dünyasında kentlerin ticari etkinlikleri İstanbul karşısında güçlü bir burjuva yetişmesine olanak vermemiştir. Kent Avrupa uygarlığının temelidir. Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde birkaç kentin yapıtlarının toplamı, bütün Osmanlı kentlerinin zenginliğine eşittir. İstanbul’daki bütün yapıların toplamı Notre Dame, Reims, Köln, Milano gibi katedrallerin maddi değerine eşit değildir. Onlara verilen emek bizim yapılarımıza verdiğimiz emekten çok fazladır. Onlar bütün toplumun katkısı ile yapılmıştı. Bizimkiler bir sultanın yaptırdıklarıdır.

İktidarla halk arasındaki bir modus vivendi’nin kurulması bağlamında Magna Carta ile Sened-i İttifak arasında altı yüz yıldan daha uzun bir süre olduğunu da anımsamak yararlı olur. Kiliseye ve Aristokrasiye karşı yapılan Fransız Devrimi’nin ve ona paralel gelişen Aydınlanma döneminin paraleli Osmanlı da yoktur. Tanzimat yukarıdan gelen ve Avrupa baskısı ile yapılan bir değişikliktir.

SULTANLIK KURUMU DEĞİŞMEDEN KALDI

Bütün bunların tümünden çok daha etkili bir Osmanlı özelliği, sultanlık kurumunun değişmeden sonuna kadar süren yapısıdır. Kardeşleri tarafından öldürülen şehzadeler ya da geç yaşlarına kadar haremdeki kafes’lerde bekleyen sultanların kulları Avrupa ile karşılaştırılabilecek bir şey üretemezlerdi. Ve üretmemişlerdir.

Avrupa’da kilise ve feodal beyden kaçana sığınak olan kentler ve kral gücüne
yakın gücü olan bir aristokrat sınıf vardır. Bu sınıf bilim ve sanatın hamisidir.
Büyük mimarinin patronudur. Rönesans’tan öteye Avrupa bilim ve sanatı, musikisi
ve edebiyatı ve felsefesi ve akademileri önce aristokratların sonra burjuvaların desteği ile Avrupa uygarlığını yaratmışlardır.

Osmanlı bir savaş makinesiydi. Vatanı kurtaran da o makinedir.

Ama bugüne kadar halkın kendinden kaynaklanan bir özgürlük savaşı olmadı.
Tarihçilerimiz bu bilinçsiz toplumun psikolojik ve entelektüel yapısını daha iyi
ve dünya toplumlarıyla karşılaştırarak incelemek zorundalar.

Tarih yinelenmiyor ama miras bıraktığı toplumu anlamak için hâlâ önemli.

20. YÜZYILIN 4 BÜYÜK LİDERİ / The 4 Great Leaders of the 20th Century

“Mao : Ben Çin’in Atatürk’üyüm..”
Bugünkü Çin Mustafa Kema’lin hayalindeki Türkiyedir:

20._YUZYILIN_4_BUYUK_LIDERI

Batı’nın İğrenç Petrol Sömürüsü / Disgusting oil exploitation by the West

Batılı petrol kumpanyalarının mide bulandıran ahlaksız oyunları..
Nijerya Dünyada 8. petrol üreticisi ama halkın %82’si yoksul! Niçin, ?
Hain ülke yöneticileri rüşvet, makam.. vb.. uğruna ülke petrollerini
özelleştirdiler = rüşvet alıp sattılar..
İsviçre’nin kirli bankaları da bu kara paraları saklamak için kuruldu!
Batı uygarlığı bu mu ?
İnsanlık onuru emperyalizmi yenecek!

Çocuk gelini döverek öldürdüler..

http://www.cumhuriyet.com.tr/medya.php?mn=104944, Cumhuriyet, 26.7.12

Çocuk gelini döverek delirttiler!

Cumhuriyet Haber Portalı, 21.7.12

16 yaşında evlendirilen, 18’ine girmeden hamile kalıp -30 derecede dışarıda doğum yapmak zorunda bırakılan ve bebeği ölü doğduğu için yıllarca şiddet gören Melek Karaaslan, 8 yıllık evliliğinin sonunda
bir tuvalette bağlanmış olarak bulundu.

Bulunduğunda 30 kiloya düşmüştü, yürüyemiyordu ve akıl sağlığını yitirmişti!

Ağrı’nın Hamur ilçesinde yaşayan Melek Levent (24), Ali Karaaslan ile evlendirildiğinde 16 yaşındaydı.
İşkence dolu hayatı evliliğin ilk günlerinde başladı. Kocasından, kayınpederi Kutbettin Karaaslan’dan ve kayınvalidesinden gördüğü psikolojik ve fiziki şiddet her geçen gün arttı. Melek Karaaslan, henüz 18 yaşına girmeden hamile kaldı. Ancak gebeliğinin son günlerinde kocası ve ailesi onu Ağrı’nın -30 derece soğuğunda dışarı attı.

O gece sokakta tek başına kar altında ölü bir bebek doğurdu.

Ölü bebeğini sağ sanarak kucağına alarak kocasının evine geri döndü.
Döndüğü evde bu kez ölü doğum yaptığı için daha fazla şiddet yaşamaya başladı.
Hem bebeğinin ölü doğması hem evde yaşadığı şiddetin giderek artması,
akıl sağlığını giderek yitirmesine neden oldu.

Kızlarının yaşadıklarından haberdar olan Levent ailesi, onu alıp hastaneye yatırdı ve tedavi olmasını sağladı. Ancak aile büyüklerinin araya girmesiyle Melek Karaaslan kocasının evine geri dönmek zorunda kaldı, ne de olsa kadının yeri kocasının yanıydı. Ama eve geri dönmek de sorunları çözmedi. Melek Karaaslan’ın babası en son altı ay önce kızını alıp kendi evine götürdü. Fakat daha sonra kocasının evine gitmek zorunda kalan kızından aylarca haber alamadı, kızını görme çabaları sonuç vermedi. Bunun üzerine baba Levent, polise haber vererek kızının hayatından endişe ettiğini bildirdi.

Tuvalete bağlanmıştı!

Karaaslan ailesinin Hamur’daki evine baskın yapan polislerin gördüğü manzara korkunçtu:

Tuvalete oturmuş pozisyonda bağlanmış ve açlıktan ölmek üzereydi.
Üstünde giysi niyetine yalnızca beyaz bir bez sarılıydı. Bundan altı ay önce neredeyse 70 kg dolayında olan Melek Karaaslan neredeyse bir çocuk cüssesindeydi,
40 kg vermiş ve 30 kiloya düşmüştü. Sürekli oturmaktan vücudunun her yeri kireçlenmişti.

Kollarını hareket ettiremiyordu.

Üstelik vücudunun pek çok yerinde oluşan yaralar kurtlanmıştı.

Bu haldeyken kafasına aldığı darbelerden akıl sağlığını tümüyle yitirmişti.

Melek Karaaslan, artık yatalak bir şekilde Ağrı Devlet Hastanesi’nin İntaniye Servisi’nde yatıyor. Sağlık Kurulu tarafından verilen ön raporda, hiç düzelmeyeceği ve ömrünün sonuna dek ‘yatalak’ kalacağı belirtildi.

Ailesi sağlığı bu derece bozulmuş yatalak kızlarına bakamayacaklarını bildirince,
sosyal hizmet uzmanları bir rapor tutarak sağaltımından sonra yaşlı ve özürlü bakım merkezine yerleştirilmesini istedi. Levent ailesi, kızlarını bu hale getiren Karaaslan ailesinden yakınmacı olacaklarını belirtirken şunları söyledi:

“Kız dışarıda doğum yaptı ve bebeği ölü doğdu.
Ölü bebeğini kucağında görünce akıl dengesini yitirdi.
Kızımı almak istedim vermediler. Ben de polislerden yardım istedim.
Emniyet sayesinde kızımı alıp, hastaneye getirdim. Kızım akıl dengesini yitirmiş, konuşamıyor. Bu yüzden yakınmacı olduğunu söylemiyor.
Ama ben karşı taraftan yakınmacı olacağım.”

Başbakan RT Erdoğan Değişti mi? “İnci” erini görelim.. / Did Primeminister RT Erdogan change? Let’s see his “Pearls” ..

“Hem laik, hem Müslüman olunmaz. Ya Müslüman olacaksın, ya laik. İkisi bir arada olunca ters mıknatıslanma yapar. Mümkün değil, ikisi bir arada olamaz.”
Başbakan RT Erdoğan ne yazık ki hatalı eğitilerek koşullanmış! Türkiye Cumhuriyeti hem laik hem de Müslüman olarak bugünkü çağdaşlığa ulaştı.. Müslüman ülkelerin sefaletini görüyoruz..
Başbakan RT Erdoğan’a ezberletilenin tam tersine LAİKLİK TOPLUMSAL BARIŞTIR.. Kendisini düşünmeye ve bu olgun yaşında anlamsız ezberini bozmaya çağırıyoruz.. Batı uygarlığı da tüm ilerlemesini, dinde reformu, bilim devrimini, sanayi devrimini.. her şeyini LAİKLİĞE borçlu.. Bu evrensel bir tarihsel olgu!